Wednesday, January 30, 2008

Anlamak – Yargılamak - Seçmek

Size toplumun nasıl bir yapıya sahip olduğuyla ilgili değil de nasıl olması gerektiğiyle ilgili bir eğitim veriliyor, bol edebiyatlı, en duygusalından, en hayalperestinden. Sıkı bir gelenek içinde evde-okulda-işte, düşünmeniz son haddinde kısıtlanarak ya da en iyi ihtimalle ait olduğunuz grubun çıkarlarını savunacak biçimde ve “kendi” ihtiyaçlarınızı tatmin etmek için kullanıyorsunuz eğitiminizi ve aklınızı…

Sonra gün geliyor, o ait olduğunuz, bağlılığınızın ve sevginizin sorgulanamayacağı grubun dışına çıkıveriyorsunuz. Nasıl olduysa aklınız ve vicdanınız bir kuble direnebiliyor dayatmaya ve ötekine bir göz atıyorsunuz. Görüyorsunuz ki onların da bir sistemi var, aynı sizinki gibi, kendine ait hissettiren, doğruları ve yanlışlarıyla, anlaşılması ilk başta zor olan ama içinde bulunanlar için doyurucu bir başka sistem!

O zaman sistemi parçalara bölerek anlamak için harekete geçiyorsunuz, anlamak kolay olmuyor. Sizden öncekilerin anlamak için yaptığı hataları yapıp yanlışa düşmemek için, işin felsefesini, tarihini, siyasetini, aktörlerini, inançlarını, tabularını, olası bireysel farklılıklarını, ekonomisini, geleneğini, değişimini tek tek öğrenmeye çalışıyorsunuz. Ve tüm bunlarla haşır neşir olurken, kendi aidiyetiniz ve kimliğiniz de sorgulama sürecinin bir parçası haline geliyor.

Değişmeye başlıyorsunuz… Öğrendiklerinizle farkındalığınız artıyor. Farkına vardıkça her düşüncenin kabul edilebilirliği de artıyor. Herkese hak veriyorsunuz. Sonra bu hak verme ve anlama çabası hayattaki en büyük derdiniz haline geliyor. Öyle ki “kendi” değerleriniz, “kendi” haklarınız, “kendi” öznelliğiniz ikinci sıraya düşebiliyor.

İnsanları ve insanlığı merkeze alarak, onun karşısında duran tüm haksızlıklara karşı çıkmaya başlıyorsunuz. Bir yandan topluma kendi ahlak değerlerini empoze etmek isteyenlere karşı çıkarken, bir yandan kendiniz yeni bir ahlaki değerler bütünü oluşturuyorsunuz farkına varmadan. İçinde herkese eşit alan ve hak sağlayan bir idealin peşine düşüyorsunuz. Sistemi geçmişe/geleceğe vurgu yapıp şimdiyi görmemekle/gizlemekle suçlarken, siz bugüne bakıyorsunuz dibine kadar bir eleştirellikle…

Eleştirelliğin çözümsüzlüğe yaklaştığını hissettiğinizde o ideal toplum tasavvuru daha da güçlü hale geliyor, yine çaktırmadan. Bu sistemde yetişip onun bir parçası olduğunuzu unutuyorsunuz. Öyle bir kapılıp gidiyorsunuz ki süper egonuza, başkalarının id i batmaya başlıyor size. İnsanları anlama çabası birden onları yargılama yanlışına dönüşüyor. Ve haklı bulduklarınızın yanında dönemsel avukatlıklara girişiyorsunuz, yargıladıklarınızı karşınıza alarak.

