Showing posts with label filistin. Show all posts
Showing posts with label filistin. Show all posts

Wednesday, June 09, 2010

Son Baskı

Sözümü tutamadım. Antep'te yazamadım, hatta okuyamadım da. Burada çok ilginç bir 9 ay geçirdim ve pek yakında temelli ayrılıyorum. Birkaç hafta İstanbul'da kaldıktan sonra Antep'in bana kazandırdığı en güzel şeylerden Aslı'yla, 8 aydan az olmamak kaydıyla paramızın yettiği kadar sürecek olan Asya kıtasının büyük bir bölümünü içine alan kocaman, heyecan verici, ucu sonu belirsiz bir seyahate çıkıyoruz.

Oralarda yazacak mıyım, bilmiyorum. Bu seyahatte olabildiğince plansız ve rahat olmak istiyorum. Rüzgar nereden eserse oraya gitmek, savrulmak, şaşırmak, yorulmak, zayıflamak, öğrenmek, yeni insanlar tanımak, eğlenmek, sonuna kadar merakımın peşinden gitmek istiyorum. Onun için söz veremiyorum.



Güzel bir haberle ayrılıyorum buralardan. Bu blogda büyük bir kısmını yayınladığım Filistin günlükleri kitaplaştı ve dün KırmızıKedi yayınevi tarafından yayınlandı. Kitabın adı Filistin'e Gitmek. Kitabın baskıya gittiği gece İsrail'in gemi baskınını düzenlemesi garip bir tesadüf oldu. Sanırım kitabın anateması olan Filistin'e gitmek, İsrail'le ilişkilerin şu anki durumu itibariyle pek mümkün olmayacak. Belki de ben de bir daha hiç gidemeyeceğim. Bunları düşününce çok üzülüyorum ama siyaset isimli oyunda dengelerin geceden güne değişebildiğini hatırlayınca yeniden umutlanıyorum.


Kitap, blogu takip eden çoğu kişinin bildiği üzere 2006, 2007 ve 2008 yıllarında Filistin'e yaptığım 3 seyahatte tuttuğum günlüklerden oluşuyor. Kitabın son 16 sayfasında da bu seyahatlerden çeşitli fotoğraflar var.

Keyifli okumalar...

Selma

Thursday, February 26, 2009

Filistin'de Müzikle Direnişin Hikayesi: Sapan ve Hip Hop


Filistinli bir anne ve Suriyeli bir baba; Amerika’da başlayıp devam ederken, sık sık Filistin’le kesişen bir yaşam. 2005 !f Film Festivali’nde Planet of Arabs (Araplar Gezegeni) filmiyle Araplarla ilgili kalıpyargıları sorgulayan Jackie Reem Saloum, bu kez Sapan ve Hip Hop filmiyle yine !f film festivalinde.

Filistin’in farklı bölgelerinde eşzamanlı gelişen hip hop ve rap müziğin nasıl bir direniş aracına dönüştüğünü anlatan film, diyasetin gölgesinde kalan Filistin’de günlük hayatın detaylarını gözler önüne sererek izleyiciyi şaşırtmayı başarıyor.

İsrail işgali yüzünden birbirlerini yalnızca videolar ve internet aracılığıyla görebilen rap gruplarının tanışmalarına aracı olan yönetmen, hem Filistinli hem Amerikalı oluşu ve bu kimliğin ürettiği bakış açısıyla Ortadoğu ve Batı arasında da bir köprü işlevi üstleniyor.

Filmin hikayesi Jackie’nin 2002′de ilk kez bir radyoda duyduğu, İsrail’de yaşayan Filistinli rap grubu DAM’i keşfedişiyle başlıyor. DAM’in Filistinlilerin acılarını, umutlarını, direnişlerini müzik yoluyla anlatmasından çok etkilenerek, Gazze ve Batı Şeria’daki diğer hip hop gruplarını buluyor. 4.5 sene süren çekimler boyunca defalarca Filistin’e gidip geliyor ve bu süreçte kendi Filistinli kimliğiyle yeniden tanışıyor ve onu yeniden üretiyor.

Herşeye rağmen ayakta kalmaya çalışan Filistinliler gibi, Saloum da tüm olumsuzluklara rağmen pozitifliğini korumaya çabalıyor. Filistinlilerin bu yeni müzik tarzına tepkilerini ve gündelik hayatlarını 60 yıllık işgalin farklı alanlardaki yansımalarıyla harmanlyarak, alışık olmadığımız bir Filistin portresi ortaya koyuyor.

Filistin’deki zulmün dayanılmaz boyutlara ulaşmasıyla zaman zaman umutuzluğa düşen Saloum, herşeye rağmen birşeyler yapabilmenin gücünü ve umuda katkısını bir kez daha kanıtlıyor; Sapan ve Hip Hop’la hem güldürüp hem ağlatarak izleyicinin kalbini kazanıyor ve kendimize bir kez daha sormamıza yola çıyor: “Ben ne yapabilirim, nereden başlayabilirim?”

Slingshot Hip Hop (Sapan ve Hip Hop) Ankara’da 1 Mart Pazar saat 19:00’da AFM CEPA’da (Eskişehir Yolu 7. Km) izlenebilir.

Sunday, August 10, 2008

Bisikletle Ortadoğu-4: Filistin

11 Mayıs 2008, Eriha

Umutlarımızın tükenmeye çok yaklaştığı anda Filistin’e girebilmeyi başarmıştık. Bizi bekleyenlere teşekkür ettik, İtalyanlar “Otobüste sizsiz ne yapardık”’ diyerek bizim bu ekibin bir parçası olduğumuzu hissettirdiler. Gerçekten o andan itibaren takım ruhunu daha fazla hissetmeye başladım.

Gittiğimiz ilk şehir, Eriha, Filistin’in geneline pek benzemeyen daha sıcak, tropik, palmiyeli, turistik bir şehirdi. Onu turistik yapan en önemli yapısı Mount of Temptation yani Ayartma Dağı’ydı. Hz. İsa peygamber olmadan önce bu dağa çıkıp 40 gün 40 gece oruç tutmuş ve şeytanla imtihan edilmişti. Şimdi onun kaldığı mağara ve etrafı Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı önemli bir manastırdı. Daha önceki gelişimde bize içini gezdirip karpuz ikram eden Papaz Gerosemos’u ziyaret edip Cerenlerle tanıştırmak istedim. Avustralyalı belgeselciler Emma ve Amy’yi de alarak teleferikle yukarı çıktık. Emma ve Ceren teleferikte korkudan ecel terleri döktüler çıkana kadar.
Günlerden Pazar olduğu için manastırın kapalı olduğunu içeri giremeyeceğimizi söylendi. Geçen sefer de böyle olmuştu ama kapıyı yeterince ısrarlı çalınca açmışlardı sonunda. Amy, özellikle babasına anlatmak için görmek istiyordu manastırı.

Kocaman demir kapının önce zilini çaldık birkaç kere, açılmayınca tokmağı vurmaya başladık. Aralıklarla yarım saat boyunca ‘Peder Gerosemos’ diye bağırdık, ama cevap gelmedi. Günbatımını orada izlemekle yetindik. Lut Gölü’nü uzaktan izlerken İsa’nın 1980 sene önce bu dağda bizimle aynı yerde durduğunu düşünmek çok garipti. Kimse konuşmadı, herkes kendi sessizliğinde, kendi içinde yaşadı o anları.

6 ay kadar önce kuzenim de Eriha’ya gelmişti. Şehir içinde gezerken bir imamla tanışmış ve evinde misafir olmuştu. Ortak bir dil konuşamamalarına rağmen kuzenim adamı çok sevmiş ve olur da görebilirsem diye benimle bir hediye yollamıştı. Telefonu ya da adresi yoktu, sadece adını ve imam olduğunu biliyordum. Otele gelince resepsiyondakilere durumu anlattım, tanıyorlarmış, biz buluruz onu, götürürüz sizi dediler.

Bu arada konferans salonunda Filistin’in önemli STK’larından SİRAJ’ın bir sunumu vardı, vali de gelmiş hoş geldiniz konuşması yapıyordu. Şehrin şu anki durumuyla ilgili bilgiler aldık. Durum iç açıcı değildi. Turizm dışında iş alanı yok gibiydi, mülteci sayısı çok fazlaydı, İsrail baskısı çok yoğundu.
Benim en çok merak ettiğim, biz sıradan insanların bu durumun değişmesine nasıl katkıda bulunabileceğiydi. Nasıl gönüllü çalışma programları vardı, kimler gelebilirdi, ne gibi şartlar aranıyordu, ne kadar masrafı vardı? Kısacası buraya gelmeye karar vermek ve İngilizce bilmek işin en önemli kısmıydı. Uçak biletini alıp buraya bir kere geldikten sonra yapılacak çok iş vardı ve çoğu program kalacak yer ve yemek sağlıyordu. Bu şekilde gönüllü çalışanlardan biri de Stephen’dı, Los Angeles’tan Filistin’e geleli henüz birkaç hafta olmuştu.
Gönüllülerin koordinasyonu, seminerlerin, fuarların organizasyonu gibi işlerde çalışıyordu ve birkaç hafta içinde birkaç yıl anlatmaya yetecek kadar anı biriktirmişti. Yemek sırasında uzun uzun konuştuk, başına gelen ilginç olaylardan, ‘Batı’nın Filistin’e bakışına, Filistinli fırsatçılara, İsrailli ikiyüzlülere, enine boyuna konuştuk. Bazen bir sonuca varmak ya da durumu değiştirmek imkansız görünebilirdi ama insan bu tür konuşmalar sayesinde sonraki yolunu çizmede çok iyi dersler çıkarabiliyordu.

Saat geceyarısına yaklaşırken bir görevli yanıma gelip yukarıda bir ziyaretçim olduğunu söyledi. Bir an İsrailliler’in dönüp “bir yanlışlık olmuş, Ürdün’e yallah” diyeceklerini düşünmedim değil. Beni kim ziyarete gelebilirdi ki burada?

Lobiye çıktım ve resepsiyondakiler pembe gömleğiyle tebessüm ederek koltukta bekleyen imamı gösterdiler bana. Yanına gidip hoş geldiniz dediğimde şaşkındım. Muhtemelen konuştuğum kişiler ona haber vermişler, Türkiye’den arkadaşının kuzeni geldi diye, o da atlamış gelmiş. Hem de elinde yeğenim Mary ve benim için birer hediyeyle! Adamcağız hiç İngilizce bilmiyordu, nedense akıl edip bir tercüman da bulamadım o an. Doğru dürüst konuşamadık. Sadece hediyeleri verdik birbirimize ama ikimiz de çok mutluyduk. Ben onun saflığına, iyiliğine, üşenmeyip hediye alıp buraya gelmesine inanamıyordum, o da Türkiye’den arkadaşının ona hediye göndermesine. 10 dakika süren görüşme sonunda “yine gelecek misiniz beni ziyarete?” dedi, “sen de gel, kuzenin de gelsin”. O kadar samimi söylüyordu ki bunu sanki eskiden çok iyi arkadaştık ve uzun zaman görüşemedik de yeniden bir araya gelmişiz gibi seviniyordu. Daha önce de benzer durumlar olmuştu. Seni seven, aileni merak ediyor, otomatikman onları da seviyorlardı.

