Monday, December 31, 2007

Botan, Silahlar, Tillo, Marifetname: Siirt (4)

Siirt 9 Aralık 2007

Öğleden sonra saat 2’de Batman’a doğru yoldayız. Minibüs bizi Diyarbakır Batman arası bir yerde bırakıyor ve Siirt için minibüs beklemeye başlıyoruz. Hava eksilerde, beklediğimiz kavşaktan geçen arabalar Siirt’e götürmeyi teklif ediyorlar ama kalabalık olduğumuz için nazikçe reddediyoruz tekliflerini. Bizim gibi çok bekleyen olmuş bu yolda herhalde, yolun kenarı çöp dolu… Sonunda bir minibüs geliyor ve hemen doluşuyoruz içine.

Son birkaç yılda bu güzergahtaki yollar epey düzeltilmiş. Yollar güzel güzel olmasına ama bu yolda bir hüzün var sebebi belirsiz. Yanağım cama yapışmış, etrafı seyrediyorum. Ahmet Kaya çalıyor teypte inceden. Saçlarına Yıldız Düşmüş’le başlıyor, Yakamoz’la devam ediyor, tıpkı lise günlerindeki servisteki gibi. Garip hisler gark oluyor içime. Hüzünle özlem arası, tarifi zor hisler. Buralara gelmekte bu kadar geç kalmaktan dolayı pişmanlık duyuyorum, sonunda geldiğim için sevinç de… Güneydoğu’yla kurduğum ilk duygusal bağı, işte bu yolda hissediyorum. Ve biliyorum yine getirecek bu duygu beni buraya. Birkaç gündür gördüklerimi tanıştıklarımı düşünüyorum, duraklıyorum. Ne karşı olduğum ne de savunduğum fikirlerle, ne Kürt meselesiyle ne hümanizmle ilgisi yok hissettiklerimin. Rasyonel bir açıklaması yok, duygusal bir şeyler, kıpırtılar, heyecan… Çok tuhaf bir mutluluk hissi…

İki saat sonunda bir mola veriyoruz. Çaylar yudumlanırken, minibüsün diğer yolcuları bizim grubun sebeb-i ziyaretini merak ediyor. Çat pat İngilizce sohbetler ediliyor. Evine götürmek isteyenler, gelin bizde kalın diyenler, Tillo’yu görmeden gitmeyin diyenler, herkes çok sıcak davranıyor bu soğuk memlekette.

Öğretmenevine vardığımızda hava kararmış. Şehirde kadınları bilinçlendirme konusundaki çalışmalarıyla tanınan Gökkuşağı Derneği’ne gidiyoruz akşam yemeği için. Sekbilder derneği temsilcileri de katılıyor bize. Çocukları okumaya, kadınları kamusal hayata teşvikle ilgili faaliyetlerinden bahsediyorlar. Perde pilavını yerken bir yandan devam ediyoruz sohbete. Çok geç olmadan ertesi günün planını yaparak uykuya dalıyoruz.

Sabah erkenden kalkıp fotoğraflar üzerine konuşuyoruz yine. Sonra da öğretmeneviyle aynı binada bulunan Milli Eğitim Müdürü’nü ziyaret ediyoruz. Eğitim faaliyetleriyle ilgili bilgi veriyor gruba. Ayrılırken Atatürk büstünün önüne geçip topluca fotoğraf çekilmeyi de ihmal etmiyoruz!

Siirt için fazla vaktimiz yok, hava kararmadan Tillo’ya gidiyoruz. Cumhuriyetin kuruluşuyla adı Aydınlar olarak değiştirilen Tillo, Süryanice’de yüksek ruhlar, Arapça’da ise yüksek yer anlamına geliyor. Yolda bu yüksek yerlerden birinde durup manzarayı seyrediyoruz, fotoğraf çekiyoruz. Bir yandan Botan nehri akıyor huzur içinde, bir yandan silah sesleri geliyor Irak sınırından huzursuzca. Sessizleşiyorum, hissizleşiyorum... Siirt yolundaki o güzel duygular gidiyor, gözlerime bir hüzün çöküyor ki ağırlığını ben bile hissediyorum. Doğulu bir kadın oluveriyorum, susuyorum öylece, donuk donuk, mahsun mahsun bakıyorum… Düşünmek istemiyorum o dağların ardında neler olduğunu, o silahların neden patladığını, hangi sonuçsuz hedefler uğruna kimlerin can verdiğini, geride kalanların bir ömür boyu nasıl acı çektiğini, hiçbirini düşünmek istemiyorum. Beynime engel olamıyorum, hepsi geliyor teker teker hücum ediyor. Birkaç yüz metre yanımda patlayan silahlar gibi patlıyorlar beynimde! Kovalamaya çalışıyorum, kaçıyorum, bu modern kan davasından kurtulmak için huzur bulmaya, Tillo’ya gidiyorum.

İbrahim Hakkı ve İsmail Fakirullah isimli zatların türbelerine gidiyoruz. Anna yine ağlamaya başlıyor. Sebepsiz değil, garip bir enerji, bir atmosfer, bir maneviyat var burada. Önce çember içine alıyor sizi, sonra okuyor içinizi, sonra da götürüyor istenmeyenleri. 15 dakika sonunda 3 saat hamamda kalmış gibi hafifliyoruz.

Köşede bir ev var, içinde İbrahim Hakkı’nın yaptığı çalışmalar, kitaplar, kullandığı pergeller ve birçok araç gereç var. Onun halen bu evde yaşayan 6. Kuşak torunu, evin alt katını müze haline getirmiş. Gelenlere gezdiriyorlar ailece. Anlatılmaz yaşanır bir deneyim, detaylarına girmek sadece sığlaştırır bu anları. Öyle güzel anlatıyor ki hayat felsefesini, tarihi yaşadıklarını, hepimizin yine gözleri doluyor, hepimiz elini öpüyoruz çıkarken. Muhterem kelimesi vücuda geliyor onda.