Unutuyorsunuz ki, siz artık bir sürü grubun vicdanı olmaya soyunurken, diğerleri hala kendi gruplarına sıkı sıkıya bağlılar. Ve tarih boyunca böyle süregelmiş sosyolojik bir gerçeği kırmak sizin haddinize değil. Bir gruba ait değilmiş, objektifmiş gibi görünürken aslında hafif muhalif, hafif hakperest bir kimlikle gruptan gruba kolayca geçiş sağlayabilen ve her sistemde kolayca yer edinebilecek bir kimlik benimsiyorsunuz. Öyle geçişken ve güvenli bir kimlik ki bu, her duruma uyuyor. Şeriat da gelse, faşizm de gelse sizin yeriniz hazır. Bütün olasılıklar ve içinde yaşanan gerçeklikler sizi bir nebze rahatsız etse de, hakim ideolojinin değişecek olması sizin sistem içindeki yerinizi tehdit etmediğinden, kimliği ve gücü tehdit altındakilere nazaran çok daha rahat davranıyorsunuz.

Tamam en azından gruplar birbirine baskı kurmasın, eşit haklar alsın diyorsunuz ama bu rasyonel yaklaşımın uzun vadede grupların birbirini tanıması/sevmesi için işe yarayıp yaramayacağını öngöremiyorsunuz. Hiyerarşiyi ve eşit olmamayı baştan kabul etmiş, hoşgörü kavramıyla meseleye yaklaşmak çözemiyor dertlerinizi. Sevgi barış kardeşlik derken birden siz de siyasileşiyorsunuz. Sistemle mücadele etmenin tek yolunun onun araçlarını kullanarak onunla mücadele etmek olduğunu fark ediyorsunuz.

Çok akıllıysanız yeni bir ideoloji üretip eyleme döküyorsunuz, yavaş yavaş sistemi değiştirebilmek için stratejiler üretiyorsunuz. Biraz akıllıysanız üretilmiş bu örgüt/cemaatlerden birine dahil oluyorsunuz. “Kendi” çapınızda “kendi” doğrularınızla herkes için iyi olacağına inandığınız bir ideali hayata geçirmek yolunda geçiriyorsunuz ömrünüzü.

İkisini de yapamazsınız topyekün reddederek bütün yenilikleri, ötekileri, adaleti, vicdanı, grubunuza sıkı sıkıya sarılıyorsunuz sorgulamadan. En iyi ihtimalle de boşveriyorsunuz grubu falan: kendinizi beslemeye, giydirmeye, güç kazanmaya, mevcut sistemin sunduğu imkanlar dahilinde tatmin olma oyununa kapılıyorsunuz.

En berbatı da bütün ihtimalleri görüp hesaplayarak kararsız kalıyorsunuz. Değişimin kendisi doyuruculuğuyla ele geçiriyor ruhunuzu. Sürekli değişen doğrularınızla, bir garip yolda bazen yalpalayarak bazen koşarak ilerlemek oluyor yolunuz. Hızınızı fazla arttırdığınızda ceza yiyeceğinizi bildiğinizden, ferah yeşillikler gördüğünüzde mola vermeyi ihtimal etmeden devam ediyorsunuz yola, ne zaman duracağınızı ve nereye gittiğinizi bir türlü bilemeden…

Friday, January 18, 2008

Körkuyuda Kilitli Kalmış Vicdanlar ve Kutsal Milliyetçilik

Düşünün. Bir ülkede doğuyorsunuz, ki bunlardan dünyada ikiyüze yakın var, sonra bu ülkenin devleti size inanılmaz bir tarih anlatıyor; kahramanlıklarla, kutsallıklarla bezenmiş ve siz bu ülkenin bugününden ölesiye/öldüresiye şikayetçi olmanıza rağmen bu ülkeye bayılıyorsunuz. Tanımlayamadığınız "milli değer"lerinizi korumak hayattaki yegane hedefiniz haline geliyor. İnsan olmanın önüne geçebiliyor Türk olmak ve herşeyi mübah kılabiliyor: Belli grupların haklarını kısıtlayıp, belli sözlerin söylenmesini yasaklayabiliyor, insanların nasıl giyinmesi, nasıl yaşaması, nasıl düşünmesi gerektiği hakkında akıllara zarar bir tektipleştirme kabul edilebilir oluyor.