Bu arada artık sızlayan ayaklara, uykusuzluktan çökmüş gözlere ve yorgunluğa aldırış etmiyorduk. Sadece uykuya dalmadan önce ölecekmiş gibi bitmiş hissediyordum kendimi. Allahtan yorgunluk yüzünden bu hissediş, yastığa kafayı koyuşla uykuya dalış arasındaki süre en fazla 5 dakika sürüyordu.

12 Mayıs 2008, Ramallah

Sabah erkenden kalkıp Eriha’dan Ramallah’a doğru yola çıktık. Programımızda Kudüs yoktu ama buraya kadar gelmişken ve bir daha gelip gelemeyecekleri meçhulken Ceren ve Pınar mutlaka Kudüs’ü görmeliydi. Ramallah’a yaklaşırken Kudüs’ün etrafını çevreleyen Utanç Duvarı’nı gördük. Üzerindeki protesto yazıları günden güne artıyordu. En ilginci CTRL+ALT+DEL işaretiydi benim için.

Eriha- Ramallah- Kudüs çemberinde tabelalar bir İsrail bir Filistin oluyordu, sadece 2 kilometrede bir sınır değişiyordu resmen. Herkes hayretler içinde durumu anlamaya çalışıyor, ben daha önce geldiğim için benden medet umuyordu. Duvardan Ramallah’a döndükten hemen sonra 5 kişi gruptan ayrıldık. Bir taksi dolmuşa binip Duvar’a gittik. Ramallah, Batı Şeria’nın bir parçasıydı ve Kudüs’ten yalnızca 16 kilometre uzaktaydı. Ancak Ramallahlılar ve Kudüslüler tamamen ayrı iki kimliğe sahiplerdi. Kudüslüler Ramallah’a geçebiliyor fakat Ramallahlılar kesinlikle Kudüs’e gidemiyorlardı.

Duvara vardığımızda uzunca bir kuyrukla karşılaştık. Yüzlerce insan yanı başlarındaki kendi şehirlerine girebilmek için saatlerce kuyruk bekliyorlardı. Önümüzde demir bir kapı, belirsiz zaman aralıklarıyla açılıyor, birkaç kişinin geçmesine izin veriyor, sonra hiçbir işaret vermeden birden kilitleniyordu. Orada beklediğimiz bir saatte, insanların bunu her gün, çalışanların sabah akşam yaşadığını düşününce yine isyan bayrakları yükseldi içimizde.

Sonunda sıra bize geldi, bir kulübe içinde oturan tam zırhlı askerlere pasaportlarımızı gösterip geçtik. Yabancı olduğumuz için sorgulanmadık, bazı Filistinliler bir de uzun uzun sorgulanıyorlardı burada. Duvarı geçince tekrar bir minibüse binip eski şehre gittik. Şam kapısına doğru yürürken sanki dünyanın merkezine yürüyormuş gibi hissettim. Bu şehrin başka hiçbir yerde olmayan o atmosferi sanki ilk defa görüyormuş gibi heyecanlandırdı beni.

Vaktimiz çok kısıtlıydı, önce Mescid-i Aksa’ya gittik. Üzerimizi değiştirmeye vakit bulamadığımız için, bisiklet kıyafetlerimizle kapıya vardık. Kapıda işler değişmemişti; yine önce bir Dürzi görevli din/iman kontrolü yapıyordu, ben Ayet-el Kürsi’yi okuyunca diğerlerine bir şey sormadan hepimizin ikinci kontrol noktasına geçişine izin verdi. Böylece aslında Müslüman olmadığı için içeri giriş izni olmayan Amy de arada kaynamış oldu.
İkinci kontroldeki Müslüman görevli yarım yamalak örtülmüş saçlarımızı ve yarısı açıkta kalan kollarımızı görünce mırın kırın etti, “sadece bahçeyi gezin, caminin içine böyle girmeyin” dedi. Diğer camilerde olduğu gibi burada ödünç verilen yedek kıyafetler yoktu.

İçeri girip biraz ilerledikten sonra başka bir görevli gelip “buraya böyle giremezsiniz, hemen dışarı çıkın” diye bağırarak yanımıza geldi. Elindeki telsizle giriştekilere bizi içeri aldıkları için fırça atarken bir yandan da bizi kovuyordu. Ben de buraya gelmek için çok uğraştığımızı zaten hemen gideceğimizi, başlarımızın örtülü olduğunu açıklamaya çalıştım ama onun kafasındaki Müslüman kadın formatına uymadığımız için kabalıkta sınır tanımıyordu, dinlemedi bile!

Kapıdaki görevliye o zaman bize kıyafet vermesini söyledim, satıcı bir arkadaşını çağırıp, acaip çarşaf türevi kıyafetlere 20’şer dolar para istedi, iyice sinirlenip ben de onlara sövmeye başladım. Bu sırada caminin hemen yanında oturan bir kadın imdadımıza yetişti. Bizi evine çıkardı, hepimizi bir güzel giydirdi, örttü ve gönderdi. İçeri tekrar girdiğimizde tansiyon düşmüştü. Kubbet’ül Sahra’nın muhteşem görüntüsüne bakakaldık uzun süre.
Sonra Mescid-i Aksa’nın içine girdik. Herkes bir tarafa dağıldı, etrafa baktı, dua etti. Burası öyle huzurlu bir mekandı ki insan bütün planlarını boşverip saatlerce oturabilirdi.

Çıkışta kıyafetleri sahibine geri verip, caminin hemen arkasındaki Ağlama Duvarı’na gittik. Burada da X-Raylerle bezenmiş güvenlik kontrollerinden geçtik mecburen. Haremlik selamlık olan duvarın kadınlar tarafında durduk bir süre, ileri geri sallanarak yüksek sesle dua okuyanları izledik. Duvarın hemen arkasındaki Mescid-i Aksa, üzerindeki beyaz güvercinler, bir yanda Yahudiler, bir yanda Müslümanlar, birbirine teğet geçen ama değmeyen hayatlar, hepsini bir arada düşünürken epey vakit geçti. Hiçbirimiz birbirimizle konuşmadan kendi kendimize algılamaya çalıştık olan biteni.

Ağlama Duvarı’ndan sonra, eski şehrin muazzam güzellikteki ve eskilikteki taş sokaklarında yürüdük biraz. Sonra da Hz. İsa’nın mezarının olduğu iddia edilen iki mekandan birine, Holy Sepulcher Kilisesi’ne gittik. Ziyarete kapanmasına birkaç dakika kaldığı için hızlıca gezip çıktık. Bazı insanlar mezar taşına sarılıp ağlarken, bazıları dizlerinin üzerine çökmüş öpüyordu mezar taşını.

Nasıl olmuş da üç önemli dinin de merkezi tek bir şehir olmuştu? Kutsal mekanları neden bu kadar iç içeydi? Acaba farklı merkezler olsa burada hala bu kadar çatışma olur muydu? Filistin’in ve Kudüs’ün merkez seçilmesinin sebebi neydi? Bu şehrin başından geçen her detayı öğrenmek istiyordum. Ama çoğu zaman bu sorularıma net yanıt alamıyordum.

Hava kararmıştı, artık Ramallah’a dönmemiz gerekiyordu. Bir şeyler atıştırdıktan sonra bir taksi durağına gittik. Taksiciyle pazarlık yapıp anlaştık ve yola çıktık. Taksinin üzerinde bir taksi işaretinin olmamasından işkillenmiş olsam da ses etmedim. Kudüs’ün hemen çıkışında İsrailli askerler arabayı durdurdu. 25 yaşlarındaki şoför bize bir şey sorarlarsa arkadaş olduğumuzu söylememizi tembihledi telaşla. Asker, tüfeğiyle arabaya doğru yaklaşırken ona kızıp “ne, nasıl, sen korsan mısın” diyecek vakit yoktu. Asker fenerini arabanın içine tutunca arkada sıkış tepiş oturan 4 kız, önde onlarla aynı ülkeden olmadığı belli olan bir başka kız, bir de Filistinli şoför gördü. Pasaportlarımızı istedi ve şoförü dışarı çıkardı. Ne olacağını, bize bir şey sorulduğunda ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Çocuğun istediği gibi arkadaşı olduğunu söylesek başımıza iş açılır mıydı? Ya da gerçeği anlatsak çocuğun başına ne işler gelirdi? Sadece bize herhangi bir soru sorulmamasını diledik o an.

Asker geri geldi, pasaportlarımıza bakmaya devam ederken nereye gittiğimizi sordu. Amy büyük bir soğukkanlılıkla Ramallah’taki otelimize gittiğimizi söyledi. Ramallah turistik bir şehir olmadığından ve orada kalan yabancıların illaki Filistinlilerle bir işi olduğu için orada bulunduğundan ben bu cevabı veremezdim, peşinden daha çok soru gelecekti. Fakat Amy bu detayları bilmediğinden öyle soğukkanlı cevap verdi ki, asker ayrıntıya girmedi ve “bu adam sizin arkadaşınız mı” diye sormakla yetindi. (Kapalı uçlu zorular her zaman soruyu soran kişinin lehinedir ve cevap veren kişinin işini kolaylaştırır.) “Evet” dedik, halbuki bu adamı nereden tanıyorsunuz deseydi muhtemelen vereceğimiz cevap daha fazla soruyu ve sorunu beraberinde getirecekti. “Devam edin” dedi ve pasaportlarımızı geri verdi. Ucuz atlattığımız için öyle sevinmiştik ki şoföre kızamadık bile. Sadece askere ne söylediğini sorduk. Babasının arkadaşı olduğumuzu söylemiş. Biz babasının nereden arkadaşıyız, babasının adı ne, onun adı ne, böyle saçma açıklama olur mu?

Kazasız belasız otele vardığımızda saat akşam 10’du ve konferans salonunda yine İsrailliler’in katılmamasıyla ilgili hararetli bir tartışma vardı. Zaman kaybı olarak gördüğüm tartışmaya gruptan birkaç saat ayrılmış olmanın verdiği vicdan azabıyla katıldım. Bu sırada kendisini Filistin’e gitme konusunda gaza getirdiğim, Nablus’a önce birkaç haftalığına giden sonra 7 ay kalan arkadaşım Khushbu aradı. Ramallah’taydı ve beni görmek istiyordu. Otele geldi, yarım saat kadar konuşabildik, yakında London School of Economics’te mastera başlayacağı için buradan ayrılacaktı ve çok üzülüyordu. Hayatının en ilginç en güzel günlerini burada geçirdiğini söylüyordu. Sayılı dakika çabuk geçti, sabah erken kalkmamız gerekiyordu. Sırasıyla Ankara, İstanbul, Ahmedabad ve Delhi’nin ardından bu kez de Ramallah’ta görüşmüştük, bir dahaki buluşmamızın nerede olacağını bilemeden, yeterince konuşamadan hüzünlenerek ayrıldık birbirimizden…

13 Mayıs 2008, Nablus

Artık sonra yaklaşıyoruz. Zaman her ne kadar dolu dolu geçse de yine çabuk geçiyor, yine de doyulmuyor. Sabah –yine erkenden- Batı Şeria’da direnişin en yoğun olduğu şehirlerden Nablus’a doğru otobüsle yola çıktık. Bize rehberlik eden Filistinli öğrenciler, İsrail’in günlük hayatlarını ne kadar zorlaştırdığından, şehirler arası geçişlere (Kudüs hariç) hakları olduğu halde İsrail’in bunu engellediğinden, maddi sıkıntılardan, toprağın ekilememesinden, kontrol noktalarında yaşadıkları aşağılanmalardan bahsettiler.