Siirt’e biraz ağlayıp biraz gülerek dönüyoruz. Hava kararmış. Büryan kebabı kalmamış. Şehirde bir tur atıyoruz, bir şeyler yiyip uyuyoruz, sabah 6’da Diyarbakır’a yolculuk…

Siirt Fotoğrafları

Thursday, December 27, 2007

küçük insanlar'dan 1 anektod

3 hafta önce Koşuyolu'nda bir anaokulunda çalışmaya başladım. Haftada bir gün gidiyorum, psikolog olarak. Nerdeyse böyle bir diplomam olduğunu bile unutmuşken, yeniden alana dönmek ilginç oldu. Artı daha önce özel eğitimdeydim, hiç "normal" çocuklarla çalışmamıştım.

Mesela hepsi için dosyalar hazırlıyorum tek tek. Ve her birinin kaçıncı çocuk olduğu, anne babalarının eğitim durumları, kaç yaşlarında çişlerini kakalarını söylemeyi öğrendikleri, yürüdükleri, konuştukları, kaçta uyudukları, kendi odalarının olup olmadığı, annenin çalışıp çalışmadığına göre fişliyorum çocukları. Farkında bile değiller ama tipin biri bütün gün onları detektif gibi inceleyip raporlar tutuyor.

Kendimi haklarında herşeyi bildiğimden ve ayrıca daha akıllı ve daha yetişkin olduğumdan daha bi güvenli daha bi üstün hissederken bir yumurcak beni dün dumura uğrattı.

Ali, 5 yaşında, esmer kıvır kıvır kirpikleri olan bir güzellik. Ben big brotherlık yaparken farkedip yanıma geldi, oturdu fütursuzca. Ben hafif tedirgin: (okuma yazma bilmiyordur canım bu)

"Ee nasıl geçti bayram, neler yaptın?"
"Güzel geçti, annaneme gittik, şeker yedim"
"Hmmm"
"Sen ne yaptın?"
"Ben mi? (Soruları ben soracaktım ama) ben de babanneme gittim, şeker yedim."
"Şeker mi çikolata mı yedin?"
"Euuu, evet çikolata aslında (nasıl ya?) Nerden bildin?"
"(Yanağımdaki sivilceyi göstererek) Bu çıkmış, şekerden çıkmaz ki"
"(Yüzüm asık yan yan sivilceye bakmaya çalışırken) hmmm (psikolog esasıyla)"
"Ama gene de güzelsin!"

İşte bu son cümle beni bitirdi. Bacak kadar çocuk nerden bilir gönül almayı, kur yapmayı, benim duygularımı çözümleyip ona göre strateji üretmeyi, cevabı yapıştırmayı? Biz yetişkinler mi herşeyi parçalayıp anlamlandırmaya çalışarak başarısız oluyoruz acaba? Fark ettim ki bu anaokulu benim için önemli bir deneyim olacak. Bu küçük insanlar, herşeyi daha direk ve basit yaşıyorlar. Zaten her türlü duygusal oldukları için, mantıkla birleştirince nefis tipler çıkıyor ortaya...

İlkokula başlayıp, ideolojiye gömülene kadar...

Monday, December 17, 2007

Süryaniler, Kervansaraylar, Yarımkalmışlıklar, Sabunlar ve Prens Charles: Mardin (3)

Mardin 8 Aralık 2007

Sabah erkenden yola çıkıyoruz Mardin’e gitmek için. Otobüste Fatma Girik’in töre cinayetini konu alan ve içinde bol at ve silah ve tecavüz barındıran filmi gösteriliyor. Ieva ve Eva durmadan soruyorlar, şimdi ne oluyor, şimdi ne dedi diye. Olayların alt yapısını, mesela Yeşilçam’ın nasıl bir şey olduğunu mesela töre cinayetlerini mesela dini mesela geleneği mesela tarihi bilmeden, yanlı bir tercümanın aktardıklarıyla o konuda bir fikir sahibi olmaya hatta yargılarda bulunmaya kalkışıyorlar. İnceden hatırlatıyorum bu boyutlarını işin ama 24 yaşında, Avrupa’nın dışına ilk defa çıkan bir Avrupalı ne kadar anlayabilirse o kadar anlıyorlar işte…

Otobüs konforlu, muavin (ya da host) 50 yaşında emektar bir amca, gırgırla ortalığı temizliyor sürekli. Bir de yıllık erzaklarını hazırlayıp, salçaları, yaprakları, turşularıyla yola düşmüş teyzeler de var. Bizden başka herkes bir ‘kamusal alan’ içinde olmanın bilincinde sessiz sakin, fısır fısır konuşarak geçiriyor yolculuğunu. Maalesef ortak bir muhabbet çevirecek kadar kesişmiyor yolumuz. Zaten böyle bir fırsatı her yakaladığımda da peşime takılan ve sürekli tercüme isteyen kuyruklar var.

