Wednesday, October 22, 2008

Yüksekova’da 18 Saat Mahsur Kalınca Neler Öğrenilir?




Gerçeküstü kısacık bir İran seyahatinin ardından 20 Ekim Pazartesi İran saatiyle 15.10, Türkiye saatiyle 14.40’da Farsça adıyla Serow, Türkçe adıyla Esendere sınır kapısındayız. Arada tarafsız bölge yok. Aynı binanın bir tarafı İran bir tarafı Türkiye. Humeyni portresinin önünde fotoğraf çektirip Türkiye tarafına geçiyoruz. Atatürk büstünün önünde de bir fotoğraf çekilip Van otobüsüne biniyoruz. Esendere- Yüksekova- Van yolunun kapalı olduğunu öğreniyoruz.

16:00- Yollarda can güvenliği olmadığı gerekçesiyle askerler yolu kapatmış, ne zaman açılacağı belli değil, sınırda bekleyen diğer insanlarla sohbet edip fotoğraf çekiyoruz.

17:00- Yoldan hala haber yok, karnımız aç. Babayiğit gümrük müdürü bize taze fasulye yediriyor.

18:00- Mesai bittiği için sınırdan çıkarılarak Esendere’den 40 kilometre uzaktaki Yüksekova sınırına gidiyoruz. 50 kadar tır ve Van’a gidecek 8 yolcu otobüsü var, hepsi sıraya dizilerek bekliyor. Askerler yanlarına yaklaştırmıyor, bilgi vermiyorlar. Uzaktan tüfeği doğrultup “geri gidin” diyorlar.

19:00 Otobüsteki yolcular ve şoförler Yüksekova’dan bilgi almaya çalışıyorlar. Olayların durulduğu söyleniyor ama yol hala kapalı. Yolun kenarındaki şantiyeye misafir olup çay içiyoruz.

21:00 – Hala haber yok. Şoför, iki yolcu ve ben 500 metre ilerideki kontrol noktasına gidiyoruz. Yolda mayınlar olduğu, yol kenarında PKK’nın konuşlandığı söyleniyor. Yol kapkaranlık ve sessiz, en ufak bir seste irkilerek ama bir cevap alma umuduyla askerlere yaklaşıyoruz. “Dur” emri geliyor. Biz duruyoruz, askerler feneri yüzümüze tutarak yaklaşıyorlar. 5 kişiler, yaşları 20-25 yaş arası, belki daha küçük. Panik halindeler, gerginler. “Yol kapalı, geçemezsiniz” diyorlar. İkinci bir emre kadar beklememiz söyleniyor. Otobüste 4 aylık bir bebek var, yemeğimiz yok, sabah uçağa yetişmemiz lazım desek de kar etmiyor. “Gece bu yol kapalı kalacak, sabah açılır mı belli değil, ne yapacağınız bizi ilgilendirmez” diyorlar. Çaresiz otobüse geri dönüyoruz. Sınır da kapalı, İran’a da giremiyoruz.

22:00 – Yolcular sakin ve sabırlı. Şoför 30 yıldır bu yolda gelip gittiğini daha önce hiç bu kadar uzun bir yol kapama görmediğini söylüyor. Sabah 10’dan beri bekliyorlarmış. Telefonla ulaştığımız kişiler haberlerde bu yolun kapalı olmasıyla ilgili bir şey olmadığını söylüyorlar. İstanbul’dan araba kundaklama haberleri, Doğubeyazıt, Van’dan eylem, yaralanma haberleri geliyor. Kafalar karışık.

23:00 – Hava iyice soğuyor. Otobüsün kaloriferleri çalışmıyor. Öndeki tırlardan birinden fena halde ayak kokan çuvaldan bozma battaniyeler geliyor. İki büklüm uyumaya çalışıyoruz. İçerisi havasız, bebek ara ara ağlıyor, horlayanlar çok, yarı uyur yarı uyanık sabahı ediyoruz.

06:00 – Hava aydınlanmış, hiç bitmeyecek gibi görünen gece sonunda bitmiş, sabah olmuş. Burnum donmuş, çok üşüyorum, karnım aç, yiyecek bir şey yok. Sabırlar tükeniyor, ne olacağını öğrenmek istiyor herkes. Otobüsler ve tırlar askerlerin yanına iyice yaklaşıyor.

07:00 – Atık yağlardan yapılma İran keklerinden yiyoruz. Asker karakoluna tuvalete gidiyorum. Duvarda makineli bir tüfek asılı. Asker sabahın köründe Yüksekova’da pembe ceketli Sydney haritalı çantalı bir hatun görünce şaşırıyor: “Türk müsün İranlı mı?” “Türk, ne zaman açılacak yol?” “Belli değil”. Askerlere malum ikinci emrin kimden geleceğini soruyorum, Yüksekova tugayından diyorlar. Ankara’nın 16 saattir bu yolun kapalı olduğundan ve yüzlerce insanın sefil vaziyette beklediğinden haberi var mı?

08:00 – Herkesin komutanım diye hitap ettiği uzman çavuş geliyor. Uçağa yetişmemiz gerektiğini söylüyorum ve ne zaman açılacağını soruyorum. “Yolda can güvenliği yok, biraz ileride tarayabilirler otobüsü, sizi koruyamayız” diyor. O zaman konvoya eskortluk edin önerimi duymazdan geliyor. Durum bu kadar ciddiyse neden sadece 6-7 asker var bu noktada? Soramıyorum. Uzman çavuş bir anda İstanbullu kızlara fors yapma gayretiyle burada vatanı nasıl koruduklarından, 23 yaşında olduğundan ve 3 yıldır terörle mücadele ettiğinden bahsetmeye başlıyor. Bu sırada kapatılan girişe bir ambulans yaklaşıyor. İçinde acil durumda bir hasta olduğu bilgisi geliyor. Bize kahramanlık gösterisi yapan asker “gebersin” diyor. Yanlış mı duydum acaba diye Esra’ya dönüyorum o da bana bakıyor boş boş. Yolcular “olur mu komutanım, insandır sonuçta geçsin” deyince “bizim askerlerimiz ölürken onlar yardım ediyor mu” deyiveriyor. Şaşkınlıktan dilim tutulmuş oturuyorum.

Uzman çavuş konuşmaya devam ediyor. Hakkari’nin iğrenç bir yer olduğunu, hepsinin soylarının kurutulması gerektiğini söylüyor. Bir yandan da PKK’dan “şu an yaptığımız her şeyi izliyorlar, sizi bırakırsak ileride kimlik kontrolü yapıp Türk olanları alırlar” diyor. Sadece 4 İranlı var, gerisi Türkiye vatandaşı ama benden başka kütüğü “batı”da olan yok.

O otobüsten inince yolcular dayanamayıp faşistliğine sövmeye başlıyorlar. O bu halktan nefret ederse, bu halk devleti nasıl sevsin diyorlar. Esendere, Hakkari/Van bölgesinin ticaret vasıtasıyla ekmek kapısı olduğundan, Yüksekovalılara gözdağı vermek için yolu kapattıklarını söylüyorlar.

09:00 – Uzman çavuş tekrar otobüse binip yanımıza geliyor. Sanki karar veren oymuş gibi bebek ve biz “bayan”ların hatırına geçişimize izin vereceğini söylüyor. Madem can güvenliği yok, şimdi nasıl bizi o yola gönderebiliyor? Akşam emir bekliyoruz derken yalan mı söylüyorlardı? Biz 18 saat, tam 18 saat neden bekledik, şimdi ne değişti?

09:15 – Sınıra benzeyen kontrol noktasından geçip sağa çekiyoruz. 18 saat boyunca bizi aramayan asker birden otobüsteki bütün eşyaları ve insanları boşaltıp aramaya başlıyor. Esra, ben ve bebeğin annesinden başka kadın yok. Kadınların üstü aranmıyor. Çantalarımıza bakılıyor. Askerlere bir koli kek veriliyor ve yola çıkılıyor.

10:00 – Yol boş, Yüksekova normal görünüyor, yoldan ilk geçen araç biziz. Sakin sakin giderken birden yanımda koridorda duran termos havaya zıplayıp patlıyor. Kurşun mu geldi diye bakıyoruz ama değil. Herşeye hazırız, çok yorgunuz, sadece Van’dan 13:40’da kalkacak olan uçağa yetişip eve gitmek istiyorum.

10:30 – Yeniköprü’de ikinci kontrol noktası tekrar kimlikler çıkıyor, yolcular iniyor, valizlere bakılıyor. Askerler hallerinden bezmiş görünüyorlar, kimliklere bakarken sohbet ediyoruz, gencecikler, İstanbul’u soruyorlar, üniversitelerimizi soruyorlar. Bu kadar stratejik noktalarda bu kadar tecrübesiz çocukların işi ne?

11:30 – Mola vermeden ilerliyoruz uçağa yetişmek için. Uyukladığım bir anda Esra uyandırıyor beni. Yolun kenarında kalaşnikoflarıyla gövde gösterisi yapan PKK’lı ya da sempatizanı birkaç kişi var. Şoför, otobüse bir şey yapmasınlar diye destek anlamında korna çalıyor. Hemen ilerideki kontrol noktasında da askerler durdurunca “komutanım nasılsınız” diye başlıyor söze. Sonra açıklıyor: “Burada yaşıyorsan iki tarafla da geçinmek zorundasın” orada yaşayanlar ve en basit haliyle hayatını devam ettirmeye çalışanlar, durumu kabullenmiş, PKK azıtmasın, devlet de halkı hor görmesin diyorlar. Kendilerini de bizden ayrı görmüyorlar. PKK otobüsü durdursa, seni alsa biz durur muyuz diyorlar, hem ne demek sen Türk’sün ben Kürt’üm, kardeşiz, ikimiz de bu vatanın evladıyız diyorlar. Bu laflar İstanbul’da klişe bir konferansta değil, Yüksekova’da, Başkale’de silahlar arasında bir yolculuğu beraber yaparken söyleniyor.

12:30 – İki ya da üç kontrol noktasından daha geçiyoruz. Otobüs durur durmaz kimliğimi çıkarmaya alışmışım artık, otomatik olarak çantamı açıyorum, bekliyorum. Sonuncuyu da geçince bir mola verelim diyorlar. Sadece yarım saat yolumuz kalmış ve uçağa ucu ucuna yetişebileceğim ama yapacak bir şey yok duruyoruz. O 15 dakikayı orada kaybederken artık sinirler boşalıyor ve ağlamaya başlıyorum. Bu uçağı kaçırmak istemiyorum. Bir gün daha burada kalmak, işime geç kalmak, 200 ytl uçak parası vermek, 30 saat içinde bir şeriat, bir laik devlet, bir TSK bir PKK arasında gidip gelmek istemiyorum. Uyumak istiyorum, eve gitmek istiyorum…

13:05 – Yolculardan ikisi onları bekleyen arabaya bindirip yetiştiriyorlar bizi havaalanına. Esra’nın uçağı 14:30’da, bekliyor. Ben aceleyle geçiyorum güvenlik kontrollerinden

14:00 – Uçak kalkıyor. Çok açım, molada da yemedim, param da yok, ikram da yok bu uçakta. Ankara’da duracak, tekrar kalkacak 5’te anca varır İstanbul’a, dayanabilir miyim o kadar? Çantalarımı indirip bozuk para aramaya başlıyorum. Fotoğraf makinemin çantasından bozukluk çıkıyor biraz. 6 ytl toparlayıp bir sandviç alıyorum. Günlerdir değiştiremediğim ve muhtemelen kokan kıyafetlerimle, takati kalmamış halde yiyorum sandviçi.

16:00 – Uçak Ankara’da durup yolcu alıyor, binenlerin yarısının üzerinde Fenerbahçe formaları var. Chelsea maçına gidiyorlarmış. Hey gidi dünya.

17:00 - Uçak Sabiha Gökçen havaalanına iniyor. Esra’nınki direk olduğu için benden önce gelmiş, otobüsle Kadıköy’e gidip yemek yiyoruz, şaşkınlık ve yorgunluğa sonunda İstanbul’a varmış olmanın sevinci ekleniyor.

20:30 Sonunda eve varıyorum. Tahran-İstanbul arası direk bilet alacak paramız olmadığından araba+uçak+araba+araba+otobüs+araba+uçak+otobüs+deniz otobüsü+araba denklemiyle tam 34 saat sürüyor. Biraz zahmetli de olsa “Hakkari gerisi yok gari”nin ne demek olduğunu bu 34 saatte öğreniyorum. Ve o uzman çavuşa katılmıyorum, bence buralar iğrenç değil. 18 saat bizi aç susuz gerekçesiz bekleten askerin sözlerine değil, bana tadı kötü de olsa bir kek veren, ayak da koksa bir battaniye getiren, o yolda, o otobüste kendimi güvende hissettiren insanların (ve evet onlar Kürt) insanlığına inanıyorum… İsimleri kısaltmalardan oluşan resmi gayrı resmi örgütlerin asla barış getiremeyeceğini görmemiz için, o kaderine terk edilmiş 18lik askerlerden kaçının daha ölmesi, o halka daha ne kadar insan değilmiş gibi davranılması gerekiyor, bilmiyorum...