Bu sırada yol boyunca sağlı sollu devam eden, her 10 metrede bir dikilmiş İsrail bayrakları çekti dikkatimi. İsrail 15 Mayıs’ta kuruluşunun 60. yılını kutluyordu. Ve bu kutlamayı bağımsızlıklarını ellerinden alarak baskı kurmaya devam ettiği Filistin topraklarında yapmaktan çekinmiyordu. Bu tarih İsrail için bağımsızlık anlamına gelirken, Filistin için esaretin başlangıç tarihiydi, Nakba’ydı. Ne zaman biteceği bilinmeyen, uzun yıllar sürecek sıkıntılı yılların miladıydı. Bir milletin düğün günü, diğerinin cenazesiydi. Elbette İsrail’in kendi tarafında kutlama yapmasına bir şey denemezdi, fakat Filistin topraklarında gözüne soka soka İsrail bayrağını dalgalandırmanın nefreti arttırmaktan ve potansiyel saldırıları tetiklemekten başka nasıl bir sonucu olabilirdi?

Ramallah- Nablus arası hem kalıcı hem de geçici birçok kontrol noktasıyla dolu olduğundan, seyahatin uzun süreceğini düşünüyorduk. (Geçici kontrol noktası: İsrail tank ve ciplerinin birden ortaya çıkıp yolu kesmesi ve kontrole başlaması, yüzlercesi mevcut) Fakat bazı günler yabancılar üzerinde olumsuz etki bırakmamayı tercih eden askerler, en büyük kontrol noktası olan Hawara’ya kadar bizi durdurmadılar. Hawara’ya geldiğimizde de durum sakin görünüyordu. Biz her ne kadar özel muameleye tabi olsak da, Filistinlilerin sebepsiz yere saatlerce kuyrukta beklediğini açıkça görebiliyorduk.

Yolun kalan kısmını şehir içinden de geçerek bisikletle gittik. Basının ve insanların yoğun ilgisi vardı. Bir ara yine medya kamyonetine geçip, kendime zar zor bir yer ayarlayıp çekim yaptım. Bu sırada gazetecilerden biri şöyle dedi: “Bu organizasyonun adı neydi, Push the Women mı?” Adam şaka mı yapıyor diye baktım ama ciddiydi, “Follow the Women, follow!” dedim. Basın ilgi gösteriyordu göstermesine ama kim olduğumuz, ne olduğumuzla ilgili bir fikri yoktu.

Yine uzunca bir yokuşun ardından son durağımız olan An Najah Üniversitesi’ne ulaştık. Filistin’in en kapsamlı, imkanları en geniş okulu olan üniversitede, önceden tanıştığım ve filistinfilistin.com sitesi aracılığıyla Türkiye’den gönüllü çalışma programlarına yönlendirdiğim kişiler sebebiyle irtibatımın devam ettiği insanları gördüm. Halkla İlişkiler Müdürü Ala, hep Türkiye’den katılımın az olmasına üzüldüğünü söylerdi. Bu kez bizi topluca bir arada görünce çok mutlu oldu.

Konferans salonunda çok iyi hazırlanmış bir Nablus tarihçesi ve bilgilendirici konuşmalar dinledik. Sonrasında grubumuzdan Ela, İtalyan ekibinden Lisa ile birlikte Pippa Bacca anısına getirdiğimiz gelinliği üniversiteye hediye etti. Döndükten sonra Bacca’nın annesinin bu hareketten çok etkilendiğini ve Türkiye’ye gelip bizimle tanışmak istediğini öğrenecektik.

Öğle yemeğini öğrencilerle birlikte okul kantininde yedik. Diğer Ortadoğu ülkelerinin aksine burada sponsorlar yoktu, bu yüzden de herkesle birlikte yiyip içiyorduk. Böylece çok daha fazla insanla tanışıp sohbet etme şansımız oldu.

Öğrencilerin çoğu üniversiteyi bitirdikten sonra Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi ülkelere gidip çok iyi şartlarda çalışabiliyordu. Konuştuğumuz herkesin İngilizcesi çok iyiydi. Benim Türkiye’de adını bile duymadığım Ihlamurlar Altında ve Gümüş isimli diziler burada son derece popülerdi. Müzikleri cep telefonlarında çalıyor, esnaf gündüz işi gücü bırakıp çarşıda bu dizileri izliyordu. Türkiye’den olduğumuzu söyler söylemez bu dizileri soruyordu herkes.
Öğleden sonra bisikletle şehir merkezine gittik ve ertesi gün döneceğimiz için bisikletlerimizle vedalaştık. Aslında program bir gün daha Cenin’de devam ediyordu fakat bizim uçuşlarımız bu şekilde olduğundan dönüyorduk. Bisikletimle vedalaşırken gerçekten duygulandım. Artık bir parçam gibiydi, aynaları ve kornasıyla zor anlarımda yanımda olmuştu, kendisine son bir kez sarılıp gitmesine izin verdim. Aynaları ve kornayı da benden bir hatıra olarak bıraktım.

Nablus eski şehir içindeki turumuz benim için sıkıcıydı. Grup halinde gezmek gidilen yerdeki insanlar için çok rahatsız edici olabiliyor. Kendim gidip istediğim yerde istediğim kadar vakit geçirebilmeyi tercih ederdim.

Bir ara bir kasapla konuşacak oldum, nereli olduğumu sordu, Türkiye deyince “Osmanlı bu Yahudilerden bin beterdi” diye sövmeye başladı. Daha sonra sorduğum öğrenciler de öğrendikleri tarih itibariyle Osmanlı’yla ilgili hoş anılar anlatmadılar. Okul müfredatının ne kadarı İsrail kontrolünde, Osmanlı gerçekten İsrail’den daha zalim miydi, bilemiyorum. Gerçi varsın öyle olmamış olsun, önemli olan gerçekte ne olduğu mu, insanların ne hatırladığı mı? Herkes hafızasını kendi deneyimi üzerinden kuruyor…

Şehir turumuza devam ederken Pınar durup, esnafın bize kötü bakışlar attığını söyledi. Ben de biz de olsak şehrimize birden yüzlerce kadın gelse ve alışık olmadığımız türde giyinen kadınlar olsa bakacağımızı söyledim. Tam o sırada arkadan gelen bir polis arabası Pınar’ın ayağının üzerinden geçti. Geçmeden önce de ne olduğunu anlayamayıp bir süre orada durdu. Talihsizce Pınar ikinci kazasını geçiriyordu, panikle ayağını ezen polis arabasına binip süratle hastaneye doğru yol almaya başladık. Allahtan ayağında bilekli ayakkabı vardı, yoksa kesin kırılırdı, tam bileğin üzerinden geçmişti. Canı yanıyordu ama çok kötü değildi. Polis ne yapacağını bilmez halde bir yerlere telefon ediyordu. Bir an önce buz koymamız gerektiğini söyledik ama İngilizce bilmediği için buzun ne olduğunu bir türlü anlatamadık. Bu sırada o kadar hızlı kullanıyordu ki arabayı, ikinci bir kaza geçirebilirdik. Sonunda hastaneye geldik. Ortalık dökülüyordu, içeride ağır, basık bir hava vardı. Acil odasına girdik, doktor geldi, muayene etti, önemli bir şey olmadığını ama her ihtimale karşı film çekilmesini istedi. Camları çatlak, cihazları eski binada, fazla beklemeden filmi çektirdik. Yürümemesi gerektiği için Pınar’ı tekerlekli sandalyeye koymuşlardı, polis de yardım etmeye çalışıyordu. Durum bir an çok trajikomik geldi, Pınar’ın ikinci kez kaza geçirmesine mi şaşırayım, polisin şehre gelen bir yabancıyı inciterek başına iş açılmasından korkmasına mı bilemedim. Polise önemli bir durum yok, haydi bir çikolata al da barışalım dedik. Hemen koşup bakkaldan bir sürü çikolatayla geri geldi, yüzünde güller açıyordu, ucuz atlattığımız için o da biz de çok mutluyduk. Tekrar tekrar özür dileyerek bizi üniversiteye geri götürdü.

Mülteci kamplarından çocukların hazırladığı folklör gösterilerinin ardından geceyi geçireceğimiz eski bir hapishaneye gittik. Artık misafirhane olarak kullanılan binada bir bürokrat karşıladı bizi. Yakın zamanda Gazze saldırısında ölenler için mum yakıp birkaç dakika sessizce bekledik.

Üniversiteden hapishaneye giderken yolda tanıştığımız Hijazi’nin hayat hikayesini dinledik bütün gece. Hiç sebepsiz kendisine hiçbir açıklama yapılmadan bir gece evinden alınıp hapse atılışını ve yıllarca kalışını, üstlenmesi teklif edilen suçlar karşılığında alacağı ceza indirimini kabul etmeyerek yıllarca direnişini, ailesinden yok yere kaybettiklerini… Saatlerce o anlattı, biz dinledik, onun gözleri doldu, bizim sesimiz titredi, o korkularına geri döndü, biz ürperdik.
Ama onu öldürmeyen güçlendirmişti, şimdi uluslar arası kuruluşlar için çalışan başarılı bir rehberdi ve görece rahat bir hayatı vardı. Halimize şükretmekle onun haline üzülmek arasında, saat gece yarısını geçerken uykuya daldık.

14 Mayıs 2008, Amman

Daha önce Filistinli mahkumların kaldığını bildiğimiz koğuşlarda uyumak çok tuhaftı. Kim bilir neler yaşanmıştı bu odalarda. Uyandığımda gidecek olmanın bir de programdan erken ayrılıyor olmanın üzüntüsüyle çok keyifsizdim. Kimseyle konuşmak istemedim, vedalaşmak istemedim, yemek istemedim, çay içeyim derken hepsini elime döktüm, daha da moralim bozuldu. Sonunda birkaç kişiyle vedalaştım hiç istemeden. Detta’ya sarılırken yine kendimi tutamayıp başladım ağlamaya. Ayrılmak zordu, normal hayata dönmek sıkıcıydı, bilip de gitmek zorunda olmak vicdan azabıydı, yapacak bir şey yoktu.