Saat 1.30 da varıyoruz Mardin’e. Yenişehir kısmındaki öğretmenevine gidiyoruz. Ana’yla odaya yerleştikten sonra camdan dışarı bir göz atıyoruz. Her yer inşaatlarla dolu. Bazısı gecekondu gibi duruyor, bazıları derme çatma iskeletlerle zor ayakta duruyor. Ana da mimarlık son sınıfta okuduğundan başlıyor sormaya neden böyle de, deprem kontrolleri yapılıyor mu da. Bak kardeşim, ben de sürekli bu sorgulamaları yapıyorum zaten ama sen başıma AB’den gelmiş müfettiş gibi tüneyince ben de kendimi belediye görevlisi gibi hissedip savunma yapmak, bizim gelişmekte olan bir ülke olduğumuzu ve bu durumların normal olduğunu falan açıklamak zorunda kalıyorum. Gel güzel güzel cami, müze gezelim, kebap yiyelim, bırakalım bu beyaz adam tartışmalarını!

Havanın kararmasına 2 saatçik kaldığından süratle bir minibüse atlayarak şehir içine gidiyoruz. Mardin’in meşhur o dağ eteğinde kurulmuş eski kısmı koruma altına alınınca Yenişehir diye bir yer yapılmaya başlanmış. Dağınık, yapay ve iç karartıcı bir yapısı var. İnsanların çoğu da oraya taşındığı için eski şehir ruhunu kaybetmiş sanki. Ya yine dişim ağrıdığından ve tercümanlık misyonumdan sıkıldığımdan ya da Urfa’daki insan-mekan devamlılığını burada bulamadığımdan epey hayal kırıklığına uğratıyor Mardin beni. Tabii Mardin’i hissetmek için şehir içinde kalmak lazım, birkaç gün kalmak lazım, Midyat’a Nüsaybin’e gitmek lazım, böyle ekspres olmuyor…

Yine de güzel ve etkileyici yapılar. Özellikle bir tanesi çok hoş. İsmini unuttuğum bir medresede doğum, çocukluk, yetişkinlik ve yaşlılığı temsil eden bir çeşme var. Önce ip gibi akıyor, sonra çoğalıyor tekrar inceliyor ve sonra büyük bir havuza dökülüyor. Büyük havuz da ahireti temsil ediyor.

Postane binası yine çok eski bir yapı, merdivenleri konuşur gibi karşılıyor insanı. Karşısındaki çay bahçesinde çay içerek ısınmaya çalışıyoruz. Hava çok soğuk. Bize eşlik eden Banu öğretmen de sorularımıza cevap veriyor. Harran’daki gibi burada da öğrenciler okula Kasım’da gelip Nisan’da ayrılıyorlar. Kız çocukların okula gitme oranı yükseliyor. Banu’nun şikayeti ise velilerle iletişim kuramaması. Çocukların anneleri Arapça konuşuyorlar sadece okula gitmedikleri için. Babalar da Suriye’ye gidip gelen uzun yol tır şoförleri olduğundan böyle bir kopukluk oluyor okulla aileler arasında.

Hava hem kararıp hem de iyice soğuyunca öğretmenevine dönmek için yola çıkıyoruz. Yolda bir taze meyve sucu var. Birer portakal suyu içerken bir yandan da dükkandakilerle sohbet etmeye çalışıyorum. Güzel mavi gözlü annesi Kürt babası Arap olan kız sorularıma cevap verirken tost yapmaya devam ediyor. Hiçbir konuda şikayeti yok. Tavırları çok rahat. Resmen “sen uğraş araştır dur, biz yaşayıp gidiyoruz burada işte be abla” der gibi bakıyor bir de…

Akşam kaburga dolması yiyoruz, yanında da işkembe dolması var. En güzeli bakır bakraçlardaki ayranlar aslında. Yemek sonrası çektiğimiz fotoğraflara bakıp üzerlerinde konuşmak için buluşuyoruz ve bu iş saatler sürüyor. Bir de ateşim çıkınca akşamı erken noktalıyorum.

Sabah erkenden Deyrül Zafaran manastırındayız. Mardin’in 7 kilometre dışındaki bu kilise, Süryanilere ait. Pazar günlerini burada geçiren birçok aile var. Sabah ayine katılıyorlar, sonra hep beraber yemekler yapılıp yeniyor. Gençlerden bazıları kilise içinde ilahi söylüyor, çocuklar da avluda koşuyorlar ve bana yakalanıyorlar. Birinin adı Daniel diğeri de Samuel. Garip geliyor tabi gayr-ı Müslim kavramı aklımda daha çok yurtdışı ya da İstanbul’da Levantenlerle ilişkili olduğundan, güneydoğunun bir köyünde farklı bir din ve geleneğ, sürdüren ve ona sıkıca bağlı insanları görmek ilginç oluyor, mutlu oluyorum bu zenginlikten.

Vakit olmadığından Hasankeyf’e de gidemiyoruz. Üzülüyorum ama yapacak bir şey yok. Çaresiz şehre dönüp son 2 saati değerlendirmek için yürüyoruz ara sokaklarda. Küçük bir sabuncu dükkanına rastlıyoruz. Prens Charles bile sabun almış buradan. Saç dökülmesine, cilt kuruluğuna ve akneye iyi gelen 3 çeşit sabun imal ediyor bir aile burada. Dükkanın sahibi Mehmet Dede sadece tanesi 1 YTL’den satıyor bunları. (Geldiğimden beri kullanıyorum saç için olanı, süper).

