Urfa’da karanlık bir otel odasındayım… Yanımda Letonya asıllı bir Polonyalı, onun karşısında Litvanya asıllı bir Danimarkalı, onun yanında İspanya asıllı bir Portekizli uyuyor. Karenin diğer ucunda da ben, Türk oğlan Türk… Uyumaya çalışıyorum. Nerden geldim buraya, gene nerdeyim?
Bir fotoğraf projesi varmış: Demo in Photo, Siirt’te, Urfa’da, Mardin’de bir grup Avrupalı öğrenciyle fotoğraflar çekilecekmiş, kutsallık, çoğulculuk, demokrasi vs. temalı. Masrafların tamamına yakınını da karşılıyorlarmış, gelir misin diyorlar. Havada yakalıyorum! Hemen öğrencilerimin günlerini değiştirip, zaten yazmadığım tezimi de yarım bırakarak koşuyorum havaalanına.
Proje 6 Aralık’ta başlıyor ama Harran dahil olmadığından bir gün erken gidiyorum ben. Havaalanında yine erken gelmiş olan 2 Portekizli ve 2 Polonyalı var. Hemen tanışıp, kaynaşıyoruz ve 10 dakika içinde benimle Harran’a gelmeye, 30 dakika sonra da dönüşte projeye dahil olmayan Diyarbakır’a gelmeye karar veriyorlar. Oynaya zıplaya, biraz da hava boşluklarında sarsılarak varıyoruz Urfa’ya.
Havaalanı şehrin epey dışında. Huzurlu havası oraya kadar gitmiş. Bizi karşılayıp kalacağımız yer olan öğretmenevine götürüyorlar. Artık öğretmenevlerinde öğretmen olmayanlar da kalabiliyormuş. (Gecesi ortalama 25 YTL) Hemen odaya eşyalarımızı atıp, karşıdaki ciğerci/kebapçıya gidiyoruz. Besleyici isimli bu mekan çok ciddi olarak dünyanın en iyi kebabını yapıyor. Bu kadar yumuşak ve bu kadar lezzetli olunca kebap, bizim de keyfimize diyecek olmuyor.
Bruno, Portekizli, 23 yaşında, Lizbon’da yaşıyor, film prodüksiyonlarında çalışıyor aynı zamanda fotoğrafçı. Kız arkadaşı Ana 22 yaşında, o da Lizbon’da, mimarlık son sınıfta. Jertzy Polonyalı, 25 yaşında, Varşova’da yaşıyor, sosyal bilimler lisans eğitimini henüz bitirmiş, Avrupa Gönüllü Öğrenci Programında çalışıyor. Ieva da onun patronu, 26 yaşında aslen Letonyalı. Ana ve Bruno ilk andan itibaren açık ve samimiler, Polonyalılar sonradan açılıyorlar. İlk akşamın sonunda fark ediyoruz ki hemen ortak bir dil konuşmaya başlamışız. Herkes rahat ve komplekssiz, fotoğraf çekmek, insanlarla tanışmak, öğrenmek ve iyi zaman geçirmek istiyoruz…
Odamızın güzel manzarasından Urfa’ya bir selam çakıp dalıyoruz uykuya. 7’de uyanıp Harran’a gideceğiz. Bizi karşılayan öğretmenlerden biri Harran’daki öğretmen arkadaşını arıyor bizimle ilgilenmesi için, kahvaltıya bekliyorlar. Güneydoğu sıcaklığını gider gitmez hissettiriyor, Filistin gibi…
Süper eski bir minibüsle bol muhabbetli bir saatlik yolculuk sonunda Harran’ın meydanına iniyoruz. Hemen birkaç çocuk sarıveriyor etrafımızı, bir şeyler satanlar, rehberlik yapmayan isteyenler… Su almak için bakkala giriyoruz meydandaki, 5 tane puşili amca oturmuşlar yer sofrasına kahvaltı ediyorlar, o görüntü İstanbul’dan ne kadar uzakta olduğumu fark etmemi sağlıyor. İnce pil almak istiyoruz, yokmuş bakkalda, karşıdaki kamyonetin arkasına işporta tezgah açmış tesettürlü amcayı gösteriyor. Ben tek Türk olmanın sorumluluğuyla arkadaşlarımın kazıklanmaması için hemen soruyorum “ne kadar” diye. Amca söylemiyor, “tak bakalım olsun hele” diyor. Huysuzlanarak veriyorum pili Bruno’ya, uyuyor, tekrar soruyorum fiyatını,” gerek yok” diyor, “canınız sağolsun.” Israr ediyorum ama almıyor para. Zaten kış kış müşteri yok, zaten üç kuruşluk mal var tezgahta, ama almıyor işte, belki de beni utandırmak için bir kez daha…