Kiraladığımız minibüsle önce Kudüs’e uğradık. Ceren’le Pınar’ı Ermeni fotoğrafçı Varousch Amca ve Süryani cemaatinin lideri terzi Sami Bey’le tanıştırdım. İkisi de bizi gördüklerine çok memnun oldular ama az kaldığımız için kızdılar. Biletlerini sonradan değiştirdiğimiz için bizim uçakta yer yoktu, Tel Aviv’den döneceklerdi. Onların uçağı gece 5.50 de bizimkiyse 03.30’daydı. Allenby köprüsü öğleden sonra 4’te kapandığı için ve sorun çıkarsa sınırda mahsur kalmamak için erken gittik. Sınır bomboştu, görevliler hiç soru sormadan çıkış işlemlerimizi yaptılar. Bu o kadar rahatlatıcıydı ki hiç hesapta olmayan 35 dolar çıkış fonunu ödemek zorunda kalmamız bile dokunmadı.

Bundan sonra sırayla Ürdün sınırını geçtik ve bavullarla hareket yetimiz epey kısıtlandığından, birkaç taksi tutup havaalanına gittik. Daha önce içinde vakit geçirmeme gerek kalmadığı için pek dikkat etmediğim Amman havaalanı son derece küçüktü ve bir cafe dışında yemek yiyecek bir yeri bile yoktu. Restoranlara ancak pasaporttan çıktıktan sonra gidiliyordu ve uçuşa iki saat kalmadan pasaporttan geçilemiyordu. Saatin 4.30 olduğunu hesaba katınca, daha bu minik havaalanında geçirecek 11 saatimiz vardı.

Yorgundum, bitkindim, bir üçlü koltuğa kıvrılıp uyumak istedim ama görevliler kaldırdı. Gidip “yetkili” bir yerlere durumu anlatmaya çalıştım ama yapacak bir şey olmadığını söylediler. Sağolsun Ceren (Kuşçuoğlu) bana uyku tulumunu verdi, ben de kuzenimin İran’dan getirdiği süper etkili uyku haplarından içtim ve ortalığa serdiğim uyku tulumunda deliksiz 7 saatlik bir uyku çektim.

Uyandığımda bizim ekip sohbete devam ediyordu, artık hepsi yorgunluktan bitmiş durumdaydı. Biraz daha bekledikten sonra zamanımızı doldurarak üst kata geçmeye hak kazandık ve bir şeyler yiyebildik. Yorgun ve zorlu bir yolculuğun ardından sabah 05.30’da İstanbul’a vardık. Herkesle vedalaştıktan sonra beni almaya gelen kuzenimle kahvaltı ettik ve sonra havaalanına dönüp 7’de gelecek olan Pınar ve Ceren’i aldık. Onların dönüşü Tel Aviv’deki uzun sorgulamalarla daha yorucu geçmiş olsa da biraz kazalı ama belasız, sağ salim, bol anı ve fikirle memlekete dönmüş olduk.

Bu maceranın sonu…

Fotoğraflar:

Filistin 1

Filistin 2

Filistin 3

Thursday, August 07, 2008

Bisikletle Ortadoğu-1: Lübnan

3 Mayıs, 2008, Beyrut

Dün yine heyecanlı bir gündü. Bu kez farklı bir yola çıkış heyecanı. Hem 28 ülkeden 300 kadınla, hem canlarım ciğerlerim Pınar ve Ceren’le, hem de bisikletle yavaş yavaş, yeni diyarlar göre göre Lübnan’ını Suriye’sini Ürdün’ünü tanıya tanıya Filistin’e bir gidiş… Projenin adı Follow the Women (Kadınları izle). Rota Lübnan-Suriye-Ürdün-Filistin, toplam 13 gün sürüyor. 4 yıldır devam eden bu bisiklet turunun amacı başta Filistin olmak üzere Ortadoğu’da yaşananlara dünyanın dikkatini çekmek. Artık medya tarafından neredeyse tamamen tek yönlü hale getirilmiş “Arap”, “Savaş”, “Müslüman”, “Mülteci” gibi pek çok kimliğe ve duruma yakından bir göz atmak. Ve tabii gittiğimiz yerlerdeki insanları ziyaret ederek birkaç saatliğine de olsa memnun etmek.

Aslında tam olarak ne beklediğimi bilerek çıkmadım yola. Özel olarak kendimi heyecanlandırmamaya çalışıyorum sonradan hayal kırıklığına uğramamak için. Böylece her şey daha beklenmedik, daha kabul edilebilir ve eğlenceli oluyor.

Biz gitmeden birkaç hafta önce İtalyan bir sanatçı Türkiye’de saçma sapan bir biçimde vahşice katledilmişti: Pippa Bacca. Onun da yolu bizimkine benziyordu, barış sembolü beyaz gelinliğini giymiş, barış yolundakilerin tecavüze uğramayıp öldürülmeyeceğine inanmış ve düşmüştü yola. O da Filistin’e gidecekti. Ama olmadı… Daha Türkiye’ye henüz girmişti ki, Gebze yakınlarında o insanı çileden çıkaran olay gerçekleşti, Pippa Bacca bir kamyon şoförü tarafından tecavüze uğrayıp öldürülerek, önemli bir yolun daha başında bu dünyadan göçüp gitti.

Onun yarım kalan yolculuğunu sembolik olarak biz tamamlayalım istedik. Neler yapabiliriz diye 20 kişilik Türk ekibi kendi aramızda konuştuk. Sonunda Bahar Korçan bize bir gelinlik hediye etti ve biz de bu gelinliği Filistin’e götürmeye karar verdik.

İşin içine Türkiye’nin onurunu kurtarma, moda, 20 kadın, Filistin, bisikletle Ortadoğu gibi kavramlar girip, garip bir şekilde harmanlanınca medya ilgi göstermeye başladı. Röportajlar yapıldı, manşetler atıldı. Amaç daha çok insanın bu ve benzer projelere katılmasını sağlamak ve bölgeye dikkat çekmek olduğuna göre işler yolundaydı.

Cuma günü evde son hazırlıkları tamamladım. Hiç bu kadar uzun süreli bisiklete binmediğim için yaralanma, kramp gibi olasılıklara karşı ilaçlar, kask, eldiven, tayt, terletmeyen tişörtler, atıştırmalıklar, şarj cihazları, fotoğraf makinesi, temizlik malzemeleri gibi bir sürü araç gereci çantama yerleştirdim. Giyindim. Saate baktım, daha havaalanına gitmek için 4 saat vardı. Zaten hep böyle olurdum gitmeden, o ana kadar tuttuğum heyecan birden çöreklenirdi üzerime, yine öyle oldu. Evin içinde volta atmaya aşladım. Olmadı, biraz köşe yazısı okudum, sıkıldım, önceki yıllardaki Follow the Women fotoğraflarına baktım, daha da heyecanlandım, o sırada Türkay aradı. “Ben götüreyim seni havaalanına” dedi, “süper” dedim “hemen gel”. Geldi, biraz muhabbet, biraz Yeşilköy oyalanmasıyla gittik havaalanına. Ceren ve Pınar’la buluştuk. Daha önce yaptığımız toplantılarda tanıştığımız katılımcı diğer kızlarla hoş beş ettik. Ayşin (sağolsun) sponsorlara özel tişört yaptırmış onları giydik, basın geldi biraz onlara poz verip biraz kendimize şımardık. Derken vakit geldi. Bu sırada bizi yolcu etmek için havaalanına geleceğini söyleyen ama sonradan sesi sedası çıkmayan Ahu, uçağa binmemize 45 dakika kala, biz pasaporttan geçtikten sonra çıkageldi. Pasaporttan çıkış yaptığımız yere gittik, o yaklaşabileceği en yakın noktaya geldi, ben de epey ileri gittim. Polise bir baktım, kızmıyor, geri geçtim 5 adım, sarıldık, vedalaştık. O sırada diğer polis heyecanlanıp fırça attı, paparayı yiyince aynen geri döndüm sınırdışına.

Uçağımız yarım saat rötarlı kalktı, epey de sallandı yolculuk sırasında. Gece saat 2’ye doğru vardık Beyrut’a. Belli ki organizasyonun Lübnan ayağı çok iyi hazırlanmıştı. İner inmez yarı sosyalist yarı sivil polis görünümlü gençten bir çocuk gelip ciddiyetle bizi pasaport kontrole götürdü. Görevliler Commadore 64 kullandığından olacak, işlemler çok uzun sürdü. Zaman, daha varır varmaz yavaşlamaya başladı Ortadoğu’da.

Havaalanının önünde bizi bekleyen otobüse bindik. Bizimle aynı zamanda gelen Danimarkalılar ve İspanyollar da bindi ve yola çıktık. Garip bir şekilde bazı yolların kapandığını, barikat ve birtakım engeller kurulduğunu gördük. Anlam veremedik, kah yol değiştirerek, kah engelleri kaldırarak devam ettik. Otele varmamıza az bir zaman kala muhtemelen havaalanından yeni inen bir ekiple ilgili telefon geldi ve havaalanına geri döndük. Yeni gelenleri de alıp tekrar geri döndük ve gece saat 4’te otele vardık. Ceren ve Pınar’la odamıza yerleştiğimizde çok mutluyduk. Eski, orta derecede temiz ve sevimli odamızda aslında hemen uyumamız gerektiği halde muhabbete daldık. Televizyonu açıp filmlerin amma da bizimkilere benzediğinden bahsettik. Taytlarımızı deneyip birbirimize güldük. Uyuduk uyandık, saat 7:30’du. 8’de otobüslere binmiş olmamız gerektiği için alel acele hazırlanıp kahvaltıya indik. Krem peynir, salatalık ve lavaştan oluşan süper hızlı kahvaltımızı yapıp otel önünde hazır bulunduğumuzda, herkesin bizim kadar dakik olamadığını fark ettik. Beyrut’un şehir merkezindeki otelimizin önündeki caddede beklerken etrafı incelemeye koyuldum. Belki de Hıristiyan nüfusun yüksek olmasından, ilk göze çarpan başörtülü kadınların fazla olmaması. Makyaj, moda kıyafetler, topuklu ayakkabılar gayet yaygın. Starbucks ve diğer coffeshoplar da bol miktarda. Çarşılar pazarlar kalabalık.

Otobüslere yerleştikten sonra ilk durağımız Beirut by Bike oldu. 2 hafta boyunca kullanacağımız bisikletlerimizi seçmek ve geçici olarak üzerimize almak için bol bisikletli bir meydana geldik. Sırayla bisikletler seçildi ve denendi. Hepsi de yepyeni ve çok sağlam görünüyorlardı. Üzerlerine isimlerimizi ve etiketlerinin arkasına bayraklarımızı yapıştırdıktan sonra biraz boş vaktimiz vardı. Gölge bir yer ararken Danimarka ekibinin yanında buldum kendimi. En kalabalık ekiplerden biri ve muhtemelen yaş ortalaması en yüksek ekip. (Filistin 26 kişi, İtalya 21 kişi, Türkiye ve Danimarka 20 kişi) Çoğu 60 yaş üzeri görünüyorlar fakat son derece zindeler aynı zamanda.İki tanesi üşenmemiş şu bisikleti yanlarında getirmiş ve nasıl olacaksa tüm yolu böyle tandem gideceklermiş. Onlarla muhabbet ederken Türk ekibini gözden kaybettim, her an onlarla mı olmam gerekiyor onu da bilmiyordum. En azından ilk gün işler organize olurken ortadan kaybolmamak lazım diyerek arayışa başladım. Bulamayınca da “şehir içindeyiz daha vaktimiz de var, hadi gezelim” diyen Danimarkalılarla şehir turuna çıkıverdim.