Biri çıkıp diyor ki: "Kardeşim, ben de burada doğdum, dedelerim de, tıpkı sizin gibi. Ben de buraları sizin kadar seviyorum. Ama düşmanlardan nefret etmeye dayalı bir sevgi değil benim vatan sevgim. Ermeni'yim ben! Ermeni olduğum için Ermenistan'ı Türkiye'den daha fazla sevmiyorum. Tarihle yüzleşelelim, biraz empati biraz diyalog, birbirimizi tanıyalım, anlamaya çalışalım. Nefretle sevgi bir arada yürümez, bu iş daha böyle gitmesin." minvalinde gözleri dolduran, umut veren laflar ediyor. Türk kimliğinden çok Ermeni kimliğini eleştiriyor. Bildiği doğruları korkmadan söylüyor, yüreğinin tüm açıklığıyla...

Ama kilitli vicanlar anlamıyor...Onlar word programındaki imla hatası bulucusu gibi, O'nun Ermeniler'e artık Türkler'den nefret etmekten vazgeçmek için söylediği "Atın içinizden zehirli
Türk kanını" lafına takılıyorlar. Ne yapsa ne etse anlatamıyor ne demek istediğini, "zehirli demedim" diye açıklamaya çalışıyor "bu ülkede yaşamam burayı sevmesem, nefret etsem" diyor. "Zehir" diyorlar başka birşey demiyorlar. Ne devlet anlıyor, ne millet. Nasıl bir yalnızlık! Yok yere nefret ediyorlar ondan. Nefretle kapanmış bir kere vicdanları.Açamıyorlar kilidini. Kendileri gibi düşündüğünü sanıyorlar karşılarındakinin. "Ermeni'yse Ermeni'yi savunur. Nokta. Başka bir ihtimal mümkün değil. Sonra o kara gün geliyor işte, öldürüyorlar. Çok net bir tavır, buz gibi... Öfkeyle üzüntüyü karıştırıp yumruğu boğaza oturtan cinsten, televizyonu parçalatmak isteyen cinsten, tanımadığın ama yüreğinin bir olduğunu bildiğin insanlara sarılmayı istetecek cinsten. Hüngür hüngür ağlatan cinsten. Tek başına kaldırılamayacak cinsten. İlk defa aile/arkadaş olmayan birinin ölümünün de ne kadar acıtabileceğini hissettirecek cinsten.

Cenazeye gidiyorum, ne yapayım? Başka birşey geliyor mu elimden? Belki diyorum şimdi sorgularlar bu nefretin boyutunun nasıl felaketlere yol açabileceğini, devleti de milleti de. Sanıyorum ki herkes benim gibi üzülüyor. ama kamplar aynen deam ediyor, "onlar" açıp da bir yazısını okumuyorlar, merak etmiyorlar, önemsemiyorlar. "Ermeni öldü" diyenler de oluyor, "kötü biriydi ama cezasını yargı vermeliydi" diyenler de.

"Acaba ben şizofren miyim" diye kendi kendimi yememek için gidiyorum cenazeye. Nefes alıyorum, üzülen ve sinirlenen ve önemseyen ve sorgulayan tek kişi olmadığımı görünce. O duygularla "gelin bizi de vurun ulan, Ermeni diye vurulur mu insan" demek için "Hepimiz Ermeniyiz" diyoruz. Çıldırıyorlar. Sen zaten beni sevmiyorsun ki! Zaten sana göre vatan hainiyim, al işte kendime etiket de taktım, Ermeniyim diyorum, daha ne sinirleniyorsun?

