Thursday, August 10, 2006

Filistinlilerin cilesi


5 Ağustos 2006, Nablus

Dün sabah erkenden kalkıp, hahamlar ve papazlardan oluşan, insan haklarını savunan bir grupla sohbet için Vatikan’a ait Notre Dame binasına gittim. Önce bir belgesel seyrettik, Kudüs’ün hemen dışındaki bir Filistin köyünün, Beduvin, İsrailliler tarafından yerle bir edilişini ve bu duruma halkın tepkisini anlatan bir belgesel. Zaten derme çatma evlerde yasayan halk fakir, sadece hayvancılıkla geçiniyor. Birkaç kez İsrail yerleşkesi kurulacağı gerekçesiyle köyü boşaltmaları isteniyor ve hiçbiri bunu kabul etmiyor, sonuna kadar direniyorlar. Bir sabah askerler gelip tüm evleri yıkıyor. Bunun üzerine bir kısım mülteci kamplarına naklediliyor, bir kısmı ise o kurak, çorak dağbaşında çadır kurup yaşamaya devam ediyor.

Abu Muhammad, köyün ileri gelenlerinden, diyor ki: “Bizi buradan attıkları yetmiyormuş gibi, toprağımıza yapacakları evlerini de bize inşa ettiriyorlar, Kudüs duvarını bize ördürüyorlar, oraya her baktığımda gözlerim doluyor! Türkler burayı yönetti insana dokunmadı, ama bunlar sadece toprağı istemiyor, toprağı insansız istiyor. Ben de asla onların kölesi olarak çalışmayacağım!”

Bu sırada İsrail yerleşkesinin evlerini yapan Filistinli isçiler konuşuyor, ne yapalım diyorlar, aç mı oturalım, çocuklarımızı doyurmayalım mı, mecburuz! Aradan birkaç yıl geçiyor, Abu Muhammad ve birkaç kişi daha arada bir askerler tarafından itilip kakılsalar da orada yasamaya devam ediyorlar ve İsrail yerleşkesi faaliyete geçmiş, Lüks villalar, alışveriş merkezleri, ve köpeklerini gezdiren zengin sakinleriyle. Dayanamayıp soruyorum gruba, bu insanlar hiç mi 100 metre ileri bakıp ne yaptıklarını fak etmiyorlar, hiç mi vicdan azabı duymuyorlar? Haham cevaplıyor, evler yıkılırken çoğunun yüzü gülüyordu, yüzlerinden mutluluk okunuyordu, iste o zaman anlıyorum ki kalplerinde merhamet yok, acıma yok!

Yine kafam karışmış bir şekilde çıkıp, Mescid-i Aksa’ya doğru yürümeye başlıyorum eski şehrin büyüleyici sokaklarında, bir yandan rahibeler geçiyor, diğer yandan uzun kıvırcık favorileri olan siyah şapkalı Yahudiler, Filistinli çocuklar koşturuyor onlara çarparak. Caminin bahçe kapısına geldiğimde bir tabur asker ve bir karakol dolusu polisin yine etrafı sardığını görüyorum. Cuma olduğu için her zamankinden daha fazla güvenlik önlemi var, kimlik soruyorlar gösteriyorum, geçiyorum tekrar başka asker, bir polis daha, 4 kez pasaport kontrol ediliyor, en sonunda, son giriş kapısında görevli pasaportu kabul etmiyor, nüfus kağıdımı istiyor, Türk olmam Müslüman olmamın kanıtı olmadığından. Ben de sıradan okuyorum bütün sureleri ve duaları, sonra şaşkın şaşkın bakıyor görevli ‘afvan afvan’ diyor ve izin veriyor girmeme. Müthiş bir kalabalık var ama maalesef bayanların Mescid-i Aksa'ya girmesine izin vermiyorlar, sadece Hz. Ömer Camii, ne yapalım, buna da şükür.

Çıkışta hostele gidiyorum ve gördüğüm manzara karşısında ağzım açık kalıyor: Ultra Ortodoks yahudilerden biri gelmiş, lobide Filistinli görevliyle sohbet ediyor, ben de selam verip oturuyorum. Normalde o kadar soğuk ve umursamaz davranıyorlar ki çevrelerine karşı, şapkasını çıkarmış, herkes gibi sohbet ederken görünce ister istemez şaşırıyorum. Jonathan 22 yaşında, İlahiyat fakültesinde Tevrat üzerine çalışan bir öğrenci. Ara sıra hostele uğrayıp sohbet edermiş gelen yabancılarla. Maalesef İngilizcesi derin muhabbetlere girmeye yetmediğinden birçok soruma yanıt alamıyorum. Ama öğreniyorum ki savaş karşıtı ve Filistinli arkadaşları var, en son resim bile çekiliyoruz birlikte...

Saat 4’e doğru 3 haftadır Lübnan sınırında olan ve dun Kudüs’e gelen Mete Çubukçu ile buluşuyoruz. Sınırdaki son durumdan ve Gazze’den bahsediyor. O bile 13 yıldır buraya gidip gelmesine, tüm meselelerin içinde olmasına rağmen umudunu yitirmiş, “Nasıl çözülecek bilmiyorum, Gazze artık toparlanamaz diyor”, Lübnan sınırında karşılıklı 24 saat bombardıman. Füzelerin bazıları ormanlara düştüğünden bir sürü yangın, sokaklarda çöpler birikmiş, otorite boşluğu, herkeste korku. Sonu yok, yarın ne olacağı belli değil, hiçbir tahmin ya da stratejik öngörü islemiyor burada. Bu sırada garson geliyor ve Şabad vaktinin geldiğini ve kapattıklarını söylüyor, ve vedalaşıyoruz ben eski şehre dönüyorum, Mete Bey de Türkiye‎' ye dönüş için hazırlanmak üzere oteline.