Artuklu Kervansarayı’nın önünden geçerken giriveriyoruz içeri. Buradaki görevlilerden biri alıp bizi yarım saate yakın gezdiriyor. Bu kervansaray sadece birkaç yıldır faaliyette. Tarihi eser statüsünde olduğu için gelenlere de böyle bir hizmet verip gezdiriyorlar. Odaları 5 yıldız kıvamında. İçinde çeşit türlü dehlizler var. Hala kazılar yapılıyor bazı yerlerinde ve gizli odalar bulunuyor. Kalmak için pahalı olsa da görülmesi gereken bir mekan…

Zaman çabuk geçiyor ve gitme vakti geliyor. Hasta, yarım kalmış ve buruk biçimde Siirt’e doğru düşüyorum yola…

Mardin Fotoğrafları

Friday, December 14, 2007

Eflatun Örtüler, İmam Hatipler ,Harry Potter ve Sıra Gecesi: Urfa (2)

7 Aralık 2007

Neden Şanlı burası? Diğerleri neden Kahraman ve Gazi? Adapazarı’nın Kütahya’nın başı kel mi? Onlar da savaşmadı mı bu topraklar için? Yoksa nüfuslarının tamamına yakını Arap ve Kürt olduğundan kendilerini Türkiye’ye ait hissetmelerini kolaylaştırmak için birer minik teşvik mi bu isimler? Söyleyeyim, kimse kullanmıyor bu şaşalı isimleri…

Harran’dan Urfa’ya dönerken, Ana hayat hikayemi soruyor. Özetle anlatıyorum nereden gelip nereye gittiğimi biraz da neden böyle bir yol seçtiğimi. Bir de bakıyorum ki hüngür hüngür ağlamaya başlıyor kız. Lan nooldu şimdi? Hiç de beceremem teselli etmeyi sarılmayı falan biri ağlayınca… “Bakma sen bana düzelirim birazdan” diyor. Biz de diğerleriyle Türkiye’yi konuşuyoruz.

Urfa’ya vardığımızda tamamen acıkmışız. Çarşıda yürürken bakışlar üzerimizde, Polonyalılar fazlasıyla sarışın çünkü. Örtülü amcalar yanıma gelip “ne iş” bab’ında soruyorlar. Fotoğraf, proje falan diyorum. Tabii ki beni rehber/tercüman sanıyorlar. İşte bu çok acaip! 6 gün boyunca istisnasız herkes beni rehber zannediyor. Neden? Çünkü İngilizce konuşabiliyorum!!! Türkiye’de İngilizce konuşabiliyorsan (böyük şehirlerdeki business people muaftır) ya rehbersindir ya da İngilizce öğretmeni. Yoksa ne işin olur elin gavurunun diliyle?

“Nerde öğrendin bu kadar iyi?”

“Amerika’da”

“E niye döndün?”

(Ettim bi cahillik işte.) “Döndüm, neden dönmeyeyim?”

“Ben bu kadar iyi İngilizce konuşsam hayatta dönmezdim!”

Çoğu dönmüyor zaten, bu yüzden de kendi dilimiz kendi bayrağımızla dışarıda ne olup bittiğini bilmeden, bir yandan kendimize tapıp, bir yandan dışarı özenerek, umutla umutsuzluk arasında son derece romantik bir hayat sürmeye devam ediyoruz…

Büyükfırat kebapçısında yemek yerken keyfimiz yerinde. Adet haline getiriyoruz, 5 çeşit yemek söyleyip hepimiz hepsinden yiyoruz, Hindistan’daki gibi. Batı Avrupalı olmayan Avrupalılar çok uyumlular, bireysellikleri daha az gelişmiş, pek güzel. Yemek devam ederken, 30’lu yaşlarda bir kadın 13’lü yaşlarda bir kız geliyor masaya. “Pardon” diyor “Siz İngilizce öğretmenisiniz galiba, ben de öyle, arkadaşlar da turist herhalde, öğrencim biraz pratik yapsa?”

Bizimkiler, hele Bruno bayılıyor zaten pratik yapmaya. Çekiyoruz birer sandalye. Nedense minik kız hiç konuşmuyor, öğretmense taramalıya bağlıyor heyecandan. İkisi de pek mutlu ayrılıyorlar sohbetin sonunda masadan.

Bilgi’den sınıf arkadaşım Tuğba Urfalı. Kendi İstanbul’da ama ailesi burada. Gelmişken gidip annesinin elini öpeyim diyorum. Takıyorum turistleri de peşime taksiye altılayıp gidiyoruz. Emine hanım dünya tatlısı bir kadın. Yüzünden iyilik güzellik masumluk, ne kadar iyi değer varsa akıyor. Dünyanın kekini, böreğini, sarmasını diziyor önümüze. Kardeşi, onun eşi, çocukları, yeğenleri de oradalar. Hepsi için çok eğlenceli bir durum evde yabancılar olması. Bazısı konuşmaya çabalıyor, bazısı da tepeden tırnağa inceliyor. Yenge abla İngilizce bilmiyor ama Türkçe, el işaretleriyle falan anlatıyor derdini. Bruno zaten 2 günde epey bir kelime dağarcığı yapmış durumda. Tahir Abi, Urfa’da yerel bir gazetede yazıyormuş, aynı zamanda da müzisyenmiş. “İster misiniz sizi bir halk müziği konserine götüreyim bu akşam?” diyor, bizimkiler bayılıyor. Arabaya doluşup gidiyoruz, belediyenin halk eğitim merkezine.

Parçaların geldiği yöreler çok anlamlı, içlerinde Kerkük bile var. Hiç de bana göre olmayan bu müzikte tüm sözler ziyadesiyle acıklı. Hep zalimlerle bahtsızlar. Ieva da tutturuyor çevir diye, anlayamıyorum ki çevireyim!

Yine de memnun oluyorlar böyle bir deneyim yaşadıkları için. Konserin sonunda bir de bakıyorum ki Ana orkestrayı çizmiş karakalem ve süper başarılı olmuş. “Hadi bunu hediye edelim” diyorum. Koşuyoruz kulise. Buluyoruz resimdeki en parlak top sakallı amcayı ve ona veriyoruz. Pek mutlu oluyor o da. Neşe içinde örtmenevimize dönüyoruz.

Bizden biraz sonra 6 kişi olarak hesap ettiğimiz grubun geri kalanı 3 kişi halinde geliyorlar. Organizatörler Salim Bey, Tolga Bey ve Eva. Diğerlerinin gelişleri iptal olmuş. Küçük grup daha iyidir zaten diyerek Eva’yla tanışmaya çalışıyoruz ama biraz arıza kendisi. Litvanyalı ama Danimarka’da yaşıyor 4 yıldır, bunun için de Danimarkalıyım diyor. 24 yaşındayım diyor ama bir yandan da 1999’dan beri çalıştığını hem astrolog hem sosyolog hem gazeteci olduğunu
hem 5 dil konuştuğunu hem 30 ülke gezdiğini ve daha fazlasını anlatıyor. “Kibir en sevmediğim günahtır” diyerek bir şans daha veriyorum kendisine.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı yaparak şehir merkezine gidiyoruz. Bütün o güzel tarihi mekanları, camileri, camilerin avlularını, Balıklı Göl’ü gezerken çok müthiş bir atmosfer var. Zaman ve mekan insanlarla ahenk içinde. Çok doğal çok güzel. Balıklı Göl’ün etrafı özellikle harika. İnsan orada hiç sıkılmadan oturabilir bütün gün. Meşhur eflatun örtülü ablaların fotoğraflarını çekiyorum balıklara yem atarken,

istiyorlar fotoğraflardan, alıyorum adreslerini göndermek için.

Biraz ileride başka bir avluya giriyoruz. O hava o enerji o kadar etkiliyor ki beni, hangi mekanda olduğumuzu unutuyorum. Durmadan Gözleri ayrı, kıyafetleri ayrı güzel insanların fotoğraflarını çekiyorum.

Erkekler sadece puşi takmıyor. Normal örtü de takıyorlar o eflatunlardan aynı kadınlar gibi. Hatta çarşıya gidince fark ediyorum ki aynı örtüymüş tamamen. Gender meselesinin alabildiğine baskın yaşandığı bu memlekette, erkeklerin başlarını örtmesi hem de kadınlarla aynı aksesuarı kullanması çok ilginç görünüyor.

Fotoğraf çekmek için izin isteyince “çek, olur” diyorlar gülümseyerek. Ama ne poz veriyorlar ne de utanıyorlar. Oldukları gibi çok doğal hiç bozmadan. Şu amca biraz sert görüneyim, ağır olayım diyor ki patlatıyorum bir espri hemen gevşiyor.

Yine kebap yiyoruz. Canına yandığımın çiğ köftesi çok acı burada çok! Benim için bile! Öğleden sonra ara sokakları dolaşarak başka bir camiye gidiyoruz. Biz içerideyken bir grup kız geliyor başörtülü. Ieva Türkiye’deki durumları az çok bildiğinden konuşmak istiyor kızlarla. Hepsi Şanlıurfa İmam Hatip Lisesi’nde okuyorlar. Öğretmenleri gezi için getirmiş. Havadan sudan yasaklarla ilgili sohbet ediyoruz epey. Yarısı kendi isteğiyle, yarısı aile baskısıyla gitmiş bu okullara. Okuldan, baskıdan, aşağılanmaktan, dışlanmaktan, 2. Sınıf olmaktan değil de okuyamayacak olmaktan şikayetleri. O kadar safiyane dile getiriyorlar ki bu acımasız uygulamayı. “Puanım kesilmese anaokulunda öğretmen olmak isterdim” diyor biri. Diğeri de doktor olmak istermiş. Ama böyle vebalı bir okuldalar işte. Buradan çıkınca ancak evine hanım olabiliyorsun. Bir imam hatip’te din öğretmeni bile olamıyorsun. Çünkü hayatının merkezine dini koyduğun için başını örtmeyi tercih etmişsin ve bu yönde bir eğitim almışsın ama aynı eğitimi aynı şekilde aynı düşünenlere vermek istediğinde yapamıyorsun çünkü başın örtülü. Böyle de çelişkili bir devlet sistemi işte. Zorlanıyorum Ieva’ya anlatmakta. Kızların devletle aile baskısı arasında sıkışıp kalmış hayatlarını dinlerken fena olup atıyorum kendimi dışarı ağlamaya başlıyorum. Bu kez yüce devletimizin akıl almaz politikalarını sorgulamıyorum. Bire bir gencecik insanlara ne yaşattığını görünce hüngür hüngür ağlıyorum. Hem Kürtler, hem başörtülüler, hem fakirler hem ataerkil bir toplumda yaşıyorlar hem de kadınlar. Çile bülbülüm çile…

Bir dia makinesi çevikliğiyle kendimi toparlayıp hemen başka bir sahneye geçiyorum. Kadınlar akşam için patlıcanlı kebaplarını hazırlamışlar, ellerinde tepsiler, Urfa’nın dar sokaklarında fırınlara gidiyorlar. Ben merak edip bakınca da hemen yemeğe çağırıyorlar. Bir ülkede nasıl millet bu kadar sıcak ve açık, devlet bu kadar soğuk ve baskıcı olabilir?

Akşama doğru kendimi hem tercüme yapmaktan hem de öğrendiklerimden yorgun düşmüş hissediyorum. Eva’nın bavulu kaybolduğu için mağaza mağaza gezip kıyafet arama, Ieva’ların biletini değiştirme, Brunolara bilet alma gibi bir sürü angarya işi bitirdikten sonra bitkin şekilde örtmenevine dönüyoruz. Bir saat dinlenip çok da bir şey beklemediğim sıra gecesine katılmak üzere Gülizar Konukevi’ne gidiyoruz. 100 senelik konak restauranta çevrilmiş. Aynı zamanda kalacak yerleri de var. (Hem de kahvaltı dahil gecesi 30 YTL!). Önce bizden başka kimse yok. Buğdaylı yoğurt çorbası, üzerine ezogelin çorbası, yanında salata ve ezme ve lavaş, üzerine karışık kebap, üzerine çiğ köfte, çay, mırra ve hatırlayamadığım birkaç şey daha getiriyorlar. Fena halde doyuyoruz. Ana yemek bittikten sonra yer sofraları toplanıyor. Orkestra (ya da saz ekibi mi deniyor bilmiyorum) geliyor odaya. Onların çıkış saatini bilen diğer seyirciler de geliyor. Toplam 15 kişi kadarız. Ağırdan başlıyorlar çalmaya. Bir yandan hala ikramlar, çaylar gelmeye devam ediyor. Bağdaşları kurmuşuz, keyif çatıyoruz. Hemen çaprazımda 4 kişilik bir grup var. 2 kadın 2 erkek. Evli olmadıklarını tahmin ediyorum, daha bir flört edalarındalar ama yaşları da 35 civarı olsa gerek. 2 gündür pek başı açık ya da pek flört eden insan görmediğimden merak ediyorum bu grubu. Hatta yargıladığımı bile hissediyorum inceden. Garip bir durum, belki de sadece nasıl olmuş da böyle bir ortamda gelenekten kopmuşlar (ama hala sıra gecesine geliyorlar!) onu merak ediyorum. Hemen yanımda da iki kadın ve çocukları var. Karşıda da kocaları oturuyor. Aslında bir süre hep beraber oturuyorlar ama sonra erkekler karşıya geçiyorlar. İstedikleri kadar modern görünsünler, saçlarına balyaj yaptırsınlar, tırnaklarını boyasınlar, kadınlar kadınlarla erkekler erkeklerle konuşuyor. Ortak bir muhabbet yok. Çok tuhaf.

Küçük çocuklarına Yurek’i gösterip “Harry Potter” diyorum. Çocuk kahkahalara gömülüyor. Utanıyor bakamıyor falan cidden o zannediyor. Düşünemiyor ki Harry Potter neden Urfa’ya hatta sıra gecesine gelsin? Yavaş yavaş yaklaşıyor, sonra oynamaya başlıyorlar.

Bu sırada bizim bölüme yaklaşan davulcu Bruno’yu kaldırıp oynatmaya başlıyor. Bazı insanlarda içlerinde bulundukları dile ve kültüre uyum sağlama konusunda özel bir yetenek oluyor sanki. Bruno da onlardan biri galiba. Anında adımları ve dansı öğreniyor. Yurek de tam tersi. Onu da zorla atıyorlar ortaya, Marmaris’te discoya gitmişçesine garip dans figürleri sergiliyor.

Sonra assolist geliyor yanıma, Hasan Kırmızıgül. Siz grubun rehberiniz galiba diye mikrofonu bana uzatıyor. Artık uğraşmıyorum açıklamaya, “evet” diyorum. Geldiğimiz için teşekkür ediyor, nereden geldiklerini soruyor, ben de anlatıyorum, çeviriyorum. Sonra hep birlikte halay çekiyoruz. Sonra Hasan, ‘Nemrut’un Kızı’nı söylüyor. İyice mest oluyorum. Hakkında pek fikrimin olmadığı bu sıra gecesinden –turistik bile olsa- son derece mutlu ayrılıyorum.

Geç kalmışız. Saat 12’ye geliyor ve artık minibüs yok örtmenevine. Bir fabrika servisi çevirip soruyoruz durumu, hemen “atlayın ben götürürüm” diyor. İçindeki insanlar şaşkınlıkla bakıyorlar halimize. Hızını alamayıp hala eğlenen grubu görünce uzun uzun inceliyorlar, tabii ben de onları.

Odamıza gidip uyumaya hazırlanıyoruz, ertesi sabah Mardin’e gidecek olmanın heyecanıyla…

Tüm Urfa Fotoğrafları





Thursday, December 13, 2007

Güneydoğu'yla Tanışma: Harran (1)

Gidiş


Urfa’da karanlık bir otel odasındayım… Yanımda Letonya asıllı bir Polonyalı, onun karşısında Litvanya asıllı bir Danimarkalı, onun yanında İspanya asıllı bir Portekizli uyuyor. Karenin diğer ucunda da ben, Türk oğlan Türk… Uyumaya çalışıyorum. Nerden geldim buraya, gene nerdeyim?

Bir fotoğraf projesi varmış: Demo in Photo, Siirt’te, Urfa’da, Mardin’de bir grup Avrupalı öğrenciyle fotoğraflar çekilecekmiş, kutsallık, çoğulculuk, demokrasi vs. temalı. Masrafların tamamına yakınını da karşılıyorlarmış, gelir misin diyorlar. Havada yakalıyorum! Hemen öğrencilerimin günlerini değiştirip, zaten yazmadığım tezimi de yarım bırakarak koşuyorum havaalanına.

Proje 6 Aralık’ta başlıyor ama Harran dahil olmadığından bir gün erken gidiyorum ben. Havaalanında yine erken gelmiş olan 2 Portekizli ve 2 Polonyalı var. Hemen tanışıp, kaynaşıyoruz ve 10 dakika içinde benimle Harran’a gelmeye, 30 dakika sonra da dönüşte projeye dahil olmayan Diyarbakır’a gelmeye karar veriyorlar. Oynaya zıplaya, biraz da hava boşluklarında sarsılarak varıyoruz Urfa’ya.

Havaalanı şehrin epey dışında. Huzurlu havası oraya kadar gitmiş. Bizi karşılayıp kalacağımız yer olan öğretmenevine götürüyorlar. Artık öğretmenevlerinde öğretmen olmayanlar da kalabiliyormuş. (Gecesi ortalama 25 YTL) Hemen odaya eşyalarımızı atıp, karşıdaki ciğerci/kebapçıya gidiyoruz. Besleyici isimli bu mekan çok ciddi olarak dünyanın en iyi kebabını yapıyor. Bu kadar yumuşak ve bu kadar lezzetli olunca kebap, bizim de keyfimize diyecek olmuyor.

Bruno, Portekizli, 23 yaşında, Lizbon’da yaşıyor, film prodüksiyonlarında çalışıyor aynı zamanda fotoğrafçı. Kız arkadaşı Ana 22 yaşında, o da Lizbon’da, mimarlık son sınıfta. Jertzy Polonyalı, 25 yaşında, Varşova’da yaşıyor, sosyal bilimler lisans eğitimini henüz bitirmiş, Avrupa Gönüllü Öğrenci Programında çalışıyor. Ieva da onun patronu, 26 yaşında aslen Letonyalı. Ana ve Bruno ilk andan itibaren açık ve samimiler, Polonyalılar sonradan açılıyorlar. İlk akşamın sonunda fark ediyoruz ki hemen ortak bir dil konuşmaya başlamışız. Herkes rahat ve komplekssiz, fotoğraf çekmek, insanlarla tanışmak, öğrenmek ve iyi zaman geçirmek istiyoruz…

Odamızın güzel manzarasından Urfa’ya bir selam çakıp dalıyoruz uykuya. 7’de uyanıp Harran’a gideceğiz. Bizi karşılayan öğretmenlerden biri Harran’daki öğretmen arkadaşını arıyor bizimle ilgilenmesi için, kahvaltıya bekliyorlar. Güneydoğu sıcaklığını gider gitmez hissettiriyor, Filistin gibi…

Harran

Süper eski bir minibüsle bol muhabbetli bir saatlik yolculuk sonunda Harran’ın meydanına iniyoruz. Hemen birkaç çocuk sarıveriyor etrafımızı, bir şeyler satanlar, rehberlik yapmayan isteyenler… Su almak için bakkala giriyoruz meydandaki, 5 tane puşili amca oturmuşlar yer sofrasına kahvaltı ediyorlar, o görüntü İstanbul’dan ne kadar uzakta olduğumu fark etmemi sağlıyor. İnce pil almak istiyoruz, yokmuş bakkalda, karşıdaki kamyonetin arkasına işporta tezgah açmış tesettürlü amcayı gösteriyor. Ben tek Türk olmanın sorumluluğuyla arkadaşlarımın kazıklanmaması için hemen soruyorum “ne kadar” diye. Amca söylemiyor, “tak bakalım olsun hele” diyor. Huysuzlanarak veriyorum pili Bruno’ya, uyuyor, tekrar soruyorum fiyatını,” gerek yok” diyor, “canınız sağolsun.” Israr ediyorum ama almıyor para. Zaten kış kış müşteri yok, zaten üç kuruşluk mal var tezgahta, ama almıyor işte, belki de beni utandırmak için bir kez daha…

Harran’da bir ilköğretim okulunun müdürü olan Tamer Hoca gelip kahvaltıya götürüyor bizi Harran'ın tek oteline. Hemen soru bombardımanına tutuyoruz kendisini. “Nüfus kaç? Kızlar okula gidiyor mu? Hangi diller konuşuluyor?” En çok Arapça konuşuluyor. Son yıllardaki kampanyaların da desteğiyle hemen hemen tüm kız çocuklar geliyor okula. Öğrenciler okula Kasım ayında gelip, Nisan sonunda ayrılıyorlar. Aileleriyle birlikte tarlaya gidiyorlar uzaklara. Kimse de bir şey diyemiyor bu duruma. Sonra başka birçok durumda örneğini görebileceğiniz gibi burada devletin kurallarını pek önemsemiyorlar.

Çok eşli evlilik yaygın değil. “O kadar paraları yok insanların” diyor Tamer Hoca. Bazı köy ağaları yaşayabiliyor ancak bu lüksü. Büyükşehirlerdeki metres sahibi saygın işadamları gibi. Pozisyonlar değişiyor ama roller aynı.

Kahvaltı bitince gezmeye başlıyoruz Harran’ı. Kazı çalışmalarının yapıldığı tepede inanılmaz bir rüzgar esiyor. Dünyanın ilk üniversitesinin kalıntıları var burada. Etrafı pamuk tarlalarıyla çevrili. Uçsuz bucaksız bir ova. Hemen 40 kilometre ötesi Suriye. Tarifi zor duygulara sürüklüyor insanı burası.

Dikenli tellerin arasından iki yöresel kıyafetli abla geliyor, bir şeyler taşıyorlar. Fotoğraflarını çekerken biri Ieva’ya yaklaşıp İngilizce konuşmaya başlıyor. O kadar şaşırıyorum ki, nerede öğrendiğini soramıyorum. (Yöredeki kadınların çoğu ilkokula gitmedikleri için Türkçe dahi bilmiyorlar.) O sırada başka bir ikili geliyor aynı yoldan. 70’li yaşlarda iki amca, örtülerini sıkıca sarınmış, rüzgara aldırmadan, sigaralarını tüttürerek geliyorlar. Ben de karşıdan çıkırt çıkırt çekiyorum fotoğraflarını. Yanıma yaklaşıp gülerek “hoşgelmişsan” diyor bir tanesi. “Hoşbulduk” diyorum.