Friday, October 10, 2008

Toplu Taşımadaki Kendini Bilmezlere Had Bildirme Yöntemleri

Oldum olası devlet dairelerinde işini iyi yapmayan insanlara, saygısız konuşanlara, "sen" diye hitap edenlere, fena halde sinir olurum. Bu durumlarla karşılaşınca, şikayet etme değil durum düzeltme odaklı bir mizaca sahip olduğumdan çileden çıkarım, durum da genelde düzelmez. Amire şikayet etsen memuru korur, memura sövsen o sana geri söver, işin yarım kalır diye birşey söyleyemezsin bazen. Çoğu zaman işim hallolduktan sonra çatır çatır söylerim ben hatalarını...

Aynı durumlar özel sektörde olduğu zaman tamamen çileden çıkarım, kabul edilemez bir durum olur bu. O adam sürekli büyümek, kendini geliştirmek müşteri hizmet kalitesi vs. için oradaysa benim için hata yapma kredisi yoktur. İnsan olması ve benim insani değerlere olan sempatim, hataya sadece biraz daha geç tepki vermeme sebep olabilir.

Sıradan insanların yaptıkları haksızlıkları olmasa da sorumsuzlukları ve kabalıkları biraz daha kabul edebilirim. Hayatlarında maruz kaldıkları bir sürü saçmalığı düşünüp, yere tükürmelerine, yer vermemelerine, yüksek sesle konuşmalarına, küfür etmelerine çoğu zaman alınmam, müdahale ihtiyacı da hissetmem. Zaten bir de bunları taksam İstanbul yaşanmaz, dışarıda olduğum sürece acı çekilen bir yer olur benim için. O insanlara kızmak yerine neden öyle davrandıklarını analiz etmeye çalışarak geçiririm vaktimi.

Ev, iş, okul, arkadaş evlerinin hepsinin farklı semtlerle bulunması sebebiyle çeşit türlü toplu taşıma aracıyla devamlı hareket halindeyim. Kadıköy, Koşuyolu, Beylikdüzü, Cihangir, Bostancı, Taksim, Ataköy, Eyüp, Dolapdere, Mecidiyeköy, Üsküdar, Aksaray arası gidip gelirken, tren, otobüs, metrobüs, tünel, vapur, taka, minibüs, dolmuş, tramvay, metro olmak üzere neredeyse mevcut tüm toplu taşıma araçlarına biniyorum. Bunlardan cep telefonu kullanmanın yasak olduğu araçlar geçtiğimiz günlerde 4 gün önce cep telefonu kullanımına bağlı fren kitlenmesi ve ondan birkaç ay önce de cep telefonu kullanımına bağlı direksiyon kitlenmesi ve ikisinin sonucunda da kazalar ve ölümler yaşandı.

Önceden gördüğümde ses etmediğim bu olay bugün yine cereyan etti. Merter'den metrobüse binen 20-25 yaşlarındaki bıçkın delikanlı muhtemelen kız arkadaşıyla "titriyor musun canım, neden, kikiki, cimnastik mi yaptın, kikiki" şeklinde son derece gereksiz bir muhabbet yapıyordu. Zaten cuma akşamı iş çıkışı saatte tıklım tıkış otobüste bir ani frende herkes birbirinin üzerine düşüyor, zaten daha yeni bir kaza daha olmuş, bu çocuk da hiç gocunmadan herkesin duyabileceği bir yükseklikte bu gerizekalı muhabbeti yapıyor. Eğilerek "Geçenlerde biri otobüste cep telefonuyla konuştuğu için kaza olmuş, birisi ölmüş" dedim sessizce. Ters ters bakıp devam etti konuşmaya "ee canım, yok yok ya sen devam et, dün n'aaptın, hmm" dedi aynen. "Kapatın diye söyledim" dedim. "Anladık" dedi, yine devam etti. Sinirlendim ama artık deneyim kazandığım için gayet sakin bir şekilde ortalama 100 kişinin olduğu otobüste yüksek sesle "Bu kişi cep telefonuyla konuşarak hayatımızı tehlikeye atıyor, geçen hafta bu yüzden bir kaza oldu, söyledim ama kapatmıyor" dedim. İnsanlar da çocuk da neye uğradıklarını şaşırdılar. Birileri homurdanıp kapat falan dedi, topu başkalarına atıp onları harekete geçirince mecburen kapadı çocuk telefonu.

Bu sırada insanlar aralarında tartışmaya başladı:"gerçekten konuşmak etkiler mi otobüsü, açık dursa da zararlı mı, ama şoförünkü de açık duruyor, açık olsun konuşulmasın, hayır açık da olmasın" başlıklarında epey muhabbet döndü. Onları harekete geçirdiğim ve sorgulattığım için mutlu, yanımda bana dik dik bakan çocuğun yanında gözlerim ileride, çok ileride gitmeye devam ettim.

Çocuk bana çok fena gıcık olmuştu. Karizmasını darmaduman etmiştim. İntikam almalıydı benden, bir hır daha çıkarıp, kamusal alanda alt etmeliydi beni. Cep telefonunu çıkarıp mesaj yazmaya ya da oyun oynamaya başladı. Belki de sadece tuşlara basıyordu, ben laf edeyim o da açık olunca birşey olmaz desin diye. Banane! Ben amacıma ulaşmıştım, artık benim birşey söylememe gerek yoktu, başkaları müdahale edecek kıvama gelmişti. Sinirlenmedim hiç. Baktı olmuyor, cebine koydu cep telefonunu. Bu sırada son durağa 3 durak kalmıştı ve ben bir anda uyandım. Bu çocuk bana fena gıcıktı ve bir laf sokmadan, bir tekme koymadan gitmeyecekti. Bakışlar devam etti ama sesini çıkaramıyordu. Son durağa yaklaşırken yakalarını yukarı kaldırdı, burnunu çekti sinirli sinirli. O an aklımdan küfürler, kalbimden dualar hücum etti her yerime. İnince ne yapacaktı bana? Nasıl karşılık verebilirdim? Bir bıçak saplayıp kaçsa, o kalabalıkta sıvışır gider, olan bana olur İran'a gidemem, yanımda sert birşey de yok, en sert şey eti form suntaları. Nasıl önleyebilirim diye düşünürken artık son durağa geldik ve ben birden çocuğa dönüp "inince bana herhangi birşey yaparsan avazım çıktığı kadar bağırırım" dedim. Tabii herkes çocuğa ve bana baktı dönüp, eşgallerimiz tespit edildi olay öncesi. Çocuk muhtemelen birşey planladığından şaşırmak yerine "yaparsak bağırırsın" dedi, şaşırmadı, kızmadı bile.

Otobüs durdu, çocuk benim inmemi beklerken, kendisine sürdüğüm kara lekenin sebebini bilmeyen yeni yolculardan biri "hadi kardeşim in bakalım" diye indirdi çocuğu aşağı. Ben de indim, kimseye ilişmedim, yolculardan biri yanıma gelip, "sen de abarttın, tecavüzcü sandı herkes çocuğu" dedi. Bunu hiç düşünmemiştim. O da böyle düşündüyse muhtemelen kudurmuş olmalıydı. Ben otobüsten inince o yürümeyip benim ilerlememi bekledi, ben de 3.5 atarak ama hiç çaktırmadan bir sonraki otobüse bineceğim durağa yürümeye başladım. Arkama dönüp bakamıyordum, otobüs gelmişti, sıranın sonuna geçtiğimde arkamı dönmüş oldum ve çocuğun oraya kadar geldiğini gördüm. Arkada bir yere oturup, heyecanla binip binmeyeceğini izlemeye başladım. Otobüs 10 dakika kadar bekledi ve çocuk binmedi. İnerken yine de baktım acaba otobüste mi diye yoktu, hızlı adımlarla eve geldim.

Sonuçta biraz korktum, biraz eğlendim ve en az 50 kişinin bir daha böyle otobüslerde cep telefonuyla konuşulmasını tekrar sorgulamalarına vesile bir anı üretmiş oldum. O çocuktansa hiç ümidim yok, muhtemelen yarın sabah yine gereksiz hayatındaki gereksiz detayları ondan daha az gereksiz olmayan bir başkasına, başkalarının rahatını bozarak ve güvenliklerini hiçe sayarak yine anlatacaktır. En azından tepki verdikçe, sayılarının çoğalması önlenebilir, belki zamanla nesilleri tükenir...

Sunday, September 14, 2008

İSVEÇ İZLENİMLERİ - 1

Eylül’ün ilk haftasında, bir Kadınlar ve Kültürler arası diyalog toplantısı için İsveç’teydim. Adetim değil, normalde batı ülkelerine olan seyahatlerimi yazmıyorum. Çünkü zaten her şey söylenmiş gibi hissediyorum. Ya da üzerine bir şey söyleyecek kadar heyecanlandırmıyor beni. Önce biraz İsveç, ikinci bölümde 12 ülkeden 22 kişiyle ilginç toplantımızdan notlar.

İsveç gittiğim ilk İskandinav ülkesi. Gider gitmez, havaalanına iner inmez etkiledi beni. Evet belki başka ülkelerdeki gibi burada da trafik yok, şehir harika tasarlanmış, hayat sakin ama daha fazlası var.

Kadın erkek eşitliği herhalde dünyadaki en üst seviyesinde yaşanıyor burada. Kadınların ücretli doğum izin süresi neredeyse iki yıl. Ve bu sürenin en az üç ayını baba kullanmak zorunda, isterse daha fazlasını da kullanabilir. Devlet eliyle babanın da çocuğun bakımında aktif rol alması sağlanıyor. Göteborg sokakları bebek arabalarıyla gezen ya da kafelerde bebekleri kucaklarında muhabbet eden erkeklerle dolu. İsveç başbakanının da bebeği olmak üzereymiş ve o da 3 ay doğum iznine ayrılacakmış.

Görüştüğümüz kadınlardan küçük çocuğu olanlar en geç saat 3’te işten çıkıyorlar. İnsanlar çocuklarını uzun süre kreş ve bakımevlerinde bırakmama konusunda çok bilinçli. (İnsan karşılaştırmadan edemiyor, bizde veliler 5 te de işten çıksa, nasıl olsa anaokulu 7’ye kadar açık olduğu için, 2 saatlik zamanı kendi için kullanıp çocuğu son dakikada alıyor)

Kadınlar, erkeklerin yaptığı, geleneksel olarak erkeklere özgü olduğu düşünülen birçok iş kolunda çalışıyor. Bunlardan bana en ilginç geleni kadın papazlar oldu. Ayrıca 20 yaşında tır şoförleri, gazete genel yayın yönetmenleri, pilotlar da çok.

Evde yemekleri daha çok erkekler yapıyor. Misafir olduğumuz İsveçli ailenin evinde, ev sahibi erkek biryani, İsveç köftesi ve elmalı payı tek başına yapmıştı. Bizim bu duruma şaşırmamıza da çok şaşırdılar.

7 milyonluk ülke nüfusunun 5.5 milyonu İsveç Kilisesi üyesi ama genel olarak seküler sayılabilecek bir ülke. Zira bu insanların %90’ı vaftiz, evlenme ve cenaze işleri dışında hemen hiç kiliseye uğramıyor.

Devlet çalışanların kazancının 1/3’ünü, işverenlerin kazancının yarısını vergi olarak alıyor. Ayrıca %25 katma değer vergisi var alışverişlerde. Hayat pahalı, yaşam standartları çok yüksek, ama materyalizm güçlü görünmüyor. Sosyal devlet ve kapitalizm el ele güzel bir sistem inşa etmişler gibi.

Mesela kaldığımız otelin lobisinde elmalar, meyve suları, kahveler var, bütün gün serbest atıştırmak. Daha önce görmemiştim böyle bir durum, oteller maksimum kara odaklanmazlar mı? Belki de hostel ruhuyla otel lüksünü birleştirmişler.

İnsanlar sade ve şık giyiniyor, canlı renkler yok, işlemeler, çiçekler, tokalar yok, sade renkler sade tasarımlar ve bence muhafazakar bir giyim tarzı. Şöyle yordum kadınlar için biraz: Zaten erkeklerin olduğu her alanda varlar, eşitler, acaba dişiliklerini vurgulamaya ihtiyaç mı duymuyorlar? (Yoksa içleri mi geçmiş?)

Çeşme suyu içiliyor, çok temiz ve lezzetli. Bu yüzden de yeni bir karar alınmış, Göteborg’da pet şişeyle su satışını yasaklıyorlar yakında. Herkes çeşmeden içsin, böyle bir ihtiyaç yok diyerek. (şu an yarım litre su 2.5 euro)

Göteborglular şehirlerinden bahsederken “şurayı şöyle yaptık, bu konuda böyle karar verdik” diye sahiplenerek konuşuyorlar devamlı. Demokrasi kuvvetli, yönetime katılım yüksek. Belediye çalışanlarının tamamına yakını part time çalışıyor (sadece 9 kişi tam zamanlı), kalan zamanlarında kendi mesleklerini icra ediyorlar. Belediye başkanı şehirdeki çoğu insan gibi işine bisikletle gelip gidiyor.

Şehri Hollandalılar inşa etmiş, kanallar ve köprülerle dolu sevimli bir şehir. Ulaşım çok kolay, şehrin her yerine tramway ya da otobüs var.

İsveçli olmak için İsveç’te yaşamak yeter diyorlar. Kısa bir zaman öncesine kadar İsveç’te iki yıl yaşamış olmak vatandaşlık almak için yeterliymiş. Irka ve etnisiteye gönderme yok, toprağı kutsallaştırma yok, “şansımıza burası denk gelmiş, belki de yarın başka yerde yaşarız, kimbilir?” diyorlar. Hiç mi milli duygu yok canım deyince de milli maçları örnek veriyorlar.