Hedef Holy Sepulcher Kilisesi, yani Ortodoks ve Katolik inancına göre Hz. İsa’nın mezarının bulunduğu yer. Çok büyük ve çok eski bir kilise, dünyanın birçok yerinden papazlar var içeride: Asyalı, Afrikalı, Avrupalı. Buradan yine kapalıçarşıya geçiyorum ve Bir Zeit’de tanıştığım Amerikalı Amanda ve Romanyalı Marian’a rastlıyorum, birlikte yemek yiyip ağlama duvarına gidiyoruz Şabad seremonisini izlemek için. Şabad da, Cuma akşamından Cumartesi akşamına kadar elektrikli alet kullanılmıyor ama buna çare bulmuşlar, otomatik ayarlanmış butonlar var, evlerdeki ışıklar ve bazı elektrikli aletler saati geldiğinde kendiliğinden açılıyor, ama onlar düğmeye dokunmamış oluyor, böylece elektrik kullanmamış oluyorlar!

Ağlama duvarına artık 3. kez gittiğim için kısa kalıp Zeytin Dağı'na geçiyoruz, ve inanılmaz bir manzarayla karşılaşıyoruz. 2000 yıllık zeytin ağaçları özel muhafızlar tarafından korunuyor, etraf Musevi, Müslüman ve Hıristiyan mezarlıklarıyla dolu. Ahiret gününde dirilmenin bu dağdan başlayacağına inanıldığı için bu mezarlıklar çok özel, yer bulmak zor ve pahalı. Mezarların içinden geçerek şehre doğru yürürken birkaç İsrailli askerle karsılaşıyoruz, Marian sohbete başlıyor, ben de fırsat bilip soruyorum savaş hakkında ne düşündüklerini:

-‘Savaştan nefret ediyoruz ama savaşı destekliyoruz?!!

-Nasıl yani?

- Kendimizi savunmak zorundayız.

18- 25 yas arası bu “asker’’lerle ilk defa sohbet ediyorum, aslında basta o kadar önyargılıyım ki konuşmak istemiyorum ama sonra onların sıcak davrandığını görünce konuşuyorum ve çok da bilinçli olmadıklarını görüyorum. Hiçbiri sınıra gidip Arapları öldürme ateşiyle yanıp tutuşan kana susamış tipler değil ama sonradan duyduğum hikayeleri düşününce belki de oraya gidenler biraz öylelerinden seçiliyor. Yanlarından ayrıldıktan 5 dakika sonra karnımda korkunç bir acı hissediyorum bıçak saplanmış gibi, yürüyemiyorum, ne olduğunu anlayamıyorum spazm da değil Amanda gelip bakıyor, birşey sokmuş, Allah tan yanında ilaç varmış bunun için de sürüyoruz acısını alıyoruz. Yoksa bu İsrailli askerlerle sohbet etmenin cezası mi?

Şehrin her yeri tarihi ve kutsal binalarla dolu, inanılmaz bir atmosfer var, sokakta oynayan Filistinli çocuklarla konuşup fotoğraf çekerken birden Hz. Meryem’in mezarının olduğu kilisenin önünde olduğumuzu fark ediyorum. Her an yeni ilginç birşey oluyor, yani birine şaşırmam bitmeden başka birşey çıkıyor karşıma. Kesinlikle gelip burada birkaç ay yasamak istiyorum.

Amanda ve Marian’la aksam yemeği için küçük ve sade bir yere giriyoruz ve çok yüksek bir hesap geliyor. Filistinli sahiplere soruyoruz, burası Kudüs diyorlar, gidin batı tarafında herşey iki katı. Sonra sohbet edince biraz indirim yapıyorlar. Ben başlıyorum yine:

-Hep fakiriz, mağduruz diyorsunuz ama burada herkes turistleri kazıklıyor, su için bile pazarlık yapıyorum her seferinde müslümanım diye söylüyorum ki normal fiyattan veriyorlar, neden böyle?

-İste biz mağduruz siz bize yardim etmeniz lazım batılılar olarak.

-Biz size yardim edelim de siz Gazze ye Lübnan a yardim ediyor musunuz???

- Dün yardim tırları gitmiş, İsrail sokmamış, Gazze’ye girmemiz yasak, hem burada çoluk çocuk.

- İsteyen bal gibi yardım eder, ama siz bunu yapmıyorsunuz, bahaneler bulup birşeylerin arkasına gizleniyorsunuz, siz birbirinize sahip çıkmadan bunu batıdan nasıl bekleyebilirsiniz?

- ...

Konuşmayı uzatmıyorum çünkü ben de içinden çıkamıyorum, derinlere inince onların da artık savaşı geride bırakmak istediklerini herkes gibi normal yaşamak istediklerini biliyorum ama yine de duyarsızlıkları beni çok üzüyor. Kudüs’teki Filistinliler Batı Şeria’dakilerden çok farklı. Para öyle bir güç ki, din, milliyet tanımıyor, herkesi esiri ediyor.

Amanda ve Marian bana uzun uzun Nablus’tan bahsedince sabah erkenden kalkıp yine Bati Şeria'ya geçip, savaşın izlerini taşıyan Nablus’a geliyorum. Şu an Al Najah Üniversitesi'ndeyim, burada birçok gönüllü çalışan Avrupalı öğrenci var, ben de bu projelerle ilgili bilgi alıyorum ki uzun vadeli gelebileyim...

Şimdi şehir turu ve mülteci kampları için yola çıkıyoruz.

No comments: