Monday, December 17, 2007

Süryaniler, Kervansaraylar, Yarımkalmışlıklar, Sabunlar ve Prens Charles: Mardin (3)

Mardin 8 Aralık 2007

Sabah erkenden yola çıkıyoruz Mardin’e gitmek için. Otobüste Fatma Girik’in töre cinayetini konu alan ve içinde bol at ve silah ve tecavüz barındıran filmi gösteriliyor. Ieva ve Eva durmadan soruyorlar, şimdi ne oluyor, şimdi ne dedi diye. Olayların alt yapısını, mesela Yeşilçam’ın nasıl bir şey olduğunu mesela töre cinayetlerini mesela dini mesela geleneği mesela tarihi bilmeden, yanlı bir tercümanın aktardıklarıyla o konuda bir fikir sahibi olmaya hatta yargılarda bulunmaya kalkışıyorlar. İnceden hatırlatıyorum bu boyutlarını işin ama 24 yaşında, Avrupa’nın dışına ilk defa çıkan bir Avrupalı ne kadar anlayabilirse o kadar anlıyorlar işte…

Otobüs konforlu, muavin (ya da host) 50 yaşında emektar bir amca, gırgırla ortalığı temizliyor sürekli. Bir de yıllık erzaklarını hazırlayıp, salçaları, yaprakları, turşularıyla yola düşmüş teyzeler de var. Bizden başka herkes bir ‘kamusal alan’ içinde olmanın bilincinde sessiz sakin, fısır fısır konuşarak geçiriyor yolculuğunu. Maalesef ortak bir muhabbet çevirecek kadar kesişmiyor yolumuz. Zaten böyle bir fırsatı her yakaladığımda da peşime takılan ve sürekli tercüme isteyen kuyruklar var.

Saat 1.30 da varıyoruz Mardin’e. Yenişehir kısmındaki öğretmenevine gidiyoruz. Ana’yla odaya yerleştikten sonra camdan dışarı bir göz atıyoruz. Her yer inşaatlarla dolu. Bazısı gecekondu gibi duruyor, bazıları derme çatma iskeletlerle zor ayakta duruyor. Ana da mimarlık son sınıfta okuduğundan başlıyor sormaya neden böyle de, deprem kontrolleri yapılıyor mu da. Bak kardeşim, ben de sürekli bu sorgulamaları yapıyorum zaten ama sen başıma AB’den gelmiş müfettiş gibi tüneyince ben de kendimi belediye görevlisi gibi hissedip savunma yapmak, bizim gelişmekte olan bir ülke olduğumuzu ve bu durumların normal olduğunu falan açıklamak zorunda kalıyorum. Gel güzel güzel cami, müze gezelim, kebap yiyelim, bırakalım bu beyaz adam tartışmalarını!

Havanın kararmasına 2 saatçik kaldığından süratle bir minibüse atlayarak şehir içine gidiyoruz. Mardin’in meşhur o dağ eteğinde kurulmuş eski kısmı koruma altına alınınca Yenişehir diye bir yer yapılmaya başlanmış. Dağınık, yapay ve iç karartıcı bir yapısı var. İnsanların çoğu da oraya taşındığı için eski şehir ruhunu kaybetmiş sanki. Ya yine dişim ağrıdığından ve tercümanlık misyonumdan sıkıldığımdan ya da Urfa’daki insan-mekan devamlılığını burada bulamadığımdan epey hayal kırıklığına uğratıyor Mardin beni. Tabii Mardin’i hissetmek için şehir içinde kalmak lazım, birkaç gün kalmak lazım, Midyat’a Nüsaybin’e gitmek lazım, böyle ekspres olmuyor…

Yine de güzel ve etkileyici yapılar. Özellikle bir tanesi çok hoş. İsmini unuttuğum bir medresede doğum, çocukluk, yetişkinlik ve yaşlılığı temsil eden bir çeşme var. Önce ip gibi akıyor, sonra çoğalıyor tekrar inceliyor ve sonra büyük bir havuza dökülüyor. Büyük havuz da ahireti temsil ediyor.

Postane binası yine çok eski bir yapı, merdivenleri konuşur gibi karşılıyor insanı. Karşısındaki çay bahçesinde çay içerek ısınmaya çalışıyoruz. Hava çok soğuk. Bize eşlik eden Banu öğretmen de sorularımıza cevap veriyor. Harran’daki gibi burada da öğrenciler okula Kasım’da gelip Nisan’da ayrılıyorlar. Kız çocukların okula gitme oranı yükseliyor. Banu’nun şikayeti ise velilerle iletişim kuramaması. Çocukların anneleri Arapça konuşuyorlar sadece okula gitmedikleri için. Babalar da Suriye’ye gidip gelen uzun yol tır şoförleri olduğundan böyle bir kopukluk oluyor okulla aileler arasında.