Etraf çok sakindi, şehrin bu tarafındaki mağazalar kapalı, caddeler boştu. Hayırdır inşallah diyerek ortalıkta cirit atan askerlere sorduk neden böyle diye. Asker bomboş caddelerde dolaşan yüzlerce kadına şaşırırken soruyu çok da önemsemedi, “küçük bir politik problem var” demekle yetindi. O rahatsa biz de rahatız, devam ettik. Binaların hepsi aynı renk, kum gibi, şehri çevreleyen dağlarla aynı. Yolda bizimkilere rastlayıp grupları birleştirdik ve vaktin yaklaştığını fark ederek bisiklet meydanımıza geri döndük. 28 ülkeden 300 kadın! Renk renk, çeşit çeşit kadınlar. Daha ilk günden bir sürü hatıra fotoğrafı çektirdi insanlar birbirleriyle.

Bu sırada öğle yemeğini de aradan çıkararak sandviçlerimizi yedik, Filistin ekibinin şarkıları eşliğinde. Toparlanıp merkezdeki Sabra Shatila mülteci kampına gittik. Kampın girişinden itibaren insanlar sıraya dizilmişti. Onlara hiçbirşey getirmemiş olsak bile, hiçbirşeyi değiştirecek gücümüz olmasa bile, onlar bizi görmekten memnundu. Bazen sadece fark edilmek bile yetiyor demek ki. Meydanda yapılan resmi bir konuşma sırasında çocuklarla konuşmaya çalıştık, fotoğraf çektik. Çocukların bazıları askeri üniforma giyiyordu. Böyle hızlı geçişler yaşanırken kimseyi bulup da bu çocuklar bunu neden giyiyor diyemiyorsun. İşin garibi giymesini de garipsemiyorsun. Birtakım adamlar birtakım seni ilgilendirmeyen gerekçelerle evini yıkıp, ananı babanı öldürüp seni başka bir ülkede bir kulübede yaşamaya mahkum ettiyse, ne sosyal ne bireysel bir kimliğin yoksa, sana bunu yapanlardan nefret etmeyi nasıl önleyebilirsin? Bir durumu değiştirmeye çalışmadan önce onu o raddeye getiren süreci iyi tahlil etmek gerekiyor. Bunları düşünürken gözler buğulandı ister istemez, ama saklamak gerekiyordu sanki. Fotoğraf çekmenin de sohbet etmenin de manasız göründüğü o an bir köşeye oturup kızmaya başladım. Herkese kızdım; onları bu hale koyanlara, hala öyle yaşamalarına göz yumanlara, bilip de düzeltmeye çalışmayanlara, bilmeye bile gayret sarf etmeyenlere ve bizim gibi gelip de bakınıp geri gidenlere. Belki de o an yaşadığım çaresizlik hissi onların hayat boyu yaşadığının yüzde biri bile etmezdi. Onların ihtiyacı olan empati miydi iş miydi onu da bilemedim. Orada ne yaptığımı da çözemedim. Başımı kaldırdığımda Ceren’i gördüm kamptan çocuklarla, çocuklar ona sorular soruyor, o da cevap veriyordu, çok mutlu görünüyorlardı. Uzun vade bir çözüm üretemiyorsan o anı yaşamayı da zehir etmeyeceksin kendine diyerek gittim ben de yanlarına. Bu çelişkiler ve kızgınlıklar belki de harekete geçip bir şeyler yapmaya başlamanın ateşleyicileriydi. Aynı durumu yaşayan diğer insanları da görünce umutlandım.

Kamptan döndükten sonra otele dönüp akşam için üzerimizi değiştirdik ve UNESCO Kültür Sarayı’na gittik. Sabah eşofmanlarıyla gelen insanlar, akşam son derece şıklardı, abiye giyenler bile vardı, makyajlar profesyoneldi. Salonda ülkenin ileri gelenleri ve organizatörler hoş geldiniz konuşmaları yaptı, mültecilerle ilgili bir fotoğraf sergisi gezdik ve isminden ötürü sığamayacağımızı düşündüğüm “Petite Cafe”ye doğru yola çıktık.

Bizim otobüste İtalyanlar, İranlılar ve Türkler vardı. Başta herkes kendi içinde takılıyordu. İran ve İtalya ekiplerinde ikişer de gazeteci erkek vardı, her yere bizimle geliyorlardı.

Yolda önümüzde ve arkamızda devamlı olarak polis eskortu vardı, ne ışık dinliyordu ne trafik, birinci derece protokol uygulayarak açıyordu yolları. İnsan kendini önemli zannediyor bir yandan şaşırırken.

Petite Cafe müthiş bir restoranmış meğer. Tam deniz kenarında, içi özenle döşenmiş. Geldi mezeler, gitti yemekler. Biraz coşarak biraz frenleyerek yedik hepsinden. Üzerine bir de müzik başladı, yarı clubber yarı oryantal kombinasyonlar nefis olmuş. Bir anda herkes dans etmeye başladı, önce garipsedim, biz eğlenmeye gelmedik ama diyerek. Sonra karşılaşacaklarımızı düşünüp biraz moralin kimseye zararı olmaz diyip ben de attım kendimi ortaya. Epey bir kurtlarımızı döktükten sonra maratonun ilk günü için sıkı bir uyku çekmek üzere yine otele döndük. Bundan sonra bütün seyahat boyunca da eğlence ve üzüntü hep iç içe oldu.

4 Mayıs 2008, Byblos

Sabah otobüsler bizi alıp başlangıç noktası olarak belirlenen Lübnan Dağı'na götürdü. Davullu zurnalı karşılama ekibi biz varır varmaz çalmaya başladı, halk oyunları ekibi de dansa. Çalan şarkı da Erkin Koray’ın "Şaşkın", meğer arakmış ortadoğudan. Çünkü her gittiğimiz yerde çalan geleneksel bir Arap şarkısı görünüşe göre. Bu müzik ve dans gerçekten enerji veriyor insana, coşturuyor. Hemen yanında da güzel güzel pideler hazırlanmış, mis gibi götürdük hepsini. Yerel eşraftan bir önde gelenin konuşmasının ardından ilk sürüş için hazırlanmaya başladık.

Önce güneş kremleri sürüldü, saçlar toplandı, kasklar takıldı, eldivenler giyildi, heyecan doruklara çıktı. Bisikletleri aldık ve sıraya dizildik. Upuzun ve gepgeniş bir konvoy halinde yola çıkmaya hazırdık. Çok heyecanlandıydım. Biraz da korku vardı. Gitmeden önceki bir ay spor yapıp hazırlanmış olsam da, Lübnan’da dağların arasında, bu kalabalık içinde bisiklet sürecek olmak korkuttu bir anda. Ceren’le Pınar da yoktu ortada, kendi kendime “ya zincir atarsa, ya sollarken dalarsa biri” diye korkarken ilk işaret verildi. Yokuş aşağı o ilk başlangıç anı inanılmazdı. Sağlı sollu dağlar, önümde bir kadın cümbüşü elim arka frende temkinli başladım. 40 kilometrelik parkurun çoğunun yokuş olacağı söylenmişti ama 10 dakika sonra virajlar rampalar başladı çat diye. Birini geçtim, diğeri geldi, yokuş çıkmayalı da epey olduğu için zorladı baya. Yol ilerledikçe insanlar arasındaki mesafe de açıldı. Bir noktada zincirim attı, anında ATV’li bir ekip yetişti imdadıma, düzeltti. Sonra başka bir ekip arabası gelip su ister misin diye sordu, organizasyon ve teknik destek müthişti. Birkaç rampa sonra, önümde bisikletlerini yürütmeye başlayanları da görünce ben de yürümeye başladım. Yokuş bitince tekrar bindim, sonra yine epey yokuş aşağı gitti yol, bir köyün içinden geçtim. Bir anda sanki 300 kişi yokmuş da tek başımaymışım gibi hissettim. İnsanlar bana el salladılar, ben onlara, garip bir mutluluk hali… Sonra yokuşlar yine arttı ve ilk mola yerimize vardık. Bol su ve atıştırmalıklar eşliğinde bizimkileri buldum. Herkes benzer şeyleri tek başına yaşamış, herkes coşkuyla anlatıyor gördüğü teyzeleri, zorlayan bayırları.


Moladan sonra biraz canlanmış olarak devam ettik. Yol trafiğe kapalı değil ama çok az araç geçiyor, tehlikeli olan bizim ekipten birilerinin sollarken diğeriyle kaldığı pozisyon. Onun için ya en önde ya en arkada olmak en iyisi, ortalar çok kalabalık.

Bitiş noktamız olan Chaffot’a vardığımızda kadınlar bizi bekliyordu. Şehrin STK’cıları, kermesçileri ya da ev hanımları kim varsa bize yemekler hazırlamışlar, bir de karşılama komitesi gibi sıraya dizilmişler, tek tek elimizi sıkıp gülümsediler “hoş geldiniz” derken. İç pilavlar mı istersiniz, humuslar mı, çeşit çeşit salatalar mı, her şey vardı. Almak için beklemek zorunda olduğumuz kuyruğu saymazsak her şey kusursuzdu. Açık havada diğer ekiplerden insanlarla sosyalleşmeye başlayarak yedik yemeklerimizi. Ayrılırken çok teşekkür ettik bizi ağırlayan ev sahibelerimize ama İngilizce bilmediklerinden (ya da biz Arapça bilmediğimizden) çok sınırlı kaldı iletişim. Yine de iki taraf da çok mutluydu. İki tarafın da kadın olması ve ortadoğuda kadın kadına bütün bu işleri birlikte yürütmelerin(miz)den ayrıca gurur duydum.

Otele döndüğümüzde akşam yemeğine gidene kadar 2 saat boş vaktimiz vardı. Ceren ve Pınar’la dışarı çıktık. Onlar alışveriş yaptılar, ben internete gidip travelpod.a günlük yazımı yazdım. Buluşup geri dönerken güzel gözlü bir dilenci kız yaklaştı yanımıza Türkçe konuşarak. “Yok artık” deyip hikayesini sorduk. Gaziantepliymiş, babası orada işsiz kalınca buraya gelmişler. Burda da işsiz olacak ki küçücük kız dilencilik yapıyor.

Akşam –henüz hiç acıkmadığımız halde- yemek için Byblos şehrine doğru yola çıktık. En az 70 kilometre yol gittik, herkes çok yorgundu, homurdanmalar başladı. Ama vardığımız yeri görünce herkes bir anda gevşedi. Deniz kenarında, yeşillikler içinde cennet gibi bir resort! Aslında ne gerek var bu kadar ihtişama ama sanırım işler şöyle yürüyor: Lübnan organizasyon ekibi sponsor ararken zenginlere, önde gelenlere projeyi götürüyor, böyle otellerin, restoranların sahipleri de “gelin bir akşam da biz misafir edelim sizi” diyorlar. Yoksa kimsenin cebinden para çıkmıyor.