Afrika’dan ve Ortadoğu’dan çok göçmen var. Vatandaşlık kolay alınıyor fakat göçmenler entegrasyona direniyorlar. Eğitim üniversite dahil ücretsiz ve kaliteli olduğu halde üniversiteye gitmiyor çoğu. Lise sonrası meslek eğitimlerine de katılmıyor. Almancı usulü evlenip bir sürü çocuk sahibi olarak, çocuk parası alıyorlar. Boşanıp ayrı eve taşınan ve devletten daha çok para almaya çalışan çiftler de mevcut. Ve bu insanlar, buraya gelip kendilerine sunulan bütün fırsatları tepip, akılları sıra devletin açık noktalarını yakalayıp tembel tembel yaşıyorlar. Mahallelerinde kahveler var bütün gün boş boş oturdukları. Üstüne üstlük de bunlar kafir gavur diye sürekli sövüyorlar İsveçlilere. (Bunları bana orada 43 yıldır yaşayan bir Türk anlattı, İsveçliler göçmenler hakkında kötü bir laf etmediler, bu ne olgunluk?)

Her yıl üniversitelerdeki bölümlerin puanları 4 yıl sonra gerekecek olan iş grupları, istihdam istatistiklerine göre hesaplanıyor. Her alanda yeteri kadar uzman yetiştirilmeye çalışılıyor. Üniversite son sene çoğunda stajlarla dolu geçiyor. 20 sene öncesine kıyasla daha az insan üniversiteye gidiyor çünkü daha kısa süren meslek eğitimleri de, maddi olarak tatmin edici koşullar sunuyor.

Liberalizm sanki bir ideoloji değil de içselleştirilmiş bir değer gibi burada. İnsanlar hem açık görüşlü hem saygılı hem de mütevazı.

Şehirde bir tek dini kitaplar satan kitapçı var ve adı DIN BOK. (din=din, bok=kitap)


Kilise tarih boyunca güçlü bir kurum olmuş, hala birçok alt kuruluşu, arazileri var. İnsanlar kilise üyeliği için de yıllık aidat ödüyorlar. Çoğu sadece iyi bir cenaze töreni istiyor kiliseden. Şimdilerde belediyeler de sivil cenaze hizmetleri düzenlemeye başlamış, böylece kilise üyeliğinden ayrılanlar artmış.

Kalp krizleri için ve hayvanlar için özel ambulanslar var.

Sosyonomi bilimi yaygın bir anlayış olarak kullanılıyor sistemde. Yani toplumsal olayların insan psikolojisine yön vermekten ziyade insanların sistemi değiştirdiği önermesine dayanıyor. Bireye öncelik var, temellik var. Belki de bu yüzden sistem sürekli değişen şartlara kendini adapte ediyor, yeniliyor.

İsveç hala kron kullanıyor. Yakın zamanda da Euro’ya geçmeyi düşünmüyor. Çünkü her konuda olduğu gibi burada da bireyin faydasını öne koyuyor. Euro kapital için iyi fakat insanlar için kötü.

1967’ye kadar trafik soldan akıyormuş, sonra bir gecede değiştirilip sağa alınmış.

Homoseksüeller, transeksüeller gibi marjinal gruplar ailelerinden ya da yaşadıkları topluluklar tarafından tehdit, ayrımcılık gibi davranışlara maruz kalırsa, valilikler kimlik değiştirmelerine, ev ve iş bulmalarına yardım ediyor. Aynı şekilde namus davalarında da diğer İskandinav ülkeleriyle işbirliği halinde kişiye yeni bir hayat kurması için yardım ediliyor. Fakat şimdilerde bir adım öteye gidip, namus davalarını önlemenin bir yolunu aramaya başlamışlar. Bu noktada da çelişkiler çok çünkü insanların kültürlerine müdahale etmeme üzerine kurulu bir sistemde nasıl bir ayırt edici kriter kullanacakları belirsiz.

Şehir içinde hayat engellilere uygun inşa edilmiş genel olarak. Bunun yanında son gün gittiğimiz Groto adasının büyük bölümü tamamen engellilere özel inşa edilmiş. Restoranlar, yürüyüş alanları, tuvaletler, iskeleler vs.

Nasıl olmuş da bu insanlar bu kadar ilerlemiş, en güzeli de ilerlemenin teknolojiden bağımsız olabileceğini kanıtlamış? Bence 200 yıldır hiçbir savaşa katılmamış olmalarının etkileri büyük. Herkes birbirini çatır çatır öldürürken, onlar üretim yapmışlar. Konuştuğum birkaç İsveçli savaşa katılmamış olmamakla övünmüyor da müdahale etmedikleri için kendilerine ödlek diyorlar.


*İsveç’e gitmeden iki gün önce bir dolaptan düşüp hem dolabı hem makinemi kırdım hem de omzumu incittim. Bu yüzden fotoğraf çekme konusunda çok isteksizdim İsveç’te, pek de fırsat olmadı :(

Sunday, August 10, 2008

Bisikletle Ortadoğu-4: Filistin

11 Mayıs 2008, Eriha

Umutlarımızın tükenmeye çok yaklaştığı anda Filistin’e girebilmeyi başarmıştık. Bizi bekleyenlere teşekkür ettik, İtalyanlar “Otobüste sizsiz ne yapardık”’ diyerek bizim bu ekibin bir parçası olduğumuzu hissettirdiler. Gerçekten o andan itibaren takım ruhunu daha fazla hissetmeye başladım.

Gittiğimiz ilk şehir, Eriha, Filistin’in geneline pek benzemeyen daha sıcak, tropik, palmiyeli, turistik bir şehirdi. Onu turistik yapan en önemli yapısı Mount of Temptation yani Ayartma Dağı’ydı. Hz. İsa peygamber olmadan önce bu dağa çıkıp 40 gün 40 gece oruç tutmuş ve şeytanla imtihan edilmişti. Şimdi onun kaldığı mağara ve etrafı Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı önemli bir manastırdı. Daha önceki gelişimde bize içini gezdirip karpuz ikram eden Papaz Gerosemos’u ziyaret edip Cerenlerle tanıştırmak istedim. Avustralyalı belgeselciler Emma ve Amy’yi de alarak teleferikle yukarı çıktık. Emma ve Ceren teleferikte korkudan ecel terleri döktüler çıkana kadar.
Günlerden Pazar olduğu için manastırın kapalı olduğunu içeri giremeyeceğimizi söylendi. Geçen sefer de böyle olmuştu ama kapıyı yeterince ısrarlı çalınca açmışlardı sonunda. Amy, özellikle babasına anlatmak için görmek istiyordu manastırı.

Kocaman demir kapının önce zilini çaldık birkaç kere, açılmayınca tokmağı vurmaya başladık. Aralıklarla yarım saat boyunca ‘Peder Gerosemos’ diye bağırdık, ama cevap gelmedi. Günbatımını orada izlemekle yetindik. Lut Gölü’nü uzaktan izlerken İsa’nın 1980 sene önce bu dağda bizimle aynı yerde durduğunu düşünmek çok garipti. Kimse konuşmadı, herkes kendi sessizliğinde, kendi içinde yaşadı o anları.

6 ay kadar önce kuzenim de Eriha’ya gelmişti. Şehir içinde gezerken bir imamla tanışmış ve evinde misafir olmuştu. Ortak bir dil konuşamamalarına rağmen kuzenim adamı çok sevmiş ve olur da görebilirsem diye benimle bir hediye yollamıştı. Telefonu ya da adresi yoktu, sadece adını ve imam olduğunu biliyordum. Otele gelince resepsiyondakilere durumu anlattım, tanıyorlarmış, biz buluruz onu, götürürüz sizi dediler.

Bu arada konferans salonunda Filistin’in önemli STK’larından SİRAJ’ın bir sunumu vardı, vali de gelmiş hoş geldiniz konuşması yapıyordu. Şehrin şu anki durumuyla ilgili bilgiler aldık. Durum iç açıcı değildi. Turizm dışında iş alanı yok gibiydi, mülteci sayısı çok fazlaydı, İsrail baskısı çok yoğundu.
Benim en çok merak ettiğim, biz sıradan insanların bu durumun değişmesine nasıl katkıda bulunabileceğiydi. Nasıl gönüllü çalışma programları vardı, kimler gelebilirdi, ne gibi şartlar aranıyordu, ne kadar masrafı vardı? Kısacası buraya gelmeye karar vermek ve İngilizce bilmek işin en önemli kısmıydı. Uçak biletini alıp buraya bir kere geldikten sonra yapılacak çok iş vardı ve çoğu program kalacak yer ve yemek sağlıyordu. Bu şekilde gönüllü çalışanlardan biri de Stephen’dı, Los Angeles’tan Filistin’e geleli henüz birkaç hafta olmuştu.
Gönüllülerin koordinasyonu, seminerlerin, fuarların organizasyonu gibi işlerde çalışıyordu ve birkaç hafta içinde birkaç yıl anlatmaya yetecek kadar anı biriktirmişti. Yemek sırasında uzun uzun konuştuk, başına gelen ilginç olaylardan, ‘Batı’nın Filistin’e bakışına, Filistinli fırsatçılara, İsrailli ikiyüzlülere, enine boyuna konuştuk. Bazen bir sonuca varmak ya da durumu değiştirmek imkansız görünebilirdi ama insan bu tür konuşmalar sayesinde sonraki yolunu çizmede çok iyi dersler çıkarabiliyordu.

Saat geceyarısına yaklaşırken bir görevli yanıma gelip yukarıda bir ziyaretçim olduğunu söyledi. Bir an İsrailliler’in dönüp “bir yanlışlık olmuş, Ürdün’e yallah” diyeceklerini düşünmedim değil. Beni kim ziyarete gelebilirdi ki burada?

Lobiye çıktım ve resepsiyondakiler pembe gömleğiyle tebessüm ederek koltukta bekleyen imamı gösterdiler bana. Yanına gidip hoş geldiniz dediğimde şaşkındım. Muhtemelen konuştuğum kişiler ona haber vermişler, Türkiye’den arkadaşının kuzeni geldi diye, o da atlamış gelmiş. Hem de elinde yeğenim Mary ve benim için birer hediyeyle! Adamcağız hiç İngilizce bilmiyordu, nedense akıl edip bir tercüman da bulamadım o an. Doğru dürüst konuşamadık. Sadece hediyeleri verdik birbirimize ama ikimiz de çok mutluyduk. Ben onun saflığına, iyiliğine, üşenmeyip hediye alıp buraya gelmesine inanamıyordum, o da Türkiye’den arkadaşının ona hediye göndermesine. 10 dakika süren görüşme sonunda “yine gelecek misiniz beni ziyarete?” dedi, “sen de gel, kuzenin de gelsin”. O kadar samimi söylüyordu ki bunu sanki eskiden çok iyi arkadaştık ve uzun zaman görüşemedik de yeniden bir araya gelmişiz gibi seviniyordu. Daha önce de benzer durumlar olmuştu. Seni seven, aileni merak ediyor, otomatikman onları da seviyorlardı.

Bu arada artık sızlayan ayaklara, uykusuzluktan çökmüş gözlere ve yorgunluğa aldırış etmiyorduk. Sadece uykuya dalmadan önce ölecekmiş gibi bitmiş hissediyordum kendimi. Allahtan yorgunluk yüzünden bu hissediş, yastığa kafayı koyuşla uykuya dalış arasındaki süre en fazla 5 dakika sürüyordu.

12 Mayıs 2008, Ramallah

Sabah erkenden kalkıp Eriha’dan Ramallah’a doğru yola çıktık. Programımızda Kudüs yoktu ama buraya kadar gelmişken ve bir daha gelip gelemeyecekleri meçhulken Ceren ve Pınar mutlaka Kudüs’ü görmeliydi. Ramallah’a yaklaşırken Kudüs’ün etrafını çevreleyen Utanç Duvarı’nı gördük. Üzerindeki protesto yazıları günden güne artıyordu. En ilginci CTRL+ALT+DEL işaretiydi benim için.

Eriha- Ramallah- Kudüs çemberinde tabelalar bir İsrail bir Filistin oluyordu, sadece 2 kilometrede bir sınır değişiyordu resmen. Herkes hayretler içinde durumu anlamaya çalışıyor, ben daha önce geldiğim için benden medet umuyordu. Duvardan Ramallah’a döndükten hemen sonra 5 kişi gruptan ayrıldık. Bir taksi dolmuşa binip Duvar’a gittik. Ramallah, Batı Şeria’nın bir parçasıydı ve Kudüs’ten yalnızca 16 kilometre uzaktaydı. Ancak Ramallahlılar ve Kudüslüler tamamen ayrı iki kimliğe sahiplerdi. Kudüslüler Ramallah’a geçebiliyor fakat Ramallahlılar kesinlikle Kudüs’e gidemiyorlardı.

Duvara vardığımızda uzunca bir kuyrukla karşılaştık. Yüzlerce insan yanı başlarındaki kendi şehirlerine girebilmek için saatlerce kuyruk bekliyorlardı. Önümüzde demir bir kapı, belirsiz zaman aralıklarıyla açılıyor, birkaç kişinin geçmesine izin veriyor, sonra hiçbir işaret vermeden birden kilitleniyordu. Orada beklediğimiz bir saatte, insanların bunu her gün, çalışanların sabah akşam yaşadığını düşününce yine isyan bayrakları yükseldi içimizde.