Harran’da bir ilköğretim okulunun müdürü olan Tamer Hoca gelip kahvaltıya götürüyor bizi Harran'ın tek oteline. Hemen soru bombardımanına tutuyoruz kendisini. “Nüfus kaç? Kızlar okula gidiyor mu? Hangi diller konuşuluyor?” En çok Arapça konuşuluyor. Son yıllardaki kampanyaların da desteğiyle hemen hemen tüm kız çocuklar geliyor okula. Öğrenciler okula Kasım ayında gelip, Nisan sonunda ayrılıyorlar. Aileleriyle birlikte tarlaya gidiyorlar uzaklara. Kimse de bir şey diyemiyor bu duruma. Sonra başka birçok durumda örneğini görebileceğiniz gibi burada devletin kurallarını pek önemsemiyorlar.
Çok eşli evlilik yaygın değil. “O kadar paraları yok insanların” diyor Tamer Hoca. Bazı köy ağaları yaşayabiliyor ancak bu lüksü. Büyükşehirlerdeki metres sahibi saygın işadamları gibi. Pozisyonlar değişiyor ama roller aynı.
Kahvaltı bitince gezmeye başlıyoruz Harran’ı. Kazı çalışmalarının yapıldığı tepede inanılmaz bir rüzgar esiyor. Dünyanın ilk üniversitesinin kalıntıları var burada. Etrafı pamuk tarlalarıyla çevrili. Uçsuz bucaksız bir ova. Hemen 40 kilometre ötesi Suriye. Tarifi zor duygulara sürüklüyor insanı burası.
Dikenli tellerin arasından iki yöresel kıyafetli abla geliyor, bir şeyler taşıyorlar. Fotoğraflarını çekerken biri Ieva’ya yaklaşıp İngilizce konuşmaya başlıyor. O kadar şaşırıyorum ki, nerede öğrendiğini soramıyorum. (Yöredeki kadınların çoğu ilkokula gitmedikleri için Türkçe dahi bilmiyorlar.) O sırada başka bir ikili geliyor aynı yoldan. 70’li yaşlarda iki amca, örtülerini sıkıca sarınmış, rüzgara aldırmadan, sigaralarını tüttürerek geliyorlar. Ben de karşıdan çıkırt çıkırt çekiyorum fotoğraflarını. Yanıma yaklaşıp gülerek “hoşgelmişsan” diyor bir tanesi. “Hoşbulduk” diyorum.
“Nereden gelirsiniz?”
“Ben İstanbul, arkadaşlar Portekiz, Polonya”
“Sen Müslüman mısın?”
“Evet”
“Onlar?”
“Yok.”
“E ne yapiirsan o zaman onlarla?”
“Kültürümüzü tanıtıyorum işte!”
“He. O zaman ileri git onlarla, şu tepedeki evlerde kültür var, görsünler” (Eski Harran evlerinin bir kısmını restore etmişler, müze gibi gezdiriyorlar).
Amcanın içtenlikle yaptığı bu kültür muhabbetine gülümserken diğer amca ona çıkışıyor: “Bilmiyorsan. Öyle kültür değil. Tarih gibi, gelenek gibi, cahil ettin bizi”
Üçümüz de gülüyoruz kahkahalarla. Selam verip devam ediyorlar yollarına. Kültür evlerini geziyoruz. Yazın 55 dereceyi bulan sıcaklıkta bu kubbeli evler çok iş görüyor. Kışın sıcak, yazın serin tutuyor evi. Ama artık bu evlerde yaşayanlar kalmamış pek. Yöre halkı oldukça fakir. Kültür evleri turistlere açık, kahvaltı dahil 30 YTL’ye kalınabiliyor.