Hayır! İşte tarih kitaplarındaki o muhteşem savaşları yaşamak için bir fırsat. Türkler bir kenara olmayanlar diğer kenara. "Hepimiz Türk'üz Hepimiz Mehmediz" diyorlar. "Adamı deli etme, ne alakası var" diyemiyorsun. Empatiyi bir Ermeni tatlı çeşidi zannediyorlar çünkü.

Acaip birşey bu Türklük, gözlerini kör ediyor, aklını esir alıyor. Başka birşey düşünemez duruma geliyorsun. Önünde bir tabur gayr-ı Türk öldürseler, sebebini merak etmeden zafer kazanmış gibi hissetmeye başlıyorsun. Bir grup lise öğrencisi kendi kanlarından Türk Bayrağı yapıp Genelkurmay Başkanı'na gönderiyorlar: "Paşam kalemleri bırakıp, tüfekleri almaya hazırız" diyorlar. O büyük askerin de gözleri doluyor, işte Türk gençliği diye. "Silahları biz hallederiz, siz ders çalışın" demiyor. Kendini kesmenin patolojik olduğunu düşünemiyor insanlar, gözleri doluyor bu vatan sevgisinden. Benim tüylerim ürperiyor...

Yine de bu işin bir mantığı olmalı diyerek tez konumu değiştiriyorum. Bu kör kutsallığı sorgulamak için...Ve fark ediyorum ki, kimseler Türkiye'nin ve Türkler'in bugünkü durumundan memnun değil, ondan da nefret ediyorlar. Ama 1000 seneki önceki Türkler'in ve 1930'ların müthişliğinden bahsediyorlar. 25-30 yaşındaki insanlar, sanki yaşamış gibi 70 sene hatta bin sene öncesinin ve o dönemlerde aynı kanı paylaştıklarına inandıkları insanların daha akıllı daha şahane falan olduğunu iddia ediyorlar. Kaynakça ve gerekçeleri ne? Milli Eğitim tarih kitapları ve kulak dolması. Fazlasını okuyan da Masonluğa, komplo teorilerine kaptırıyor kendini, iyiden iyiye çiziyor kafayı.

Bugünü seven, devletinden ve milletinin her ferdinden memnun ya da onların hepsi için adalet isteyen, eşit haklar isteyen milliyetçiler arıyorum. Biri bana "Türk"ün ne demek olduğunu mantıklı biçimde anlatsın istiyorum. "Milli değer"lerimizi öğrenmek istiyorum. Hrant Dink öldürüldüğü için üzülebilen, açıp iki satır yazısını okumuş milliyetçiler arıyorum. Bana bu ülkenin bugünü ve yarını için, nefret ve kompleksten fazlasını anlatabilecek milliyetçiler arıyorum.

Bu ülkeyi seviyorum, başka ülkeleri de seviyorum. Bu ülkede yaşayan herkesi "Türk" oldukları için sevmiyorum, "insan" olanlarını ya da ortak değerlere sahip olduklarımı seviyorum daha çok. Ama herkesin eşit haklara sahip olmasını istiyorum. İstediğimi ifade edebilmeyi, kimsenin öldürülmemesini, hukuk devleti olabilmeyi, ille de gurur duyması gerekiyorsa kanı yüzünden değil gurur duyulabilecek işler yaptığı için gurur duyan, aklı ve yüreği açık insanlarla dolu bir ülkede yaşamayı istiyorum.

Hrant Dink gibi arkadaşlarım olsun ve öldürülmesinler istiyorum...

Çok şey mi istiyorum?

Not: Hrant Dink'in ölüm yıldönümü olması sebebiyle fazladan bir duygusalım/hassasım bu konuda. Tez için görüşüp, düşüncelerini anlatanlara teşekkür ediyorum, bana yeni bakış açıları sunuyorlar ve onlardan beklediğim saygıyı önce benim onlara göstermem gerektiğini hatırlatıyorlar. Ve en azından savundukları görüşleri açık yüreklilikle paylaşıyorlar..."İyi" milliyetçilerin çoğalması dileğiyle...