Sonunda sıra bize geldi, bir kulübe içinde oturan tam zırhlı askerlere pasaportlarımızı gösterip geçtik. Yabancı olduğumuz için sorgulanmadık, bazı Filistinliler bir de uzun uzun sorgulanıyorlardı burada. Duvarı geçince tekrar bir minibüse binip eski şehre gittik. Şam kapısına doğru yürürken sanki dünyanın merkezine yürüyormuş gibi hissettim. Bu şehrin başka hiçbir yerde olmayan o atmosferi sanki ilk defa görüyormuş gibi heyecanlandırdı beni.

Vaktimiz çok kısıtlıydı, önce Mescid-i Aksa’ya gittik. Üzerimizi değiştirmeye vakit bulamadığımız için, bisiklet kıyafetlerimizle kapıya vardık. Kapıda işler değişmemişti; yine önce bir Dürzi görevli din/iman kontrolü yapıyordu, ben Ayet-el Kürsi’yi okuyunca diğerlerine bir şey sormadan hepimizin ikinci kontrol noktasına geçişine izin verdi. Böylece aslında Müslüman olmadığı için içeri giriş izni olmayan Amy de arada kaynamış oldu.
İkinci kontroldeki Müslüman görevli yarım yamalak örtülmüş saçlarımızı ve yarısı açıkta kalan kollarımızı görünce mırın kırın etti, “sadece bahçeyi gezin, caminin içine böyle girmeyin” dedi. Diğer camilerde olduğu gibi burada ödünç verilen yedek kıyafetler yoktu.

İçeri girip biraz ilerledikten sonra başka bir görevli gelip “buraya böyle giremezsiniz, hemen dışarı çıkın” diye bağırarak yanımıza geldi. Elindeki telsizle giriştekilere bizi içeri aldıkları için fırça atarken bir yandan da bizi kovuyordu. Ben de buraya gelmek için çok uğraştığımızı zaten hemen gideceğimizi, başlarımızın örtülü olduğunu açıklamaya çalıştım ama onun kafasındaki Müslüman kadın formatına uymadığımız için kabalıkta sınır tanımıyordu, dinlemedi bile!

Kapıdaki görevliye o zaman bize kıyafet vermesini söyledim, satıcı bir arkadaşını çağırıp, acaip çarşaf türevi kıyafetlere 20’şer dolar para istedi, iyice sinirlenip ben de onlara sövmeye başladım. Bu sırada caminin hemen yanında oturan bir kadın imdadımıza yetişti. Bizi evine çıkardı, hepimizi bir güzel giydirdi, örttü ve gönderdi. İçeri tekrar girdiğimizde tansiyon düşmüştü. Kubbet’ül Sahra’nın muhteşem görüntüsüne bakakaldık uzun süre.
Sonra Mescid-i Aksa’nın içine girdik. Herkes bir tarafa dağıldı, etrafa baktı, dua etti. Burası öyle huzurlu bir mekandı ki insan bütün planlarını boşverip saatlerce oturabilirdi.

Çıkışta kıyafetleri sahibine geri verip, caminin hemen arkasındaki Ağlama Duvarı’na gittik. Burada da X-Raylerle bezenmiş güvenlik kontrollerinden geçtik mecburen. Haremlik selamlık olan duvarın kadınlar tarafında durduk bir süre, ileri geri sallanarak yüksek sesle dua okuyanları izledik. Duvarın hemen arkasındaki Mescid-i Aksa, üzerindeki beyaz güvercinler, bir yanda Yahudiler, bir yanda Müslümanlar, birbirine teğet geçen ama değmeyen hayatlar, hepsini bir arada düşünürken epey vakit geçti. Hiçbirimiz birbirimizle konuşmadan kendi kendimize algılamaya çalıştık olan biteni.

Ağlama Duvarı’ndan sonra, eski şehrin muazzam güzellikteki ve eskilikteki taş sokaklarında yürüdük biraz. Sonra da Hz. İsa’nın mezarının olduğu iddia edilen iki mekandan birine, Holy Sepulcher Kilisesi’ne gittik. Ziyarete kapanmasına birkaç dakika kaldığı için hızlıca gezip çıktık. Bazı insanlar mezar taşına sarılıp ağlarken, bazıları dizlerinin üzerine çökmüş öpüyordu mezar taşını.

Nasıl olmuş da üç önemli dinin de merkezi tek bir şehir olmuştu? Kutsal mekanları neden bu kadar iç içeydi? Acaba farklı merkezler olsa burada hala bu kadar çatışma olur muydu? Filistin’in ve Kudüs’ün merkez seçilmesinin sebebi neydi? Bu şehrin başından geçen her detayı öğrenmek istiyordum. Ama çoğu zaman bu sorularıma net yanıt alamıyordum.

Hava kararmıştı, artık Ramallah’a dönmemiz gerekiyordu. Bir şeyler atıştırdıktan sonra bir taksi durağına gittik. Taksiciyle pazarlık yapıp anlaştık ve yola çıktık. Taksinin üzerinde bir taksi işaretinin olmamasından işkillenmiş olsam da ses etmedim. Kudüs’ün hemen çıkışında İsrailli askerler arabayı durdurdu. 25 yaşlarındaki şoför bize bir şey sorarlarsa arkadaş olduğumuzu söylememizi tembihledi telaşla. Asker, tüfeğiyle arabaya doğru yaklaşırken ona kızıp “ne, nasıl, sen korsan mısın” diyecek vakit yoktu. Asker fenerini arabanın içine tutunca arkada sıkış tepiş oturan 4 kız, önde onlarla aynı ülkeden olmadığı belli olan bir başka kız, bir de Filistinli şoför gördü. Pasaportlarımızı istedi ve şoförü dışarı çıkardı. Ne olacağını, bize bir şey sorulduğunda ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Çocuğun istediği gibi arkadaşı olduğunu söylesek başımıza iş açılır mıydı? Ya da gerçeği anlatsak çocuğun başına ne işler gelirdi? Sadece bize herhangi bir soru sorulmamasını diledik o an.

Asker geri geldi, pasaportlarımıza bakmaya devam ederken nereye gittiğimizi sordu. Amy büyük bir soğukkanlılıkla Ramallah’taki otelimize gittiğimizi söyledi. Ramallah turistik bir şehir olmadığından ve orada kalan yabancıların illaki Filistinlilerle bir işi olduğu için orada bulunduğundan ben bu cevabı veremezdim, peşinden daha çok soru gelecekti. Fakat Amy bu detayları bilmediğinden öyle soğukkanlı cevap verdi ki, asker ayrıntıya girmedi ve “bu adam sizin arkadaşınız mı” diye sormakla yetindi. (Kapalı uçlu zorular her zaman soruyu soran kişinin lehinedir ve cevap veren kişinin işini kolaylaştırır.) “Evet” dedik, halbuki bu adamı nereden tanıyorsunuz deseydi muhtemelen vereceğimiz cevap daha fazla soruyu ve sorunu beraberinde getirecekti. “Devam edin” dedi ve pasaportlarımızı geri verdi. Ucuz atlattığımız için öyle sevinmiştik ki şoföre kızamadık bile. Sadece askere ne söylediğini sorduk. Babasının arkadaşı olduğumuzu söylemiş. Biz babasının nereden arkadaşıyız, babasının adı ne, onun adı ne, böyle saçma açıklama olur mu?

Kazasız belasız otele vardığımızda saat akşam 10’du ve konferans salonunda yine İsrailliler’in katılmamasıyla ilgili hararetli bir tartışma vardı. Zaman kaybı olarak gördüğüm tartışmaya gruptan birkaç saat ayrılmış olmanın verdiği vicdan azabıyla katıldım. Bu sırada kendisini Filistin’e gitme konusunda gaza getirdiğim, Nablus’a önce birkaç haftalığına giden sonra 7 ay kalan arkadaşım Khushbu aradı. Ramallah’taydı ve beni görmek istiyordu. Otele geldi, yarım saat kadar konuşabildik, yakında London School of Economics’te mastera başlayacağı için buradan ayrılacaktı ve çok üzülüyordu. Hayatının en ilginç en güzel günlerini burada geçirdiğini söylüyordu. Sayılı dakika çabuk geçti, sabah erken kalkmamız gerekiyordu. Sırasıyla Ankara, İstanbul, Ahmedabad ve Delhi’nin ardından bu kez de Ramallah’ta görüşmüştük, bir dahaki buluşmamızın nerede olacağını bilemeden, yeterince konuşamadan hüzünlenerek ayrıldık birbirimizden…

13 Mayıs 2008, Nablus

Artık sonra yaklaşıyoruz. Zaman her ne kadar dolu dolu geçse de yine çabuk geçiyor, yine de doyulmuyor. Sabah –yine erkenden- Batı Şeria’da direnişin en yoğun olduğu şehirlerden Nablus’a doğru otobüsle yola çıktık. Bize rehberlik eden Filistinli öğrenciler, İsrail’in günlük hayatlarını ne kadar zorlaştırdığından, şehirler arası geçişlere (Kudüs hariç) hakları olduğu halde İsrail’in bunu engellediğinden, maddi sıkıntılardan, toprağın ekilememesinden, kontrol noktalarında yaşadıkları aşağılanmalardan bahsettiler.

Bu sırada yol boyunca sağlı sollu devam eden, her 10 metrede bir dikilmiş İsrail bayrakları çekti dikkatimi. İsrail 15 Mayıs’ta kuruluşunun 60. yılını kutluyordu. Ve bu kutlamayı bağımsızlıklarını ellerinden alarak baskı kurmaya devam ettiği Filistin topraklarında yapmaktan çekinmiyordu. Bu tarih İsrail için bağımsızlık anlamına gelirken, Filistin için esaretin başlangıç tarihiydi, Nakba’ydı. Ne zaman biteceği bilinmeyen, uzun yıllar sürecek sıkıntılı yılların miladıydı. Bir milletin düğün günü, diğerinin cenazesiydi. Elbette İsrail’in kendi tarafında kutlama yapmasına bir şey denemezdi, fakat Filistin topraklarında gözüne soka soka İsrail bayrağını dalgalandırmanın nefreti arttırmaktan ve potansiyel saldırıları tetiklemekten başka nasıl bir sonucu olabilirdi?

Ramallah- Nablus arası hem kalıcı hem de geçici birçok kontrol noktasıyla dolu olduğundan, seyahatin uzun süreceğini düşünüyorduk. (Geçici kontrol noktası: İsrail tank ve ciplerinin birden ortaya çıkıp yolu kesmesi ve kontrole başlaması, yüzlercesi mevcut) Fakat bazı günler yabancılar üzerinde olumsuz etki bırakmamayı tercih eden askerler, en büyük kontrol noktası olan Hawara’ya kadar bizi durdurmadılar. Hawara’ya geldiğimizde de durum sakin görünüyordu. Biz her ne kadar özel muameleye tabi olsak da, Filistinlilerin sebepsiz yere saatlerce kuyrukta beklediğini açıkça görebiliyorduk.

Yolun kalan kısmını şehir içinden de geçerek bisikletle gittik. Basının ve insanların yoğun ilgisi vardı. Bir ara yine medya kamyonetine geçip, kendime zar zor bir yer ayarlayıp çekim yaptım. Bu sırada gazetecilerden biri şöyle dedi: “Bu organizasyonun adı neydi, Push the Women mı?” Adam şaka mı yapıyor diye baktım ama ciddiydi, “Follow the Women, follow!” dedim. Basın ilgi gösteriyordu göstermesine ama kim olduğumuz, ne olduğumuzla ilgili bir fikri yoktu.

Yine uzunca bir yokuşun ardından son durağımız olan An Najah Üniversitesi’ne ulaştık. Filistin’in en kapsamlı, imkanları en geniş okulu olan üniversitede, önceden tanıştığım ve filistinfilistin.com sitesi aracılığıyla Türkiye’den gönüllü çalışma programlarına yönlendirdiğim kişiler sebebiyle irtibatımın devam ettiği insanları gördüm. Halkla İlişkiler Müdürü Ala, hep Türkiye’den katılımın az olmasına üzüldüğünü söylerdi. Bu kez bizi topluca bir arada görünce çok mutlu oldu.

Konferans salonunda çok iyi hazırlanmış bir Nablus tarihçesi ve bilgilendirici konuşmalar dinledik. Sonrasında grubumuzdan Ela, İtalyan ekibinden Lisa ile birlikte Pippa Bacca anısına getirdiğimiz gelinliği üniversiteye hediye etti. Döndükten sonra Bacca’nın annesinin bu hareketten çok etkilendiğini ve Türkiye’ye gelip bizimle tanışmak istediğini öğrenecektik.

Öğle yemeğini öğrencilerle birlikte okul kantininde yedik. Diğer Ortadoğu ülkelerinin aksine burada sponsorlar yoktu, bu yüzden de herkesle birlikte yiyip içiyorduk. Böylece çok daha fazla insanla tanışıp sohbet etme şansımız oldu.