Buradaki yemekler hepsinden daha olağanüstü. Hazırlanan açık büfede envai çeşit yemek, salata, meze ve tatlı var. Pınar’la henüz dokunulmamış yemekleri incelerken iki şef geliyor yanımıza ve sohbete başlıyoruz. “Lübnan ne zaman Suriye’den ayrıldı?” diye soruyorum genç olana. “Yok öyle bir şey” diyor. “Nasıl yok canım, var ya” diyorum, “karıştırma” diyor bu defa. Tarihle ya da siyasetle ilgili konuşmaktan çekiniyor hep insanlar. Şeflerden biri Hıristiyan, biri Müslümanmış ve bu onlar için mevzubahis bir konu değil. Arkadaşlığı, işe girmeyi, sosyoekonomik durumu etkilemeyen bir durum. Yalnızca evliliklerde sorun olabiliyor, iki aile de zenginse bu da sorun edilmiyor. Hıristiyanların dili de Arapça olduğu için devamlı “inşallah, maşallah, selamünaleyküm” var dillerinde. Zihinlerimizde Müslümanlıkla Araplık o kadar iç içe geçmiş ki, hala yadırgıyorum Arapça konuşmalarını. Halbuki dünyadaki Müslümanların yalnızca %10’u Arap!

Yemek sırasında yine konuşmalar yapılıyor, bir kısmı Arapça olduğundan anlayamıyorum, bir kısmında da yeni&ilginç bir şey söylenmiyor zaten: “Barış istiyoruz, kadınlar bizim için çok önemlidir, iyi ki geldiniz” Sadece bu insiyatifi başlatan, yıllardır barış projelerinde çalışan ve Filistin için uğraşan Detta Regan konuştuğunda heyecanlanıyorum. 60 yaşında bir İngiliz ve yorulmadan aynı heyecanla, aynı samimiyetle ve tamamen mütevazı bir şekilde devam ediyor çalışmalarına. “Barışa inanmaktan vazgeçmeyin” derken gözlerinin içi parlıyor.

5 Mayıs 2008, Bekaa Vadisi

Hala Lübnan’dayız ama şehirlerin adını unutuyorum, her şey çok çabuk oluyor, çok çabuk değişiyor. Bugün yine önce otobüsle bir yere gittik, orada bir tören oldu sonra sürüşe geçtik. Uzun bir süre hafif rampalı ama düzdü yol. Mis gibi bahar havası, karşıdan gelen rüzgar ve yolun kenarlarında koyunlar, çocuklar, bazen evler, her şey film şeridi gibi akıyor sanki… Sürekli uyarılar yapılıyor, işaret vermeden (soldan geçiyorum şeklinde seslenme) sollamayın, ön frenleri sıkmayın, iki elinizi bırakmayın şeklinde. Ama Pınar artist olduğu için artistlik yaparken ön freni sıktı yanlışlıkla ve takla attı. Böyle durumlarda durmayıp devam etmemiz konusunda tembihlenmiştik. Yol tıkanınca daha da fazla kaza oluyor malum. Fakat düşen kankan olunca fena bir ikilem yaşıyorsun. Önce biraz ilerledim, sonra iyice sağa çekip durdum, sağlık ekibi de geldi hemen, iyiyim dedi, devam etti direk. Bekaa Vadisi’nde bir winery’de mola verdik. Bizim için taze bademler, hakiki ballar hazırlamışlardı. Çimenlerde oturup dağların ardındaki manzarayı izlemek muhteşemdi. Hizbullah’ın ve PKK’nın buralarda kampları olduğuna inanmak zordu. Hiç de öyle karanlık, silahlı bir ortam yoktu.

Moladan sonra başlangıç noktası tam bir yokuştu. Rahat ve hızlı gidebilmek için bütün grubun gitmesini bekledim. Artık iyice kendime güvenim geldiğinden frenleri falan bırakıp dümdüz bıraktım kendimi aşağıya. O kadar hızlı gidiyordum ki rüzgardan sesler görüntüler birbirine karışmıştı. Çok tehlikeli olduğunun farkındaydım ama yine de o heyecan her şeye değer gibi geliyordu. Bir an çatur çutur bir ses geldi, ne olduğunu anlayamadım önce, fotoğraf makinemin düştüğünü sandım, durmaya hazırlanırken gidenin su mataram olduğunu fark ettim. O anı bozmak istemediğim için durmaya kalkışmadan devam ettim yola. Biraz ileride küçük bir bisiklet dükkanı gördüm, direk sağa çektim ve koşarak içeri girdim. Zaten en arkada olduğum için acelem vardı:


-Bisiklet için ayna var mı?

-Ooo hoş geldiniz, var var, siz nereden geliyorsunuz?

-İstanbul ama çok acelem var!

-Kaç dakika? (Beni yarışçı zannediyorlar, pit stop hesabı)

-3

-Tamam.


Bir tane isterken iki ayna taktılar, amca bu sırada Aksaray’a geldiğini, İstanbul’un süper bir memleket olduğunu anlatmayı da ihmal etmedi. Bir de korna taktı. Bu sırada 10 dakika kadar geçmişti. Apar topar yola geri çıktığımda bizim kafilenin yerinde yeller estiğini gördüm, pedala kuvvet epey ilerledim ama hala görünürlerde yoklardı. Yanımda herhangi bir telefon ya da adres de yoktu. Bir an tırstım zira ıssız yollarda sonumun Pippa Bacca’ya benzemesi çok hazin olurdu. Yolun ikiye ayrıldığı bir noktaya geldim. Birkaç adam vardı kenarda, ne tarafa gittiklerini sordum, solu gösterdiler, seçeneğim yoktu, güvenmek zorundaydım, sola gittim. Biraz ileride birkaç kişi daha ileri gittiklerini söyleyince rahatladım. Bir yandan da ilkokul gezisinde gruptan ayrılıp dönüşte öğretmenden fırça yiyen çocuklar gibi korkuyordum kızacaklar bana diye. Neden sonra ileride trafiğin sıkıştığını gördüm ve bizimkiler de oradaydı. Nasıl bir azim geldiyse, motor kuryeler gibi arabaların arasından sağlı sollu geçe geçe, kornamı çala çala vardım yanlarına. Pınar’ı buldum, yokluğum fark edilmemiş, oh!

Bir mola daha verildi, yolun geri kalanı çok dikti, tamamen dağlara tırmanış şeklindeydi. Kendimi epey zorladım, bu sırada peşimizden gelen otobüs yaşlıları, sakatlananları, takati kalmayanları topluyordu, en sonunda dayanamayıp bisikleti verdim kamyonete ama kendim de ona bindim. Böylece zamanı boşa harcamayıp fotoğraf ve kamera çekimi yapabildim. Kamyonetin üzerinde giderken iki Avustralyalı belgeselciyle tanıştım. Michi kameraman Amy yönetmendi. Aslında 4 hatun gelmişlerdi, diğer ikisi –fotoğrafçı ve yapımcı- bisiklet sürüyordu bir yandan. Herhalde bir projenin hem içinde yer alıp hem de işini yapmak çok süperdir diye geçirdim içimden. Epey konuştuk. Hayatlarında ilk defa “batı dışı” bir yer gördükleri için her şey onlara ilginç geliyordu. Yollardaki sürüler, hayretle bakan insanlar, minik bakkallar, çarşılar, örtülü kadınlar, bıyıklı adamlar, zaten bizde ziyadesiyle mevcut olan durumlar. Ortadoğu’dan Türkiye’ye siyasetten tarihe bir sürü konuda konuştuk, bir süre sonra hepsini çekmeye başladılar. Normalde soru soran taraf ben olduğum için “nesne” konumunda olmayı önce garipsesem de sonra alıştım.

Bisikletleri bırakıp yemek yiyeceğimiz noktaya geldiğimizde kamyonetten inerken çok utanıyordum. Gerçi insanlar yarı yarıya bırakmışlardı sürmeyi ama yine de onlar uğraşırken ben rahat rahat gittim diye tuhaf hissettim. Ceren bitik durumdaydı. Lokantaya girdiğimizde tuvalet kuyruğu mutfağa kadar uzanıyordu. Hem erkek hem kadın tuvaleti kullanılıyordu. Zaten toplamda sayıları 5-6’yı geçmeyen erkekler, erkek tuvaletinin kendilerine ait olduğunu söyleyerek öne geçmeye çalışınca kendilerine asabi bir açıklama yaparak sıranın sonuna geçmelerini söyledim. Bisiklete bile binmiyorlar ki!

Yemekten sonra Suriye’ye geçeceğimiz için Lübnan ekibiyle vedalaştık, duygusal anlar yaşandı. Ekipteki Lübnanlılar da Suriye geçişlerine izin vermediği için orada kaldılar. Hava kararırken otobüslere bindik. Kara sınırı geçmek en sevdiğim şey olduğundan hostes koltuğuna oturup etrafı izlemeye koyuldum. Bu sırada otobüsteki İtalyanlar Türkleri göbek atmaya zorluyordu, gönülleri olsun diye birkaç figür icra ettik. İki ülke arasındaki No Man’s Land çok uzundu. Arada bir yerde durup benzin boşalttık, herhalde Suriye’de daha ucuz olduğu için.

Bu sırada Pınar’ın omzu ağrımaya başladı. İncinmişti. Taklanın üzerine sıcakken anlamayıp bisiklet sürmeye devam etti ama durunca sancı kendini belli etti. Sınırda pasaportlarımızı ülke ülke verdik. Bizden başka kadın hiç yoktu, herkes tır şoförüydü, Türkiye’den de şoförler vardı.

Vizeleri aldıktan sonra tam gaz Şam’a gittik ve süper konforlu Cham Palace’e yerleştik. Bir gün daha geride kalmıştı, Lübnan biterken Suriye başlıyordu…


Fotoğraflar

İstanbul

Lübnan 1

Lübnan 2

Lübnan 3


Saturday, May 17, 2008

Follow the Women 2008 Kadınları İzle


2-15 Mayıs 2008 tarihlerinde Türkiye'den 20, dünyanın 30 ülkesinden 400 kadar kadın Lübnan'dan başlayarak Suriye ve Ürdün'den geçerek bisikletle Filistin'e gittik.

Gittiğimiz her ülkede, her şehirde, her köyde, türkülerle danslarla karşılandık. Ev sahipleri misafirleri, misafirler de ev sahiplerini çok sevdi. Amacımız bir tıkla barışı getirmek değildi tabii ki. Ama Ortadoğu'nun, Filistin'in ihtiyacı olan manevi desteğe katkıda bulunmaktı, yanınızdayız demekti, ilk elden oraları tanımak, tanışmaktı. Oradaki insanların da yaşamak ve mutlu olmak için bizim kadar haklarını olduğunu görmek ve göstermekti.