Nedense bende hiçbir duygu ve anlam uyandırmayan kalıntıları gezerken kırmızılı bir kız geliyor yanıma ufaktan. Taş çatlasa 10 yaşında. 1 milyona yaptığı süslerden satıyor bir tane. Alınca da bonus olarak kalenin tarihini anlatıyor. Kasetten dinler gibi dinliyorum. Ezberlemiş. Durdurup soru sorarsam, bir önceki cümlenin yarısından başlıyor tekrar. Tabii ki 8 kardeşi var ve tabii ki babası hasta çalışmıyor. Ben ona üzülüyorum, o bana seviniyor. Kalenin karanlık gizli merdivenlerine götürüyor beni. Keçilerin arasından geçerek köye geliyoruz.
Bir köşede yere çömelmiş umutsuz bakışlı amcalar. Ve onların üstü başı perişan, güzel gözlü çocukları. Öyle bir bakıyorlar ki, konuşup anlatsalar hallerini, bu kadar vurmaz insanı. En son arabaya doluşup giderken bir tanesi geliyor ki, acaip mavi gözleri var. İnemeden, ayar yapamadan iki pozunu çekiyorum. Sonra da bakakalıyorum arkasından…
Tamer Hoca, fotoğraf çekmeyeceğimiz konusunda garanti alarak okula götürüyor bizi. Bütün çocuklar, sınıflarından koşarak geliyorlar “turist”leri görmek için. Öyle bir sarıyorlar ki etrafımızı, neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Arada iki tarafın da dilini bilen tek kişi ben olduğum için yüksek sesle çevirmeye çalışıyorum çocukların sorularını ve bizimkilerin cevaplarını. Öğretmenler bizi alıp öğretmenler odasına götürüyorlar. Yaşasın ki iki İngilizce öğretmeni var,Tamer Hoca, fotoğraf çekmeyeceğimiz konusunda garanti alarak okula götürüyor bizi. Bütün çocuklar, sınıflarından koşarak geliyorlar “turist”leri görmek için. Öyle bir sarıyorlar ki yarım saatliğine yırtıyorum çeviri yapmaktan. İsmini telafuz edemediğimiz için çocukluk ismi olan Yurek’i kullanmamıza izin veren Jertzy hayatında ilk defa bir öğretmenler odasına girmenin heyecanı içinde. Onun mutluluğunu gören müdür, götürüp kendi koltuğuna oturtuyor birkaç dakikalığına. Bir garip memleketin bir garip köyünde, yılların acısını çıkarıyor Yurek. Bir zamanlar ona çok çektiren, hem korkup hem de saygı duyduğu o otoriteye geçici de olsa sahip olmak en azından dokunmak çok etkiliyor onu. Hele ki çocuklar onu Harry Potter’a benzetip özel alaka gösterince keyfi neşesi iyice katlanıyor.
Öğretmenler hayatlarından memnunlar ama sosyal hayatın yokluğu sıkıyor biraz canlarını. Sadece haftasonları Urfa’ya gidebiliyorlar ara sıra. Lojmanları yok, ev bulmakta zorlanıyorlar. Yine de bu sene okula bilgisayar ve projeksiyon cihazı gelmesi mutlu etmeye yetiyor onları.
İngilizce öğretmenleri kitaplardan şikayetçi. Tamamen ezbere dayalı bu gramer kitaplarından bir şey öğretmenin mümkün olmadığını söylüyorlar. Nitekim sınıflardan birine girdiğimizde hakkaten çocukların “hello” ve “how are you” dan başka hiçbir şey bilmedikleri, hatta bunlara da karşılık veremedikleri çıkıyor meydana. Biraz da okulda aniden karşılarına çıkan yabancıları görmenin şaşkınlığıyla olsa gerek hiç konuşmuyorlar. Ayakta bekliyorlar mahsun bakışlarıyla. Okuldan çıkarken hepsi camlara çıkıp el sallıyor bize, “baaaayyyyy” diye bağırıyorlar.
Harran geçmişiyle değil şimdisiyle vuruyor beni…
No comments:
Post a Comment