Öğrencilerin çoğu üniversiteyi bitirdikten sonra Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi ülkelere gidip çok iyi şartlarda çalışabiliyordu. Konuştuğumuz herkesin İngilizcesi çok iyiydi. Benim Türkiye’de adını bile duymadığım Ihlamurlar Altında ve Gümüş isimli diziler burada son derece popülerdi. Müzikleri cep telefonlarında çalıyor, esnaf gündüz işi gücü bırakıp çarşıda bu dizileri izliyordu. Türkiye’den olduğumuzu söyler söylemez bu dizileri soruyordu herkes.
Öğleden sonra bisikletle şehir merkezine gittik ve ertesi gün döneceğimiz için bisikletlerimizle vedalaştık. Aslında program bir gün daha Cenin’de devam ediyordu fakat bizim uçuşlarımız bu şekilde olduğundan dönüyorduk. Bisikletimle vedalaşırken gerçekten duygulandım. Artık bir parçam gibiydi, aynaları ve kornasıyla zor anlarımda yanımda olmuştu, kendisine son bir kez sarılıp gitmesine izin verdim. Aynaları ve kornayı da benden bir hatıra olarak bıraktım.

Nablus eski şehir içindeki turumuz benim için sıkıcıydı. Grup halinde gezmek gidilen yerdeki insanlar için çok rahatsız edici olabiliyor. Kendim gidip istediğim yerde istediğim kadar vakit geçirebilmeyi tercih ederdim.

Bir ara bir kasapla konuşacak oldum, nereli olduğumu sordu, Türkiye deyince “Osmanlı bu Yahudilerden bin beterdi” diye sövmeye başladı. Daha sonra sorduğum öğrenciler de öğrendikleri tarih itibariyle Osmanlı’yla ilgili hoş anılar anlatmadılar. Okul müfredatının ne kadarı İsrail kontrolünde, Osmanlı gerçekten İsrail’den daha zalim miydi, bilemiyorum. Gerçi varsın öyle olmamış olsun, önemli olan gerçekte ne olduğu mu, insanların ne hatırladığı mı? Herkes hafızasını kendi deneyimi üzerinden kuruyor…

Şehir turumuza devam ederken Pınar durup, esnafın bize kötü bakışlar attığını söyledi. Ben de biz de olsak şehrimize birden yüzlerce kadın gelse ve alışık olmadığımız türde giyinen kadınlar olsa bakacağımızı söyledim. Tam o sırada arkadan gelen bir polis arabası Pınar’ın ayağının üzerinden geçti. Geçmeden önce de ne olduğunu anlayamayıp bir süre orada durdu. Talihsizce Pınar ikinci kazasını geçiriyordu, panikle ayağını ezen polis arabasına binip süratle hastaneye doğru yol almaya başladık. Allahtan ayağında bilekli ayakkabı vardı, yoksa kesin kırılırdı, tam bileğin üzerinden geçmişti. Canı yanıyordu ama çok kötü değildi. Polis ne yapacağını bilmez halde bir yerlere telefon ediyordu. Bir an önce buz koymamız gerektiğini söyledik ama İngilizce bilmediği için buzun ne olduğunu bir türlü anlatamadık. Bu sırada o kadar hızlı kullanıyordu ki arabayı, ikinci bir kaza geçirebilirdik. Sonunda hastaneye geldik. Ortalık dökülüyordu, içeride ağır, basık bir hava vardı. Acil odasına girdik, doktor geldi, muayene etti, önemli bir şey olmadığını ama her ihtimale karşı film çekilmesini istedi. Camları çatlak, cihazları eski binada, fazla beklemeden filmi çektirdik. Yürümemesi gerektiği için Pınar’ı tekerlekli sandalyeye koymuşlardı, polis de yardım etmeye çalışıyordu. Durum bir an çok trajikomik geldi, Pınar’ın ikinci kez kaza geçirmesine mi şaşırayım, polisin şehre gelen bir yabancıyı inciterek başına iş açılmasından korkmasına mı bilemedim. Polise önemli bir durum yok, haydi bir çikolata al da barışalım dedik. Hemen koşup bakkaldan bir sürü çikolatayla geri geldi, yüzünde güller açıyordu, ucuz atlattığımız için o da biz de çok mutluyduk. Tekrar tekrar özür dileyerek bizi üniversiteye geri götürdü.

Mülteci kamplarından çocukların hazırladığı folklör gösterilerinin ardından geceyi geçireceğimiz eski bir hapishaneye gittik. Artık misafirhane olarak kullanılan binada bir bürokrat karşıladı bizi. Yakın zamanda Gazze saldırısında ölenler için mum yakıp birkaç dakika sessizce bekledik.

Üniversiteden hapishaneye giderken yolda tanıştığımız Hijazi’nin hayat hikayesini dinledik bütün gece. Hiç sebepsiz kendisine hiçbir açıklama yapılmadan bir gece evinden alınıp hapse atılışını ve yıllarca kalışını, üstlenmesi teklif edilen suçlar karşılığında alacağı ceza indirimini kabul etmeyerek yıllarca direnişini, ailesinden yok yere kaybettiklerini… Saatlerce o anlattı, biz dinledik, onun gözleri doldu, bizim sesimiz titredi, o korkularına geri döndü, biz ürperdik.
Ama onu öldürmeyen güçlendirmişti, şimdi uluslar arası kuruluşlar için çalışan başarılı bir rehberdi ve görece rahat bir hayatı vardı. Halimize şükretmekle onun haline üzülmek arasında, saat gece yarısını geçerken uykuya daldık.

14 Mayıs 2008, Amman

Daha önce Filistinli mahkumların kaldığını bildiğimiz koğuşlarda uyumak çok tuhaftı. Kim bilir neler yaşanmıştı bu odalarda. Uyandığımda gidecek olmanın bir de programdan erken ayrılıyor olmanın üzüntüsüyle çok keyifsizdim. Kimseyle konuşmak istemedim, vedalaşmak istemedim, yemek istemedim, çay içeyim derken hepsini elime döktüm, daha da moralim bozuldu. Sonunda birkaç kişiyle vedalaştım hiç istemeden. Detta’ya sarılırken yine kendimi tutamayıp başladım ağlamaya. Ayrılmak zordu, normal hayata dönmek sıkıcıydı, bilip de gitmek zorunda olmak vicdan azabıydı, yapacak bir şey yoktu.

Kiraladığımız minibüsle önce Kudüs’e uğradık. Ceren’le Pınar’ı Ermeni fotoğrafçı Varousch Amca ve Süryani cemaatinin lideri terzi Sami Bey’le tanıştırdım. İkisi de bizi gördüklerine çok memnun oldular ama az kaldığımız için kızdılar. Biletlerini sonradan değiştirdiğimiz için bizim uçakta yer yoktu, Tel Aviv’den döneceklerdi. Onların uçağı gece 5.50 de bizimkiyse 03.30’daydı. Allenby köprüsü öğleden sonra 4’te kapandığı için ve sorun çıkarsa sınırda mahsur kalmamak için erken gittik. Sınır bomboştu, görevliler hiç soru sormadan çıkış işlemlerimizi yaptılar. Bu o kadar rahatlatıcıydı ki hiç hesapta olmayan 35 dolar çıkış fonunu ödemek zorunda kalmamız bile dokunmadı.

Bundan sonra sırayla Ürdün sınırını geçtik ve bavullarla hareket yetimiz epey kısıtlandığından, birkaç taksi tutup havaalanına gittik. Daha önce içinde vakit geçirmeme gerek kalmadığı için pek dikkat etmediğim Amman havaalanı son derece küçüktü ve bir cafe dışında yemek yiyecek bir yeri bile yoktu. Restoranlara ancak pasaporttan çıktıktan sonra gidiliyordu ve uçuşa iki saat kalmadan pasaporttan geçilemiyordu. Saatin 4.30 olduğunu hesaba katınca, daha bu minik havaalanında geçirecek 11 saatimiz vardı.

Yorgundum, bitkindim, bir üçlü koltuğa kıvrılıp uyumak istedim ama görevliler kaldırdı. Gidip “yetkili” bir yerlere durumu anlatmaya çalıştım ama yapacak bir şey olmadığını söylediler. Sağolsun Ceren (Kuşçuoğlu) bana uyku tulumunu verdi, ben de kuzenimin İran’dan getirdiği süper etkili uyku haplarından içtim ve ortalığa serdiğim uyku tulumunda deliksiz 7 saatlik bir uyku çektim.

Uyandığımda bizim ekip sohbete devam ediyordu, artık hepsi yorgunluktan bitmiş durumdaydı. Biraz daha bekledikten sonra zamanımızı doldurarak üst kata geçmeye hak kazandık ve bir şeyler yiyebildik. Yorgun ve zorlu bir yolculuğun ardından sabah 05.30’da İstanbul’a vardık. Herkesle vedalaştıktan sonra beni almaya gelen kuzenimle kahvaltı ettik ve sonra havaalanına dönüp 7’de gelecek olan Pınar ve Ceren’i aldık. Onların dönüşü Tel Aviv’deki uzun sorgulamalarla daha yorucu geçmiş olsa da biraz kazalı ama belasız, sağ salim, bol anı ve fikirle memlekete dönmüş olduk.

Bu maceranın sonu…

Fotoğraflar:

Filistin 1

Filistin 2

Filistin 3

Saturday, August 09, 2008

Bisikletle Ortadoğu-3: Ürdün

9 Mayıs 2008, Amman

Lübnan’daki çatışmalardan dolayı sınırlar kapatıldığından, birçok insanın dönüşü tehlikeye girdi. Bizim gidiş biletimiz Beyrut, dönüş Amman üzerinden olduğu için sorun yok ama çoğu insan biletini gidiş-dönüş Beyrut’tan aldığı için kara kara ne yapacaklarını düşünüyorlar. Aileler de merakta, herkes telefonla iyi olduğunu haber veriyor. Ekipteki gazetecilerden biri Lübnan’a geri gitti ama sınırdan çevirmişler, AP için çalıştığı halde.

Amman’a vardığımızda saat gece yarısını geçmiş durumda. Minik otelin lobisi tam bir kaos. Türkiye ekibine iki büyük oda verdiler. Yine valizler açıldı, ertesi günün hazırlıklar yapıldı. Çamaşır yıkadık, elektroniklerimizi şarj ettik. Yorgunluğumuzu atlatamasak da yeni güne hazırdık.

Suriye’de evsahibemizin Esma Esad olması gibi, burada da evsahibemiz Kraliçe Rania. Kendisi meşgul olacak ki görüşemedik. Onun yerine Ürdünlü yeni üyeler katıldı ekibe. Bir tanesi yalnızca 12 yaşındaydı.

Amman parkurumuz tamamen şehir içindeydi ve trafik gayet yoğundu. Bu yüzden yolun sağ tarafından bazen ikili bazen tek şerit olarak ilerledik. Ve yarı ilkokul yarı askeri marş tadındaki şarkımızı yine hep bir ağızdan söylemeye başladık: “We are women from all around, we want peace for everyone! I am from here and you’re from there, we want peace for everwhere!” (Mehtap bunu çok güzel kafiyeli Türkçe tercüme etmişti ama hatırlayamıyorum)

Ürdün’ün Follow the Women’dan haberi yoktu, sokaklar boştu, kimse ellerinde bayraklarla bizi beklemiyordu. Ürdün ilginç bir ülke aslında ama bu sokağa pek yansımıyor. Ülkenin %70’ine yakını Filistinlilerden oluşuyor. Bunun dışında ayrıca Filistinli mülteciler ve 2003 Irak savaşının başlangıcından beri kabul edilen Iraklı mülteciler var. Devlet mültecileri destekliyor fakat konu işe gelince mülteciler vatandaşların işlerini elinden alıyor. Daha ucuza ve gayrı resmi çalıştıkları için bazı Ürdünlüler durumdan hiç hoşnut değiller.

Evler çok sade, hepsi aynı renk ve gösterişsiz. Hangisinde bir zengin yaşar hangisinde bir fakir anlamak çok zor. Kadınlar çarşı pazarda görünmüyorlar. Ürdün koordinatörümüz Martha’nın verdiği bilgilere göre kadınlar sosyal hayatın dışında kalmışlar. Bisiklet kullanmaları yasak mesela. Ürdün’ün küçük Amerikalılığı sadece ekonomiye yansımış anlaşılan.

Birkaç tarihi yer gördükten sonra antik tiyatroya gittik. Toparlanıp grupça fotoğraflar çekildik. Filistin’e İsrail kontrolü olmadan girmek imkânsız olduğundan ve İsrail’in Müslüman ülkelerle arası epey naneli olduğundan, Ortadoğu’dan katılanlar seyahatlerinin sonuna yaklaşıyorlardı. Aynı şekilde işlerinden iki hafta değil de bir hafta izin alabilmiş olanlar da ertesi gün ülkelerine döneceklerdi.

Akşamüstü otele döndüğümüzde, lobide bir sergi vardı. Sergiyi gezdikten sonra Ürdünlü öğrencilerin bizler için hazırladığı sunumu izledik. Arkasından konuşmalar yapıldı. Her ne kadar bu aktiviteler bilgilendirici olsa da karşılıklı soru cevap ortamına imkân vermediği için yetersiz kalıyordu. Halimizden memnunduk, ama biraz daha öğrenmek istiyorduk ne olup bittiğini.

Sonunda akşam bir grup toplantısı yapabildik. Neler yaptık, bundan sonra neler yapacağız, eksik kalınan noktalar neler, isteyen herkes mikrofonu eline alıp konuştu. Bence eksik olan gittiğimiz yerlerdeki insanlarla olan iletişimimizin sınırlı kalışıydı, uzun yemekler yerine yerel temsilcilerin katıldığı atölye çalışmaları yaparak zamanımızı daha verimli kullanabilirdik, mülteci kamplarına gittiğimizde bir tercümanımız olmalıydı. Birkaç Amerikalı ise İsraillilerin olmayışından duydukları üzüntüyü dile getirdiler. İşte bu önemli bir noktaydı.