Amacımıza ulaşmak için ilk adımı attık. Kendimize ve çevremize, oralara gidilebileceğini kanıtladık. Herkesin yapabileceği birşeyler var, çok şey var. Tüm seyahat boyunca tuttuğum günlüğü yakında yayınlayacağım, o zamana kadar seyahatin fotoğraflarına şuradan bakabilirsiniz.

20 ordinary women from Turkey, and 400 others from 30 different countries of the world, cycled from Lebanon to Palestine by passing through Jordan and Syria, on the dates between 2-15 May, 2008.

Every country, every city, and every little town we went to, people welcomed us with sincerity and warmness. The hosts liked the guests and the guests liked the hosts. We knew that peace wouldn't come with a simple bike ride, with just one click. But we also knew that peace was long process that requires many people's efforts in different forms for a long time.

Our aim was to support the Middle East, Palestine, tell them that we were with them, meet them and make simple connections. Our aim was to see and show that people there has the right to live and be happy just like us.

We made the first step to reach our goals, we proved to ourselves and others that it is safe, fun and neccessary to go to the Middle East, to learn about Middle East. Everybody can do something to change the world, there is just too much to do. And the things you do, is never small...

I will publish my diary that I wrote during the trip, until then you can see the photos of the trip at http://www.flickr.com/photos/selmasevkli/collections/72157605072682840/

Monday, June 04, 2007

Rachel Corrie ve Empati

Filistin sokaklarında, lokantalarda, üniversitelerde hatta birkaç evde bir kızın posterleri vardı. Filistin’e gitmeden önce Filistin hakkında pek çok şeyi bilmediğim gibi Rachel Corrie’yi de bilmiyordum. Her kesimden insanın sevgisini kazanmış bu insanın fotoğrafıyla her karşılaştığımda içim bir tuhaf oluyordu. Gazze’de bir ev yıkımını önlemeye çalışırken, İsrailli bir buldozer tarafından ezilerek öl(dürül)müştü. Amerikan vatandaşı olması sebebiyle ölümü büyük yankı uyandırmıştı; İsrail bu feci ölümü ‘kaza’ olarak nitelerken, görgü tanıkları kesinlikle kasıtlı bir eylem olduğunu savunuyorlardı.

Dönünce Rachel’ı araştırmaya başladım. Yaptıklarını ve yazdıklarını okudukça ondan çok etkilendiğimi hissettim. İnsana birlikteyken kendini en iyi hissettiren insanlar, ortak görüş ve duyguların paylaşıldığı insanlardır ya çoğu zaman, Rachel’a sanki tanıyormuşum gibi bir yakınlık duydum. Ve şimdi yaşamadığını düşündüğümde gözlerim doluyor ve yakın bir arkadaşımı kaybetmiş kadar üzülüyorum. Ülkesinin Gazze’de tanık olduğu vahşet karşısında hiçbirşey yapmamasıyla birlikte koşullu şartlı bir vatan sevgisini benimsemiş olan Rachel, Amerikan bayrağını yakmış. Hal böyle olunca da muhafazakar Amerikalılar tarafından dışlanıp vatan haini ilan edilmiş ve bu ölümü hak ettiğini söyleyenler dahi olmuş. Aldığı pozisyon karşısında (benim ülkemsen ve en güçlüysen bir şeyler yap, yoksa sana tapınmıyorum) karşısında insanlar ikiye bölünmüş. Şimdilerde ise “My name is Rachel” (Benim adım Rachel) adlı bir tiyatro oyunuyla gündemde. Her ne kadar hem Filistin’de hem Amerika’da birçok çevre tarafından kullanılan siyasi bir sembol haline getirilmiş olması hoşuma gitmese de, yine de birçok insan için ilham verici bir kişilik olması sebebiyle ‘popüler’ hale getirilmesini hoşgörüyorum.

İnternete girip hakkında araştırma yaptığınızda karşınıza çıkan bilgilerin çoğu ölümüyle ilgili olacaktır. Benim için Rachel’ın kazayla ya da kasten öldürülmüş arasında bir fark yok. Meselenin bu kısmını bu kadar önemsemek, onun hiç hoşlanmadığı bir takım ayrıcalıklara sahip olmasından dolayı her gün öldürülen yüzlerce Filistinli’yi azımsamak anlamına gelmez mi?

Onu sizlere kendi sözleriyle anlatmak istiyorum...

Daha çocukluğunda kurduğu hayalleri ve onun sahip olduğu ayrıcalıklara sahip olamayan insanlara karşı duyduğu empatiyi net bir şekilde ifade eden Rachel’ın 10 yaşındayken kurduğu hayalleri ve ideal dünyasını anlatan ‘Dünyada Açlık’ konusundaki şiiri, bir çocuğun dünyayı anlayabilme ve hissedebilme limitlerini gösterir:

“Diğer çocuklar için buradayım…

Buradayım çünkü önemsiyorum…

Buradayım çünkü dünyanın her yerinde çocuklar acı çekiyor ve her gün kırk bin insan açlıktan ölüyor…

Buradayım çünkü bu insanların çoğu çocuk…

Yoksulların her yanımızda olduğunu ve onları görmezden geldiğimizi artık anlamak zorundayız…

Bu ölümlerin önlenebilir olduğunu anlamak zorundayız…

Üçüncü dünya ülkelerindeki insanların tıpkı bizler gibi düşündüğünü, önemsediğini, güldüğünü ve ağladığını anlamak zorundayız…

Onların bizim hayallerimizi ve bizim onların hayallerini kurduğumuzu anlamak zorundayız…

Onların biz olduğunu anlamak zorundayız… Biz onlarız…

Hayalim 2000 yılına kadar açlığı bitirmek…

Hayalim her gün açlıktan ölen kırk bin insanı kurtarmak…

Hep birlikte geleceğe ve orada parlayan ışığa bakabilirsek, hayalim gerçekleşebilir…

Açlığı görmezden gelmeye devam edersek o ışık sönecek…

Hep birlikte yardım eder ve çalışırsak büyüyecek ve yarın yanmaya devam edecek.”

Washington eyaletinin en liberal üniversitelerinden biri olan Evergreen State College’a kaydolduğunda dünyada yapacak çok işi olduğuna inanan 18 yaşında bir aktivisttir. Savaş karşıtı ve küresel adalet komisyonlarında çalışır. Mezun olduğunda artık gerçeği gidip yerinde görme vaktidir. 2003’te çatışmaların yoğun olduğu bir dönemde Gazze’ye giderken şu satırları geride bırakır:

“Hepimiz bir gün doğduğumuz gibi öleceğiz. Büyük ihtimalle yalnız olacağız ölürken.

Ya yalnızlığımız bir trajedi değilse? Ya yalnızlığımız korkmadan gerçekleri söylememize izin veren şeyse? Ya yalnızlığımız dünyayı dinamik bir varlık olarak değiştirilebilir ve interaktif olarak deneyimlememizi sağlayan bir maceraya atılmamıza izin veren şeyse?

Eğer Bosna’da, Ruanda’da ya da daha kimbilir onlar gibi nerelerde yaşasaydım, gereksiz ölüm uzak bir sembol, bir metafor değil, gerçeklik olacaktı.

Ve bunu metaforlaştırmaya hakkım yok! Ama muazzam ve gereksiz bir konuda kendimi avutmak için kullanabilirim.

Bunun farkına varmak… Hayatımı bu dünyada hep ayrıcalıklarımın olduğu yerlerde yaşayacak olmanın farkına varmak…

Rusya’da kaynayan suları soğutamam. Picasso olamam. İsa olamam. Küçücük ellerimle dünyayı kurtaramam.

Bulaşıkları yıkayabilirim.”

Gazze’ye vardıktan sonra karşılaştıkları ve bunlar karşısında hissettikleri hakkında ailesine ve arkadaşlarına sık sık yazdığı e-maillarla duyduğu üzüntüyü, öfkeyi ve diğer tüm duygularını dile getirmiş Rachel. Bu e-mailların, gerçekten dünyayı önemseyen, kendisinden bambaşka bir kültürü, yaşam tarzı, dili, dini olan insanları anlamak ve yaşadıklarını paylaşmaya çalışan bir insanın iç dünyasını çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Malesef Türkçe’leri yok, çünkü ortada Türkiye’yi ilgilendiren bir durum yok (!)

Rachel’ın öl(dürül)meden birkaç gün once Rafah’da olanlarla ilgili anlattıkları şöyle:



Aslında ölümüyle bir anlamda amacına da ulaşmış oldu: Dünyanın dikkatini yaşanan insanlık dramına -bir nebze olsun-çekti ve tiyatro oyunlarıyla, kitaplarla çekmeye devam ediyor.

Wednesday, May 16, 2007

Hitler Karşında Olsa Ne Yapardın?

55 yaşında İsrailli bir hahamla neler konuşurdunuz? Nasıl önyargılarla başlardınız bu konuşmaya? Jeremy ile Kudüs’te ilk tanıştığımda şaşkınlık içerisindeydim. İsrailli bir hahamla nasıl bir üslupla konuşulması gerektiğini kimse öğretmemişti bana. Etrafımızda Gazze’den yerleşkelerinin kaldırılmasını protesto eden İsrailliler ve hemen yan tarafta Lübnan savaşını protesto eden Filistinliler öfkeyle yürüyüp sloganlar atarken, o bilmediğim dilin kendiliğinden oluştuğunu fark ettim. Güzel bir insandı Jeremy, taraf tutmanın çözümsüzlüğünün bilincine varmıştı, ülkesinin politikalarını eleştirebilecek kadar sağduyu ve vicdan sahibiydi. Siyaset dışında söylecek sözü de vardı, Bedeviler’in evlerinin yıkılmasını önlemeye çalışıyordu. Bir kahve içmek için buluşmuşken laf lafı açtı ve saatlerce konuştuk İsrail’den, Filistin’den, Türkiye’den, dinlerden, siyasetten, insan haklarından. Aklımdaki İsrailli portresinin çok ötesinde olması, beni yeni bir sürü sorgulamaya itti.

Ocak ayında o İstanbul’a geldi, bizde kaldı, yine konuştuk saatlerce. Sonra ben tekrar Kudüs’e gittim Aycan’la, bizi havaalanından aldı, yemeğe götürdü, Bedeviler’e gittik birlikte. Ait olduğumuz milli ve dini kategorileri bir yana bırakarak müthiş bir dostluk kurduk.
Bugün yine geldi İstanbul’a ve bu kez yanında içi kan ağlayarak orduya mecburi hizmete gönderdiği 22 yaşındaki oğlu da vardı. Önde “Müslüman” anne-kız, arkada “Yahudi” baba oğul arabada giderken kendimize bir an dışarıdan bakıp memnun oldum. 3 yıldır orduda olan oğlu vicdani retçi olmamıştı ama silah kullanmayı reddetmişti. Tabii ki çocuğu soru yağmuruna tuttum. Babası siyonist olmadığı için okul hayatı boyunca “Arap” lakabıyla dalga geçilen çocukcağız alabildiğine mütevazi ve açıktı. Vicdani red ve ordu içindeki insan profilinden bahsetti. Şayet İsrailli’yseniz ve ‘pasifist’ olduğunuz savaşa karşı olduğunuz için askerlik yapmayı reddediyorsanız, sizi sıkı bir sorguya çekiyorlar. Aileniz, geçmişiniz, inançlarınız ve görüşleriniz iyice sorgulandıktan sonra hala pasifist olduğunuzu iddia ederseniz, “Pekiyi karşında Hitler olsa ne yapardın?” gibi can alıcı bir soru soruyorlar. “Ona da birşey yapmazdım, o zaman ben de onun yaptığı hataya düşerdim” derseniz muaf olabilirsiniz. Ama duygusallaşıp “Lanet olsun, tabii ki hemen öldürürdüm, vururdum” derseniz o zaman sizin pasifisitliğiniz yalnızca ülkenin şimdiki politikalarını eleştirmekle sınırlıdr ve bir siyasinizdir. Ya gidersiniz askere paşa paşa ya da hapse girersiniz.