“Nereden gelirsiniz?”

“Ben İstanbul, arkadaşlar Portekiz, Polonya”

“Sen Müslüman mısın?”

“Evet”

“Onlar?”

“Yok.”

“E ne yapiirsan o zaman onlarla?”

“Kültürümüzü tanıtıyorum işte!”

“He. O zaman ileri git onlarla, şu tepedeki evlerde kültür var, görsünler” (Eski Harran evlerinin bir kısmını restore etmişler, müze gibi gezdiriyorlar).

Amcanın içtenlikle yaptığı bu kültür muhabbetine gülümserken diğer amca ona çıkışıyor: “Bilmiyorsan. Öyle kültür değil. Tarih gibi, gelenek gibi, cahil ettin bizi”

Üçümüz de gülüyoruz kahkahalarla. Selam verip devam ediyorlar yollarına. Kültür evlerini geziyoruz. Yazın 55 dereceyi bulan sıcaklıkta bu kubbeli evler çok iş görüyor. Kışın sıcak, yazın serin tutuyor evi. Ama artık bu evlerde yaşayanlar kalmamış pek. Yöre halkı oldukça fakir. Kültür evleri turistlere açık, kahvaltı dahil 30 YTL’ye kalınabiliyor.

Nedense bende hiçbir duygu ve anlam uyandırmayan kalıntıları gezerken kırmızılı bir kız geliyor yanıma ufaktan. Taş çatlasa 10 yaşında. 1 milyona yaptığı süslerden satıyor bir tane. Alınca da bonus olarak kalenin tarihini anlatıyor. Kasetten dinler gibi dinliyorum. Ezberlemiş. Durdurup soru sorarsam, bir önceki cümlenin yarısından başlıyor tekrar. Tabii ki 8 kardeşi var ve tabii ki babası hasta çalışmıyor. Ben ona üzülüyorum, o bana seviniyor. Kalenin karanlık gizli merdivenlerine götürüyor beni. Keçilerin arasından geçerek köye geliyoruz.

Bir köşede yere çömelmiş umutsuz bakışlı amcalar. Ve onların üstü başı perişan, güzel gözlü çocukları. Öyle bir bakıyorlar ki, konuşup anlatsalar hallerini, bu kadar vurmaz insanı. En son arabaya doluşup giderken bir tanesi geliyor ki, acaip mavi gözleri var. İnemeden, ayar yapamadan iki pozunu çekiyorum. Sonra da bakakalıyorum arkasından…

Tamer Hoca, fotoğraf çekmeyeceğimiz konusunda garanti alarak okula götürüyor bizi. Bütün çocuklar, sınıflarından koşarak geliyorlar “turist”leri görmek için. Öyle bir sarıyorlar ki etrafımızı, neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Arada iki tarafın da dilini bilen tek kişi ben olduğum için yüksek sesle çevirmeye çalışıyorum çocukların sorularını ve bizimkilerin cevaplarını. Öğretmenler bizi alıp öğretmenler odasına götürüyorlar. Yaşasın ki iki İngilizce öğretmeni var,Tamer Hoca, fotoğraf çekmeyeceğimiz konusunda garanti alarak okula götürüyor bizi. Bütün çocuklar, sınıflarından koşarak geliyorlar “turist”leri görmek için. Öyle bir sarıyorlar ki yarım saatliğine yırtıyorum çeviri yapmaktan. İsmini telafuz edemediğimiz için çocukluk ismi olan Yurek’i kullanmamıza izin veren Jertzy hayatında ilk defa bir öğretmenler odasına girmenin heyecanı içinde. Onun mutluluğunu gören müdür, götürüp kendi koltuğuna oturtuyor birkaç dakikalığına. Bir garip memleketin bir garip köyünde, yılların acısını çıkarıyor Yurek. Bir zamanlar ona çok çektiren, hem korkup hem de saygı duyduğu o otoriteye geçici de olsa sahip olmak en azından dokunmak çok etkiliyor onu. Hele ki çocuklar onu Harry Potter’a benzetip özel alaka gösterince keyfi neşesi iyice katlanıyor.

Öğretmenler hayatlarından memnunlar ama sosyal hayatın yokluğu sıkıyor biraz canlarını. Sadece haftasonları Urfa’ya gidebiliyorlar ara sıra. Lojmanları yok, ev bulmakta zorlanıyorlar. Yine de bu sene okula bilgisayar ve projeksiyon cihazı gelmesi mutlu etmeye yetiyor onları.

İngilizce öğretmenleri kitaplardan şikayetçi. Tamamen ezbere dayalı bu gramer kitaplarından bir şey öğretmenin mümkün olmadığını söylüyorlar. Nitekim sınıflardan birine girdiğimizde hakkaten çocukların “hello” ve “how are you” dan başka hiçbir şey bilmedikleri, hatta bunlara da karşılık veremedikleri çıkıyor meydana. Biraz da okulda aniden karşılarına çıkan yabancıları görmenin şaşkınlığıyla olsa gerek hiç konuşmuyorlar. Ayakta bekliyorlar mahsun bakışlarıyla. Okuldan çıkarken hepsi camlara çıkıp el sallıyor bize, “baaaayyyyy” diye bağırıyorlar.

Harran geçmişiyle değil şimdisiyle vuruyor beni…


Harran Fotoğrafları

Shukran Jazilan Urfa, Zor Spas Diyarbakir, Teşekkürler Mardin, Thank You Siirt

Photos from "Demo in Photo" Project, 5-11 December 2007

Mardin

Diyarbakir

Urfa

Siirt