Follow the Women barış yanlısı bir insiyatifti fakat tarafsız olduğunu söylemek zordu. (Ki bence Filistin-İsrail meselesinde tarafsız olmak ya meseleyi bilmemektir ya da sağduyuyu kaybetmiş olmaktır.) Başta Detta Regan olmak üzere işi yürütenler Filistin konusunda yıllardır çalışan adanmış aktivistlerdi. Taktıkları aksesuarlar (bileklik, kolye, tişört) ve zaman zaman yaptıkları konuşmalarla da Filistin yanlısı olduklarını açıkça belli ediyorlardı. İsrail’den kadınların bu projeye katılması onları rahatsız etmezdi fakat ortada ciddi bir uluslar arası kriz vardı: Lübnan ve Suriye, İsrail vatandaşlarının ülkelerine girmelerini kabul etmiyordu. Aynı şekilde İsrail de onları kabul etmiyordu. Detta uzun zaman İsrail’in de bu ve benzer projelerde yer almasına çalışmış ama otoritelerden red cevabı almış, sivil toplum örgütlerinden de beklediği ilgiyi görememişti. Benim için İsrailliler’in bulunup bulunmaması çok önemli bir nokta değildi. Ortada milyonlarca mülteci ve onların problemleri varken, birkaç günlük yalandan sembolik bir Filistin-İsrail yanyanalığı olsa ne olurdu, olmasa kaç yazardı?

Ortalık biraz gerildi, o güne kadar “höy löy löy hepimiz kardeşiz, yaşasın barış ve spor” şeklinde takılan herkes bir anda kartlarını daha açık oynamaya başlamıştı. Konuşacak bir sürü konu varken ve İsraillilerin katılmamasının çok geçerli teknik sebepleri önümüzde dururken insanların neredeyse bütün toplantı zamanımızı buna harcaması benim de mikrofonu elime alıp fikirlerimi yüksek sesle dile getirmeme sebep oldu. Barış yanlısı olmak, taraf tutmamak mı demekti? İsrail ve Filistin’i aynı kefeye koymak mıydı? İşini gücünü ailesini bırakıp kendini riske atarak buraya kadar gelen herkes, biraz daha bilgili ve vicdan sahibi olsa daha az hayal kırıklığı yaşayabilirdim.

Şimdiye kadar tarih boyunca yapılmış tüm Filistin-İsrail tartışmaları gibi bu tartışma da kimse kimseyi ikna edemeden, bir sonuca bağlanamadan kapandı.

Ülkelerimize döndüğümüzde neler yapabiliriz, burası için neler yapabiliriz konulu atölye çalışmalarımızdan sonra odalarımıza çıktık. Biraz can sıkıcı olsa da sonunda suya sabuna dokunur şeyler konuşmuş olmanın rahatlığını hissederek uyudum.

10 Mayıs 2008, Madaba

Bugün 50 kilometreydi sürüş ama çok eğlenceli geçti. Amman'dan ayrılırken orkestra gelip bizi uğurladı.Hz. İsa’nın vaftiz edildiği Madaba şehrine gittik. Küçük ama fazlasıyla turistik bir şehir. Zaten bu bölge “inanç turizmi” denen olgunun en yaygın yaşandığı yer. Çarşısında turlarken 3 yaşlı amcanın dükkanın önündeki masada tavla oynadığını gördüm. İzlemeye başlayınca “biliyor musun” diye sordular “evet” deyince de hemen oturttular. 3’e kadar oynadık, yenildim çünkü oyuna konsantre olamadan sürekli sorular sordum. Bir tanesi İstanbul’a gelip gidiyormuş, halleri vakitleri yerinde geçinip gidiyorlar.

Biraz ileride başka yaşlı 4 amca vardı, bu kadar kadını bir arada görünce onlar da merak ettiler ne olup bittiğini. Onların da ikisi Hıristiyan ikisi müslümandı, biz aynı dinin farklı cemaatleriyiz dediler. Bir bakıma doğru tabii. Sonra Hz. İsa’nın seyahatlerini düşündüm. Öncelikle Filistinli olması çok garip geldi düşününce. Sonra nasıl gitmiş, Beytüllahim’den Nasıra’ya, oradan Eriha’ya, Madaba’ya, Kudüs’e? Deveyle mi yürüyerek mi uçarak mı? Keşke onun yol hikayelerini anlatan bir kitap olsa…

Madaba’dan sonra geceyi geçirmek üzere Lut Gölü’ne (Ölüdeniz) gittik. Bize yolun bir kısmında eşlik eden Polisle ortak tek bir kelime konuşamamamıza rağmen çok eğlendik. Bir kıyısı Ürdün, bir kıyısı Filistin. Dünyanın en tuzlu gölü. Baktım millet hemen eşyalarını bırakmış atmış kendini göle. Hava da kararmak üzere, ben de girdim. İçinde hareket etmek çok zor, yüzmek imkansız çünkü hemen kaldırıyor su. Ellerim kollarım sanki yağlı gibi göründü sudan çıkınca. Bir an yanlışlıkla bir damlacık su kaçtı gözüme, ne yapacağımı şaşırdım, o kadar yandı ki, çizgi filmlerdeki gibi yaşlar fışkırdı resmen gözümden, hiçbirşey yapamadan, dokunamadan geçmesini bekledim çaresiz.

Bu sırada daha önce “gözleri nura karşı hassas” olduğu gerekçesiyle gece gündüz güneş gözlüğüyle gezen Kian girdi göle. Kimse onu uyarmadı mı, İran’da suya mı hasret kaldı artık nedense balıklama gömdü kafayı suyun içine. Ben o anı görmek istemedim “hiiiii” diyebildim sadece. Acılar içinde çıktı, koşarak duşa gitti, gerçekten kör olacağını zannettim, asit gibi yakıyor çünkü. Birkaç dakika sonra döndüğünde iyiydi neyse ki.

Paketi 20 dolara satılan Ölüdeniz çamurları işte burada! Biraz sürdük yüzümüze ve kollarımıza, hakikaten süper yumuşatıyor. Ama o çamurların ne olduğunu ve neden bu kadar şifalı olduğunu düşününce garipsedim: Acaba bunlar Lut Kavmi’nden kalma fosiller miydi?

Çıkınca iki tane dev çadır kurulduğunu gördüm, hepimiz şiltelerin üzerinde bu çadırlarda yatacaktık. Eşyalarımızı çadıra taşıdıktan sonra İranlı arkadaşlarımızla güzel bir akşam yemeği yedik. Biraz tarih, biraz siyaset konuştuk. Orada tesettürlü dolaşmak zorunda oldukları halde, burada saçları açık hatta şortlarla dolaşmayı hiç yadırgamıyorlar. İran’dan geldiklerini bilmeseniz tahmin edemezsiniz. Nedense çoğunun saçı kısacık. Ülkelerindeki rejime sayıp sövmüyorlar da, bir olgunluk var, buraya bir amaç için gelmişler ve ona konsantre olmuş devam ediyorlar yollarına.

Filistin’e devam etmeyecek olanlarla vedalaştık. Duygusal anlar yaşandı. İtalyanlar Faslılara, İspanyollar Suriyelilere sarılıp ağlıyordu. Kalanlar plajda dev bir çadırın altında, ertesi sabah sonunda Filistin’e gidecek olmanın heyecanıyla hep birlikte uyudu.

11 Mayıs 2008, Eriha

Filistin’e giriş yapabilmek için İsrail vizesi almak gerekiyor. Follow the Women’a katılan ekiplerden bizim dışımızda vizeye ihtiyacı olan ülke yok. (ABD, AB, Avustralya, Kanada, Japonya vs.) Arap ülkeleri zaten giremiyor. Biz de gitmeden önce İsrail konsolosluğuna gidip durumu anlattık. Güzelce derdimizi dinlediler, “Neden İsrail’e değil de Filistin’e gidiyorsunuz, İsrail niye projede yok” diye mırın kırın ettiler biraz ama iyi davrandılar. Birkaç gün sonra bize burada vize vermeyeceklerini, Allenby sınır kapısına bilgilerimizi göndererek geçmemize izin vereceklerini haber verdiler ve pasaport bilgilerimizi fakslamamızı istediler. Gidene kadar uzunca süre faks-email trafiği yaşadık konsoloslukla. Çok titiz davranıp her detayı eksiksiz istedikleri için ve emaillarda “her şey tamam, isimleriniz ve bilgileriniz kapıya gönderildi” şeklinde güven verici ifadeler kullandıkları için, bir sorun çıkacağını düşünmedim. Fakat yine de normal prosedürde vize gerektiği ve teknik olarak bizde vize olmadığı için biraz gergindim.

Sınırın Ürdün tarafında eşyalarımızı otobüse yükleyerek bisikletlerimize bindik. Çıkış damgaları vurulduktan sonra pasaportları aldık ve sınırın açılması için beklemeye başladık. Eksilenlerle birlikte sayımız 150-200 arasıydı. İki ülke arasındaki No Man’s Land’i bisikletle geçecektik. Herkes heyecanlıydı, Filistin’e gitmek için İsrail’den geçmek zorunda olma ironisi stresi arttırıyordu.

İşareti alınca sessizce sürüşe geçtik, Ürdün topraklarından çıkıp kimseye ait olmayan o arada yine şarkımızı söylemeye başladık. Sonra eğer bu noktada başımıza bir şey gelirse sağlık sigortamızın geçerli olup olmayacağı ya da hangi ülkenin sorumlu olacağı konusunda spekülasyonlara girdik. Hava sıcaktı, güneş tam tepemizdeydi. Durmamız ya da fotoğraf çekmemiz yasaktı. Biraz ileride İsrail bayrağı dalgalanmaya başladı. Tuhaf bir ürperti geldi içime. Biliyordum ki bu kez orkestralar karşılamayacaktı bizi. Bir sorun çıkacağını hissettim.

Tabii ki İsrail yüzlerce kadının o gün o saatte geçeceğini önceden biliyordu. Birkaç görevli gelip bisikletlerimizi aldılar ve üzerlerindeki “Beirut by Bike” yazılı çantaları çıkarmamız söylendi. Lübnan’la ilgili herhangi bir işaret İsrail’in ulusal güvenliğini tehdit edebilirdi!

2 sene önce de bu sınırdan geçmiştim ama bu kez farklı bir salondaydık, salon yenilenmiş miydi yoksa VIP’de miydik anlayamadım. Eşyalarımızı X-Ray’den geçirirken pasaportlara ilk kontrol yapıldı ve tüm Türkiye pasaportları ikinci bir inceleme için alıkonuldu. Kenara geçerek beklememiz söylendi.

Teker teker isimlerimiz çağrılarak pasaportlar, ucunda yuvarlak ayna ya da detektör olan bir aletle sayfa sayfa incelendi. Hepsi geri verildi. Yarım saatten fazla süren bu aşama sonrası sıra pasaporttan geçmeye geldi. Tıpkı daha önceki gibi tüm görevliler 25 yaş altı kızlardı. Oturdukları kulübenin içinde sandalyelerinin boyları, karşılarındaki kişiye üstten bakabilecekleri bir yükseklikte ayarlanmıştı.

Sıra bana geldiğinde görevli pasaportumu açtı, daha önce İsrail’e gidip gitmediğimi sordu, iki kere gittiğimi söyledim. Bu pasaportum yeni olduğu için bir işaret göremedi ve direk telefonla bir yeri aradı. Tam bu sırada birden ortalık hareketlendi, tüm görevliler bir anda kulübelerinden çıkıp gittiler. Ortalıkta sahipsiz bir siyah poşet gördükleri için acil durum pozisyonuna geçilmiş. Poşette bir şey olmadığı anlaşılınca tekrar yerlerine döndüler. Yan bankodaki İsveçli kızı da pasaportunda İran vizesi olduğu için beklettiler epey. Sonra ikimize de gidip bir köşede beklememiz söylendi.

Diğer ülkeler sırayla diğer tarafa geçerken Türkiye ekibindeki herkesi bekletiyorlardı. Yanımızda konsolosluktan getirdiğimiz antetli kâğıda yazılmış İbranice yazıyı da verdik. Belki yarım belki bir saat daha geçtikten sonra görevli yanıma gelip, “Üzgünüm vizeniz yok, ülkeye giremezsiniz, Ürdün’e geri dönün” dedi. Bir an başımdan aşağı kaynar sular döküldü ama bozuntuya vermeden “Nasıl olur, işte belgemiz, biz konsolosluk bize ne söylediyse yaptık, isimlerimiz, bilgilerimiz sizde olmalı” diye cevap verdim. O da soğukkanlı bir şekilde “Bize isim falan gelmedi, giremezsiniz” dedi.

Günlerden pazardı, bize güvence veren konsolosluk görevlisine ulaşamazdık. Tel Aviv ve Kudüs’teki Türkiye temsilciliklerini aramaya başladık, sonra Türkiye’de ulaşabildiğimiz her yeri, başbakanlık, dış işleri ve sonra bekledik, yapacak bir şey yoktu.

Bizim dışımızda herkes geçmişti, sadece Detta ve yardımcılarından biri bizimle birlikte bekliyordu. Geçenler de dışarı çıkmamış “Onlar gelmeden biz de gitmiyoruz” diyerek oturmuş bekliyorlardı. Kendi geçemeyişimize mi üzüleyim, karşıdakileri bekletişimize mi, adice bir oyuna alet edilmemize mi bilemedim.