Hava hem kararıp hem de iyice soğuyunca öğretmenevine dönmek için yola çıkıyoruz. Yolda bir taze meyve sucu var. Birer portakal suyu içerken bir yandan da dükkandakilerle sohbet etmeye çalışıyorum. Güzel mavi gözlü annesi Kürt babası Arap olan kız sorularıma cevap verirken tost yapmaya devam ediyor. Hiçbir konuda şikayeti yok. Tavırları çok rahat. Resmen “sen uğraş araştır dur, biz yaşayıp gidiyoruz burada işte be abla” der gibi bakıyor bir de…

Akşam kaburga dolması yiyoruz, yanında da işkembe dolması var. En güzeli bakır bakraçlardaki ayranlar aslında. Yemek sonrası çektiğimiz fotoğraflara bakıp üzerlerinde konuşmak için buluşuyoruz ve bu iş saatler sürüyor. Bir de ateşim çıkınca akşamı erken noktalıyorum.

Sabah erkenden Deyrül Zafaran manastırındayız. Mardin’in 7 kilometre dışındaki bu kilise, Süryanilere ait. Pazar günlerini burada geçiren birçok aile var. Sabah ayine katılıyorlar, sonra hep beraber yemekler yapılıp yeniyor. Gençlerden bazıları kilise içinde ilahi söylüyor, çocuklar da avluda koşuyorlar ve bana yakalanıyorlar. Birinin adı Daniel diğeri de Samuel. Garip geliyor tabi gayr-ı Müslim kavramı aklımda daha çok yurtdışı ya da İstanbul’da Levantenlerle ilişkili olduğundan, güneydoğunun bir köyünde farklı bir din ve geleneğ, sürdüren ve ona sıkıca bağlı insanları görmek ilginç oluyor, mutlu oluyorum bu zenginlikten.

Vakit olmadığından Hasankeyf’e de gidemiyoruz. Üzülüyorum ama yapacak bir şey yok. Çaresiz şehre dönüp son 2 saati değerlendirmek için yürüyoruz ara sokaklarda. Küçük bir sabuncu dükkanına rastlıyoruz. Prens Charles bile sabun almış buradan. Saç dökülmesine, cilt kuruluğuna ve akneye iyi gelen 3 çeşit sabun imal ediyor bir aile burada. Dükkanın sahibi Mehmet Dede sadece tanesi 1 YTL’den satıyor bunları. (Geldiğimden beri kullanıyorum saç için olanı, süper).

Artuklu Kervansarayı’nın önünden geçerken giriveriyoruz içeri. Buradaki görevlilerden biri alıp bizi yarım saate yakın gezdiriyor. Bu kervansaray sadece birkaç yıldır faaliyette. Tarihi eser statüsünde olduğu için gelenlere de böyle bir hizmet verip gezdiriyorlar. Odaları 5 yıldız kıvamında. İçinde çeşit türlü dehlizler var. Hala kazılar yapılıyor bazı yerlerinde ve gizli odalar bulunuyor. Kalmak için pahalı olsa da görülmesi gereken bir mekan…

Zaman çabuk geçiyor ve gitme vakti geliyor. Hasta, yarım kalmış ve buruk biçimde Siirt’e doğru düşüyorum yola…

Mardin Fotoğrafları

2 comments:

Azad said...

mrhblar size.sitenizi googlede gezerken gördüm.Kendim mardinliyim urfada oturyorm urfa we mardin izlenimlerinize hayran kaldım.gerçekten çok güzel betimlemişsiniz.ayrıca urfadaki imam hatipli kızlarla olan diyaloğunuz we bu konuya bakış açınız sizin ne kadar demokrat aynı zaman insan haklarına saygılı olduğunuzu da göstermektedir.Bununyanında Kürt realitesini kabul edip yazılarınızdada dile getirmeniz mezopotamyanın bir kültürler medeniyeti olduğunu göstermektedir.Çünkü sadece sizinde belirttiğinz gibi mardinde 5 tane ırk mevcuttur.We 4 tane din bulunmaktadır.Gezilerinizin dewamını diler başarılar size.

selma şevkli said...

Azad,

Yorumun için teşekkürler...Mardin aslında benim için yarım kalan bir hikaye. Tekrar gitmek istiyorum. Kime Urfa'yı Mardin'den çok sevdim desem, bana kötü kötü bakıyorlar.

Bu arada Mardin'den Silopi, Cizre ya da varsa direk Erbil'e gidiş nasıl oluyor? Bilginiz var mı?