İsimlerimizin ya da bilgilerimizin gitmemiş olması imkânsızdı. Hem çok uzun zaman önce bu işleri halletmiştik hem de konsolosluk görevlisi (kendisinin iyi niyetine hala güvendiğim için pozisyonunu yazmıyorum) bize güvence vermişti. Belli ki İsrail, Follow the Women’dan ya da benzeri organizasyonlardan hazzetmiyordu. Fakat onları ülkeye almamak için bir gerekçesi yoktu. Hiçbir problem çıkarmadan öylece geçip gitmelerine seyirci kalmak da kanına dokunuyordu. Neden bu kadar kadın hem de Amerika’dan Avrupa’dan gelmiş İsrail’i değil de Filistin’i destekliyordu, onu ziyaret ediyordu? Yıllardır yapılan propagandalar, yanlı yayınlar, harcanan onca para hiç mi işe yaramamıştı? Onları geçirmeyip barış yanlısı bir hareketin önünü keserek uluslar arası arenada puan kaybetmek işine gelmezdi ama biraz canlarını sıkabilirdi en azından.

Biraz daha zaman geçti ve görevli tekrar yanıma geldi: “Sizin işiniz üzerinde çalışıyorum, olacak gibi, bekleyin” dedi. Biraz daha bekledik. Detta’ya ve diğerlerine gitmelerini söyledim ama dinlemediler. Herkes yorgun ve bitkindi. Adamın “olacak gibi” sözüne de inanamıyordum artık, bizi 5 saat bekletip “olmadı yaw, tüh” diyebilirdi daha can sıkıcı olmak için. Sonunda görevli kapıya çıktı, beni yanına çağırdı ve “tamam hepiniz geçebilirsiniz” dedi.

O sırada manzara görülmeye değerdi, herkes “hey, yay, oley” diye bağırıyordu, hem bizimkiler hem geçenler çok mutluydu. Geçeceğimiz tarafta herkes karşılıklı ikişer kişi el ele tutuşarak altından geçebileceğimiz bir tünel yaptı ve Türkiye ekibi olarak tam olarak bir sevgi çemberi içinde sınırı geçtik. Dönüp baktığımda bizimkilerin çoğunun ağladığını gördüm. Beklenmedik bir gerginlik ve ardından uzun süre bekleyiş sonunda bir duygu yoğunluğu herhalde normaldi.

Sınırın diğer tarafından bisikletlerimizi alıp Eriha’ya doğru yola çıktık. Yol yine dikti ve hava çok sıcaktı. Eriha dünyanın rakımı en düşük şehri olduğu için (-385 metre) daha da bir sıcaktı. Herkesin kafası karışmaya başladı yine, biraz önce İsrail’e girmedik mi, nasıl Filistin oldu? Sınırlar nasıl değişiyor? Bir yerde İsrailli askerler, bir yerde Filistinli polisler var, hangisi neyi kontrol ediyor?

Sonunda 1,5 senedir gelmediğim ve çok özlediğim, her şeye rağmen dünya güzeli karmakarışık Filistin’ime kavuşmuştum. Seyahatin en heyecanlı kısmı şimdi başlıyordu.


Fotoğraflar:

Ürdün-1

Ürdün-2



Friday, August 08, 2008

Bisikletle Ortadoğu-2: Suriye

6 Mayıs 2008, Şam

Sabah erkenden başlangıç noktamıza gittik. Pınar’ın omzu kötü olduğu için bugün kullanamadı, basın kamyonetine geçip çekim yaptı. Parkur 50 kilometre, şehir içi ve yokuş aşağıydı. Yokuş aşağı kullanmak zevkli olduğu kadar da tehlikeli. Bugün 3 kaza oldu. Bir tanesinde iyi görüntü alabilmek için boylu boyunca yere yatmış bir fotoğrafçının üzerinden bir bisikletçi geçti, adamcağız hastanede. Başka bir kızın burnu kırıldı.

Şehrin her yerinde Follow the Women billboardları vardı. Halk sokaklara dökülmüş, ellerinde bayraklarla selamladılar bizi.

Aynalarım ve kornam çok ilgi görüyor, bizimkiler Aynalı Tahir diyerek dalga geçse de benim çok işime yarıyor. İlk moladan sonra Ceren’le yan yana gitmeye başladık. Bağıra bağıra şarkılar söyledik giderken, tıpkı lise günlerindeki gibi. O anlarda dert yok tasa yok, başı sonu yok, öylece bırakıyorsun kendini rüzgara ve yola…

Öğleden sonra yine bir mülteci kampına gittik. Yine herkes sokaklarda bizi bekliyordu. Fotoğraf çekeyim derken yine grubun arkasında kaldım. İnsanlara nereli olduklarını sordum, Gazze dediler. Ama 1948’de Gazze’den getirilmişler. Çoğu Gazze’yi görmemiş bile. Ne Filistinliler artık, ne Suriyeli. İşsizler, suları akmaz, sağlık imkanları çok kısıtlı. Bir an hallerini düşününce çok fena oldum, oturdum gene ağlamaya başladım. Bu gerçekliği ne kadar bilsen, ne kadar duysan yine de görünce çarpıyor insanı, her defasında! İnsanların ağladığımı görmelerini, onlara acıdığımı düşünmelerini de istemedim. Derin nefes alıp toparlayarak kendimi gittim birkaçının yanına konuşmaya çalıştım. Yabancı birileri gelip onları ziyaret ettiği için o kadar mutlulardı ki, birkaç saat için bütün sıkıntılarını unutmuş görünüyorlardı.

Çocuklardan biri elinde kocaman bir BM bayrağı tutuyordu, sanki BM onlar için çok bir şey yapıyormuş gibi…

Teyzelerle göz göze geldik, konuşamadık da. Bir tanesinin elini öpecek oldum, öptürmedi, o benimkini öpmeye çalıştı, çok utandım.

Otele döndüğümüzde girişte sağlı sollu elli kadar öğrenci bekliyordu karşılama komitesi şeklinde. Ve bağırıyorlardı: “Bir Allah, bir Esad bir de Suriye!” O kadar gaza gelmişlerdi ki durmadan bunu tekrarlıyorlardı.

Bir saat sonra Esma Esad’ın cumhurbaşkanlığı konutunda bizim için vereceği resepsiyona gitmek üzere aşağıda olmamız söylendi. Odada televizyonu açtığımızda Lübnan’daki olayların büyüdüğünü, Lübnan havaalanının ve kara sınırlarının kapandığını öğrendik. Yani bir gün daha kalmış olsak, ülkeden çıkamayacaktık! Sebebini öğrenmek için gazetecilere sorduğumda aldığım yanıt Beyrut’taki askerlerinkinden farklı değildi: “Politik problemler, mühim bir durum yok, her zamanki gibi” Savaşlar, gerilimler, “politik problem”ler bu coğrafyanın vazgeçilmezleri olmuş artık. İnsanların duygusallığı, politikada da kendini gösteriyor, bir anda yükseliveriyor tansiyon. Ve çok alışıldık olduğu için kimse tepki göstermiyor, böylece akıp gidiyor…

Lobiye indiğimizde birtakım karagözlüklü adamlar bizi bir salona aldılar. Ülke ülke sıraya dizip, isim isim çağırarak otobüslere bindirdiler. Güvenlik konusunda sıkıca tembihlendik, yanımıza çanta, fotoğraf makinesi almamız yasaklandı, her şeyi bıraktık. Birkaç dağ aştıktan sonra konuta vardık. Esma Esad önceki senelerde Follow the Women ekibini sınırda karşılar, sonra da onlarla birlikte korumasız falan bisiklet sürermiş. Bu sene nedendir bilinmez sürüşe katılamayınca bizi eve çağırdı.

Kabul edildiğimiz salon tipik bir Osmanlı sarayını andırıyordu. İki kız bir köşede kanun çalıyorlardı. Yemek yoktu, kanepe servisi yapıldı. İçeride oturacak yer olmayınca bari manzarayı izleyelim diyerek dışarı çıktık. Uçsuz bucaksız dağlar uzanıyordu önünde. Şehirden epey uzaktaydı. Uzunca bir zaman bekledikten sonra nihayet First Lady’miz geldi. Kısa kollu pek şık siyah bir mini elbise vardı üzerinde, siyah oje sürmüştü ve yüzük takmıyordu. Pınar’la “böyle metalci First Lady mi olur, vay be” diye konuştuk aramızda. 10 dakikalık bir konuşma yaptı. Burada bulunmamızın öneminden bahsetti. Eninde sonunda dünyanın her yerindeki kadınların hayallerinin aynılığını vurguladı. İngilizcesi mükemmeldi. Sonradan, Londra’da doğup büyüdüğünü, New York’ta çalıştığını, evlendikten sonra Suriye’ye yerleştiğini öğrendik. Bir yandan konuşmasını dinlerken bir yandan da “ne müthiş kadın, hem akıllı, hem güzel, hem 3 çocuğu var, hem First Lady, hem sporcu, bir de mütevazı vs. vs.” diye fısıldaşıyorduk aramızda. Kıskanmakla özenmek arasında, hayran hayran izledik kendisini. Konuşmasını bitirdikten sonra tek tek tüm grupların yanına giderek sohbet etti. Herkesle konuşacak ortak bir nokta buluyordu. Bir kızın omzunda gördüğü dövmeyi sordu, ben de istiyorum, nerde yaptırdın, dedi. Bizim yanımıza geldiğinde 23 Nisan’da Türkiye’den kendisini ziyarete giden çocuklardan bahsetti. Ben de yaramazlık yapmadılar inşallah deyiverdim. “Döndüğünüzde burada yaşadıklarınızı gördüklerinizi anlatın e mi?” dedi, ben de “sizi daha çok anlatacağız galiba” dedim. Topluca fotoğraf çekildik. Bize birer cumhuriyet altını dağıtacağı söylentisi de asılsız çıktı.(Detta Regan, Etiyopyalı animatör, ben)

Konuttan ayrılırken bütün gün bisiklet kullanıp bütün gece ayakta durmanın yorgunluğundan perişan durumdaydık. Yemek de yemediğimiz için iyice bitkin düşmüştük. Saat 10 olduğu için bir an önce uyumak istiyorduk, yemeğe gideceğimiz haberi geldi. İstemeye istemeye gittik. Restorana vardığımızda yorgunluğumuz geçiverdi. 1001 Gece isimli masal gibi bir yerdeydik. Bir yanda kocaman Pisa Kulesi uzanıyor, diğer tarafta yel değirmenleri dönüyor, tam karşıda da Taj Mahal tüm ihtişamını sergiliyordu. Tüm bunların ortasında en az 2000 kişilik bir yemek salonu uzanıyordu açık havada. Masaların önünde ise kocaman bir sahne vardı. Soğuklar servis edilirken sahnede bir Hint müzikali/tiyatrosu başladı.

Yine allak bullak oldu kafam. Bir mülteci kampı, bir First Lady, bir acaip restoran, hangisine şaşıracağımı, bu ülke hakkında ne düşüneceğimi bilemedim. Yanımdaki Danimarkalı gazeteciye döndüm, o da aynı şaşkınlık içindeydi. “Bu kadar şatafat biraz aşırı değil mi böyle bir organizasyon için” diyordu. Yoksa Suriye bize sadece güzel yanlarını gösterip, hakkında olumlu düşünmemizi mi sağlamaya çalışıyordu? Mülteciler tamamen İsrail’in yarattığı problemler miydi? Bir iki güzel yer görünce tav olacak kadar saf mıydık? Baktık içinden çıkamayacağız, sohbete başladık Medi’yle. Tüm ekiplerin aksine Danimarka ekibi kıyafetlerinde ya da bisikletlerindeki etiketlerin arkasında bayraklarını kullanmıyor. Sebep geçen sene yaşanan karikatür krizi. Kendilerini (onlar sorumlu olmadığı halde) ülkelerinin medyalarının duyarsızlığından ötürü suçlu hissediyorlar ve tepki çekmekten korkuyorlar. Bu yüzden de üzerinde İngilizce, Arapça ve İbranice “diyalog” yazan tişörtler yaptırmışlar. Medi, ulusal bir radyoda çalışıyor ve krizin medya tarafından provokasyon amaçlı çıkarıldığını, arkasında da devletin olduğunu iddia ediyor. Kendi içimizde sağladığımız ifade özgürlüğünü, başka bir kültürden, hem de önemli değerlerine saldırarak beklemek saçmalık diyor. Bir Danimarkalı’nın bu şekilde özeleştiri yapabilmesine hayran kalıyorum.

Düşüne düşüne tuvalete gidiyorum. Lavabonun başında Filistinli kızlardan biri var. Muslukla oynuyor. Elini sensora yaklaştırıp suyun akışını kesilişini tekrar akışını izleyip kendi kendine eğleniyor. Baktığımı fark edince ilk defa böyle bir musluk gördüğünü söylüyor. İlgilendiğimi görünce anlatmaya başlıyor. Meğer ilk kez yurtdışına çıkıyormuş, yaşadığı çoğu deneyim onun için yepyeni. Ben gereksiz lüksten şikayet edince, “haklısın” diyor “ama ben ve diğer Filistinlilerin çoğu için bu aynı zamanda bir tatil, dışarı çıkmamızın gezmemizin başka bir yolu yok, keşke ben de senin gibi düşünebilseydim ama benim bunlara ihtiyacım var” “Doğru” diye geçiriyorum içimden. “Madem öyle, biraz pozitif ayrımcılığın kimseye zararı dokunmaz!”

Dopdolu bir günün ardından yorgun argın otele döndüğümüzde yapılacak işler henüz bitmemiş. Ceren ve Pınar aslında Ürdün’de seyahati bitirip Filistin’e katılmadan döneceklerdi (Plaza insanları o kadar izin alabildiler) ama şimdi kalmaya karar verdiler (patronlar da ağlar). Organizasyon açısından sakıncası yok fakat İsrail konsolosluğuna durumun bildirilmesi gerekiyor. Annesi Azeri olduğu için Azerice bilen İranlı Kian bize laptopunu tahsis ediyor. Gerekli yazışma ve dökümanları gönderiyoruz konsolosluğa. Kian, “ben de göndersem beni de alırlar mı” diye soruyor. Bir İranlı… İsrail’e girmek istiyor… “Kian, valla imkansız, mümkünatı yok” diyorum ama öyle saf öyle iyi niyetli ki, “sınıra kadar gelicem ben yine de belki alırlar” diyor. Bireysel iyiliklerin, ilgilerin, profesyonelliklerin, ölüm kalım meselelerinin uluslar arası ilişkilerde hiçbir geçerliliği yok maalesef…

7 Mayıs 2008, Golan Tepeleri

Keşke hayat hep böyle olsa. Birileri bütün günlük programımızı ayarlasa, o program içinde bol bol yeni yerler görme, yeni insanlarla tanışma, spor ve leziz yemekler olsa, arkadaşlarımızla oradan oraya gezip dursak, aynı çatı altında uyusak, birlikte keşfetsek, öğrensek, bir şeyler yapmaya çalışsak…

Kahvaltıda Türkmen asıllı bir kameraman oturuyor masamıza, Suriye boyunca ekibi takip ediyor. Ayda 200 dolar kazanıyormuş, “çok şükür geçinip gidiyoruz” diyor, halinden memnun. Onunla Türkçe anlaşabilmek, Kian’la Azerice-Türkçe anlaşabilmek çok güzel. Kalan herkesle İngilizce konuşmak zorundayız. Araplarla kültürlerimiz bu kadar benzerken İngilizce gibi iki kültürden bağımsız ve alakasız bir dilde anlaşmaya çalışmak çok yavan kalıyor. Şarkılar aynı, yemekler aynı, misafirperverlik, sıcaklık, duygusallık desen yarışır ama ortak dil yok…

Organizasyon konusundaki sıkıntıları konuşmaya başlıyoruz kendi aramızda. Daha fazla bilgilendirici toplantı, seminer olabilirdi, workshoplar yapabilirdik, yıl içinde kampanyalar düzenleyip, para toplayıp geldiğimizde kalıcı bir şeyler bırakabilirdik.

İnsanların birbiriyle en çok kaynaştığı zamanlar, arada yaptığımız otobüs yolculukları. Şoförler hareketli müzikleri koyunca herkes neşelenip sohbete kimi zamanda dansa başlayıveriyor. Filistin ekibi de göbek atma konusunda baya iddialı. Yaser Arafat’ın manevi kızı Lina Arafat da bizimle ama İngilizce bilmediğinden konuşamıyoruz. Arafat, zamanında Lina gibi anne-babasını kaybeden birçok çocuğu mülteci kamplarından alıp evlat edinmiş. Hala hepsi iyi koşullarda yaşıyorlar.

Suriyeliler de Lübnanlılar gibi politika konuşmaktan çok çekiniyorlar. Beşir Esad’ı sevdiklerini söylüyorlar ve hiçbirşeyden şikayet etmiyorlar. Biraz üsteleyince de “ortalık sivil polis dolu, sakata gelmeyelim, karıştırma” diye geçiştiriyorlar.

Ceren’le Pınar’ın gelişi benim için bu seyahatin en güzel yanlarından biri. İki yıldır anlatıyordum onlara Ortadoğu’yu, Filistin’i, şimdi kendileri yaşıyorlar, birlikte yaşıyoruz, hala inanamıyorum. Ceren her şeye hayret ediyor, şaşırıyor, zaman zaman panikliyor. Pınar da şaşkın ama daha sakin karşılıyor olanları. Bazen bir hikaye ya da şiir duyuyorlar, açıyorlar çeşmeleri. Her dakika birlikte değiliz, herkes kendi deneyimini yaşıyor ama istediğimiz anlarda da birbirimize hemen ulaşabiliyoruz.

Sabah Golan Tepeleri’ne gitmek üzere yola çıkıyoruz. Benim için en heyecanlı rotalardan biri çünkü buraya gelmek, tek başına izin alıp içeri girebilmek hiç kolay değil. Golan tepeleri Suriye ve İsrail açısından büyük stratejik önem taşıyor. 1967’ye kadar Suriye’ye ait olan bölge, 67’deki Altı Gün savaşları ile İsrail tarafından işgal edilmiş. Hala da işgal atında. Yani bölgede yaşayanlar tamamen Suriyeli, İsrailli yok ama İsrail toprağı. Türkiye’de örneği olmayan bir durum. Tepenin iki yanında iki köy var, iki taraftaki insanlar akrabalar. O kadar yakınlar ki hoparlörlerle konuşuyorlar devamlı. Hala kız alıp veriliyor. Ama gelin bir kere diğer tarafa geçtiği zaman bir daha asla kendi tarafına (ziyaret için ile olsa) dönemiyor. İki taraf ne bayramda ne cenazede ne düğünde birbirini ziyaret edemiyor, tam 41 senedir durum bu. Golan tepeleri İsrail’in ne işine yarıyor onu da anlamak zor, yönetmiyor, ekmiyor, biçmiyor, gene her zamanki terane:”Vaadedilmiş!” (Golan Tepeleri trajedisi üzerine bir film, Syrian Bride, durumu çok güzel açıklıyor.)

Golan Tepeleri’ne giden yolda Kuneytire isimli bir şehirden geçiyoruz. Şehir tamamen bir harabe görünümünde. Sanki birkaç gün önce deprem olmuş. Bütün binalar yıkık dökük, etrafta birkaç çoban dışında insan yok ve tarlaların etrafında dikenli teller var. 1967’de bölgeyi ele geçiren İsrail, 1973’te tekrar gelip yerle bir etmiş. Trajikomik bir şekilde kiliselere dokunmamış ama hastaneyi de bombalamış. Hastanenin içinde gezmek hayret verici, insan zaten içinde acı çeken insanların olduğu bir yeri nasıl bombalar, kurşuna dizer? Savaşın da bir raconu, bir onuru yok mu?

Biraz ileride Shouting Hills’a gidiyoruz. Biz bir tepedeyiz, karşımızda İsrail işgali altındaki Suriyeliler diğer tepede. Hoparlörle bizi selamlıyorlar, karşılıklı konuşuluyor. Burası tamamen BM kontrolü altında. Ama 1 kilometre ilerisi İsrail, 1 kilometre gerisi de Suriye, çok tuhaf…

Dönüş yolunda yine herkes bitkin, ama bu Suriye’deki son günümüz, bari bir Şam’ı gezseydik? Otelden Opera Binası’na gitmek üzere bir otobüs kalkıyor akşam, ne gereği var, biz yolda iniyoruz, atlayıp bir taksiye eski şehrin merkezine gidiyoruz. Kudüs’e benziyor. Hava kararmış ama dükkanlar hala açık. Etrafta bir canlılık var. Yine o tuhaf duygu geliyor içime, çocukluğuma dönüyormuş gibi, 20 sene öncesine dönüyormuş gibi.

Biraz dükkanlara bakıyoruz. Bu sırada 20 yaşlarında bir kız bir erkek iki kişiyle tanışıyoruz. Hayatlarında ilk defa yabancı birileriyle tanışıyorlarmış. Konuşurken heyecanlanıyorlar, ikisi de üniversitede okuyorlar. Biri aslen Filistinli, diğeri Ürdünlü, birbirinizi nereden tanıyorsunuz diye sorunca gülüşmeler başlıyor. Ne oluyor anlatın deyince, anlamayacağımızı düşünerek süt kardeşiz diyorlar. Biz de başlıyoruz gülmeye, aynısı bizde de var, biliyoruz, biliyoruz diyoruz. Önce inanmıyorlar, sonra hep beraber gülüyoruz. Bütün akşam gezdiriyorlar bizi. Biz de onları alıp hep birlikte yemek yiyeceğimiz yere götürüyoruz. Utana sıkıla kabul ediyorlar. Gitmeyin, bize gidelim, sabah yine buluşalım diyorlar ama ertesi gün Ürdün’e gideceğimiz için yapamayacağımızı söylüyoruz.

8 Mayıs 2008, Swaida

Bacaklarım iyice sızlamaya başladı, artık esnemeler, kremler, uyku kar etmiyor. 10 kilometre kullandıktan sonra bırakmak zorunda kaldım bisikleti. Pınar da aynı durumdaydı, birlikte otobüse bindik. Her ne kadar bunu yaptığım için kendimi suçlu hissetsem de Radiohead dinleyerek tarlalar arasından geçerek, güneşli bir yolda, yanağımı otobüsün camına yaslayıp gitmek çok zevkliydi. Tabii sonra hemen kendimi toparlayıp medya kamyonetine geçerek çekime devam ettim.

Geçtiğimiz köylerde ilgi yoğundu, bu birbirini selamlama işinden hiç sıkılmıyordum. Swaida’nın girişinde bizi karşılamak için bekleyen insanların arasından geçerken, Amerikalılardan biri “Şalom” dedi. İnsanlar önce şaşırıp, birbirlerine baktılar, sonra onlar da “Şalom, şalom” diye cevap verdiler. İnsanların dinle (ya da kültür)siyaseti bu kadar olgunlukla ayırabilmesine inanamıyorum.

Mola verdiğimiz yerlerden birinde sadece tek bir tuvalet olduğu için civardaki evlerden birine gidiverdik. Ortak dil yine yok, “Marhaba, bathroom, tuvalet” falan diyince anladı teyzeler derdimizi, hemen bizi buyur ettiler. İşimizi gördük, üzerine suyumuzu içtik, yola devam ettik. Tabii civarda ev olmadığı durumlarda başka çözümler üretmek zorunda kaldığımız da oldu.

Japonya’dan gelen tek bir kişi vardı, Mio. Çok sevimli görünen bu arkadaşı bir mola esnasında yakalayıp tanıştık. 26 yaşındaki Mio, Japonya’da bir bisiklet dükkanında çalışıyor ve Afrika’ya tur organizasyonları yapıyor. 2 sene önce Kenya’dan Güney Afrika’ya bisikletle gitmiş, yolculuğu tam 6 ay sürmüş. Saçlarını kazıtmış erkek gibi görünmek ve tehlikelerden korunmak için. Hastalanmış, sıtma olmuş. Ama yine de çok güzel geçmiş. Tek başına hatta kız başına 6 ay Afrika’da pedal çevirmek baya yürek isteyen bir olay değil mi? Mio da ufacık tefecik sakin kendi halinde bir kız ama bu işlerin görüntüyle hiç ilgisi yok işte…

Suriye’den çıkmadan önce bir dağın tepesinde, etrafında başka hiçbir yapı olmayan bir lokantada yemek yedik. Herşey tarih kitaplarındaki gibiydi. Sanki bir handaydık. Durumlar biraz değişikti sadece, fethe değil de keşfe çıkmıştık, erkek değil de kadındık, atımız yoktu da bisikletimiz vardı. Dağların heybetiyle yemeklerin lezzetiyse değişmeden devam ediyordu.

Akşamüstü Suriye’den Ürdün’e doğru yola çıktık. Buralarda sınır değiştirmek şehir değiştirmek gibi bir şey, çok kısa sürüyor, dil de değişmediği için insan tam algılayamıyor.

Ürdün sınırına vardığımızda bizi Kraliyet senfoni orkestrası tadında bir ekip bekliyordu. Organizatörler daha biz yemek yerken pasaportlarımızı alıp sınıra götürmüşlerdi. İşlemlerin yapılmasını beklerken bizi karşılamak/eğlendirmek üzere gelen orkestra hemen başladı çalmaya. Türk ekibi hemen halaya başladı. Gazı alan diğer ekiplerle birlikte kocaman bir çember oluştu. Herkes çok mutlu görünüyordu. Müzik güçlüydü, insanlar coşkuluydu. Herhalde benim gibi onlar da ne için coştuklarını bilmiyorlardı. Herkesin bir araya gelmesinden doğan olumlu bir enerji vardı ortamda, sebepsiz yere. Hoplaya zıplaya, halay çekerek sınırı geçtik. Hemen ardından sınırda yemek servisi yapıldı. Bu sırada etrafta bekleyen Has Turizm otobüslerini görünce bir tanesinin içine dalıverdim: “Nereden gelir, nereye gidersiniz?” “Hatay’dan Cidde’ye” “Neden?” “Orada yaşıyoruz, izne gelmiştik dönüyoruz” Meğer bu şekilde Suudi Arabistan’da yaşayan çok insan varmış. Otobüsle baya zor oluyormuş, iki gün sürüyormuş. Air-arabia’nın çok uygun fiyata uçuşları olduğunu anlattım. İnsanlar merakla sorarken, şoför şakayla karışık kovdu beni, işimizi baltalama diyerek…

İşlemlerimiz hallolduktan sonra Amman’a doğru yola çıktık. Hava kararmış, bir ülke daha geride kalmıştı…

Fotoğraflar:

Suriye 1

Suriye 2

Suriye 3