“Hitler karşında olsa ne yapardın” sorusu Yahudiler için çok kritik bir soru. Jeremy, katıldığı bir radyo programında savaşın kötülüğünden bahsederken ona da aynı soruyu sormuşlar. “Tevrat’ı anlatırdım” demiş. “Eğer ben de onu öldürürsem, şiddete başvurursam, onun yapmasına karşı olduğum şeyi yapmış olmaz mıyım?”

İsrail’de bu soruya verilen en yaygın cevap “Hemen onu temizler ve milyonlarca Yahudi’yi ölümden kurtarırdım” imiş. Bence bu cevap çok şey söylüyor düşünme biçimleri ve mevcut politikalarla ilgili. Hem kötülüğün tek bir kişiden çıktığı gibi bir yanılgıya düşüyorlar hem de Filistin’de bitmeyen savaşta da “terörist”leri temizleyerek sorunlarını çözebileceklerine inanıyorlar. Gandhi bu durumu çok güzel özetliyor:

“Şiddete karşıyım çünkü iyi bir amaç için yapılıyor gibi görünse bile, bu iyi amaç geçicidir, ama bırakacağı kötülük kalıcıdır.”

Güvenlik gerekçelerinden dolayı ismini açıklamayacağım Jeremy’nin asker oğlunun ordudan bir arkadaşı ise şöyle demiş: “Hitler öldü, soykırım bitti, ama kötülük bitti mi? Zaferi biz mi kazandık? Hayır, kurbanları faillere dönüştürerek zaferi o kazandı ve biz şimdi yaptıklarımıza devam ettikçe, kaybetmeye mahkumuz.”

Wednesday, May 09, 2007

Panel: Adı Çok Söylenip Kendi Az Bilinen Bir Dünyaya Dair- ALTERNATİF FİLİSTİN

Konuşmacılar: Aycan Ak, Selma Şevkli
Tarih :10 Mayıs 2007 Perşembe
Saat:16.00-18.00
Yer: Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü KY 225 no'lu oda
Organizasyon: Bilgi Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Kulübü
Program: Ilk bolumde şehirler arası ulaşım, harcamalar, neden ve nasıl gidebiliriz, gezilecek görülecek yerler, Filistin'de eğitime verilen önem, günlük hayat, Nasıra'da yaşayan Arap İsrailliler, Filistin yanlısı İsrailliler vs. (Seyahat sırasında çekilen fotoğrafların bir bölümü konuşma sırasında akacak, en sonda ayrıca bir power point sunum)

İkinci bölümde, yine yakın zamanda Filistin'e gitmiş Lila Mastora ve Murat Özsoy da bize katılacak ve hep birlikte dinleyicilerin sorularına yanıt arayacağız.

Sunday, April 29, 2007

Bir Amatör Fotoğraf Sergisinin Ardından...


"Gözlerinde her daim umut parlıyor bu küçüklerin. Aslında onlar değil bu acıyı hak eden. Bir çöküş var umutlarında muhakkak. Onların umutlarını objektifle bir damla gülümsemeye dönüştürmek ne büyük mutluluktur kimbilir...

Aslında o anda önemli olan diaframı kısmak, enstanteneyi yavaşlatmak ve anın güzelliğine kapılmak değil mi?

Kadraj ne kadar önemli ki onların gülümsemeleri yansırken aynadan vizöre?

Bu çocukların yüzlerinde oluşturduğunuz her bir tebessüm adına tek tek teşekkür ederim.

Elinize, emeğinize sağlık.

Işığınız bol olsun."

--Mustafa Tutku Şitilci


23- 28 Nisan 2007 tarihlerinde Taksim Metro Sergi Salonu'na gelenlerin çoğu biraz duygulanarak biraz düşünerek ayrıldılar sergiden. Akıllarında oluşan soru işaretlerinin bir kısmını benimle paylaşarak ve duygularını dile getirerek, büyük bir mutluluk yaşattılar bana farkında olmadan.

Hiç hesapta yoktu böyle bir sergi. O güzel çocukların fotoğraflarını çekerken, bir gün 2000'den fazla insanın kalbini fethedeceklerini hiç düşünmemiştim. Birkaç günlüğüne de olsa İstanbul'dalardı, gülen yüzleriyle çocuk bayramını kutladılar herkesle birlikte. Kimini ağlattılar, kimini güldürdüler, kimini her gün yeniden o salona getirdiler, kimine yazı, kimine şiir yazdırıp, çello bile çaldırdılar. Ben ve bu serginin açılmasına salonun kullanılmasına izin vererek, afiş hazırlayarak, sponsor olarak, fotoğrafları duvarlara asarak, görüş vererek destekleyen herkes sadece birer aracıydık. Hiçbir maddi karşılık beklemeden bu çalışmada yer alan herkes, onların ve sergiye gelenlerin sevgisini, duasını, enerjisini ve tüm iyi dileklerini yüreklerinde hissettiler.



Bu serginin amacı çocukları, renkleri, mekanları, ideolojileri ve klişeleri kullanarak fotoğraf sanatına katkıda bulunmak değildi. Dünyada bu çocuklar da var diye düşündürmekti. Basmakalıp, tekdüze açlık ve savaş mağduru çocuk profilinde değişiklikler yapmaktı. Acındırarak değil güldürerek duyarlılık sağlamaktı. Duygularla mantığı birleştirmekti. Küçücük basit bir fotoğraf makinesiyle, cüzi bir bütçeyle, gazeteci, fotoğrafçı, pipolu ve fularlı entel olmadan da oralara gidebileceğini, sergi açılabileceğini kanıtlamaktı. İnsanları sahip olduklarını gözden geçirmeye teşvik etmek ve insan olmanın sorumluluğunu ve gücünü hatırlatmaktı. Ve sergi beklediğimin çok üzerinde bir ilgiyle amaçlarına ulaşma yolunda önemli adımlar attı. Anı defterine yazan yüzlerce kişi ileride yapacaklarım için bana azim ve ilham verdiler.

Sergiye gelen bir İngiliz teyze, ülkesinin bu çocukların yaşadığı ülkelerin düştüğü konumda birinci derecede sorumlu olduğunu söylerken ağlamaya başladı ve Londra'da sergi organizasyonları yaptığını, bu serginin Londra'da da açılması için hemen bağlantıları kuracağını ve bizzat ilgileneceğini söyledi.

Emekli İlkokul öğretmeni Yaşar Hanım, "beni bu çiçek bahçesine getirdiğin için sana ne kadar teşekkür etsem az"diyerek beni diyerek öpüp kucakladı.


Sadri Alışık Tiyatro Okulu'ndan 18-20 yaşlarında iki öğrenci, bu yaz Filistin'e giderek çocuklara tiyatro öğretmeye karar verdiler.

60 yaşlarında bir teyze gelerek, "ben de Filistin'e gitmek istiyorum, yaş sınırı var mı gönüllü programlarında" diyerek gözlerimi doldurdu.

Sudan, Mısır, Kongo, Kenya ve Filistin'den gelenler, ülkelerinin sadece acınacak yönlerinin vurgulanmasından rahatsız olduklarını, mücadele eden, başaran ve herşeye rağmen gülebilen çocukları gösterdiğim için teşekkür ettiler.


İspanya'dan gelen iki fotoğrafçı beni ısrarla Valencia'ya davet ettiler, fotoğraf çekeceğimiz yerlerin planlarını bile çıkardılar.

İki ayrı ressam fotoğrafları yağlı boya olarak çalışmak istediklerini söylediler.


60 yaşlarında kendini müthiş aydın zanneden ama son derece cahil bir amca, pembe ve mavi çarşaflı çocukların fotoğraflarını görünce üzerime yürüyerek beni cahilliğe çanaklık etmekle suçladı. Algı kapıları zincire vurulmuş olduğundan kendisine verilecek en mantıklı yanıt "Zıt Erenköy"dü ama yine de örtünmenin İran'a ve AKP'ye özgü bir olgu olmadığını, dünyada bir milyardan fazla Müslüman yaşadığını, ona ters gelse de insanların tercihinin bu yönde olduğunu, bütün dünyaya laikçiliği benimsetmesinin diktatörlük olacağını sabırla anlatmaya çalıştım. Dinlemedi ve hızla uzaklaştı, muhtemelen şu an Çağlayan'da Nur Serter'i dinlerken gözyaşlarına hakim olamıyordur.

Beyoğlu'ndan bir berber amca Aktüel dergisinden keserek, renkli fotokopi yöntemiyle büyüttüğü sergi duyurusunu getirip imzalamamı istedi ve dükkanının duvarına asacağını söyledi. Çok utansam da istediğini yaptım ayrıca kendisine orjinal poster sözü verdim. Takip eden günlerde berber amca, İstanbul Berberler Odası'nın muhtelif kurul üyelerini getirerek sergiyi gezdirdi. Bir tanesi üzerimde son derece metalci bir "Stop Bitching, Start a Revolution" tişörtü olmasına aldırmaksızın elimi öperek beni bir kez daha yerin dibine geçirdi.


Sonradan çocukluğumuzun Tekirdağ'da aynı mahallede ve ortaokulda geçtiğini keşfettiğimiz müzisyen Cihan Türkoğlu ikinci ve altıncı gün çello çalarak sergiye renk, anlam ve ruh kattı.



Fotoğraflara ek olarak Kenya ile ilgili yine aynı dönemde çektiğim kısa belgeselin 3 gün boyunca projeksiyon ile gösterimi yapıldı. Bir panoda Kenya ve Filistin'le ilgili yazdığım yazılar, ek bilgiler ve gitmek isteyenlere tavsiyeler bölümleri yer aldı.

Üç fotoğrafçı yanıma gelecek ya da bu ülkelere gidecek cesaretleri olmamasına rağmen, beni kadraj, enstantene ve diğer matematiksel detaylarda kusurlu bularak, hakaret derecesine varan eleştrilerini anı defterine özenle yazdılar ve laf sokmuş olmanın dayanılmaz ego tatminiyle evlerine döndüler.

Serginin en güzel yanlarından biri de toplumun her kesiminden insanı aynı ortamda buluşturmasıydı. Bunlar içinde çocuklar, liseliler, üniversiteliler, mühendisler, sokak çocukları, dindarlar, dinsizler, radikaller, kemalistler, şeriatçılar, öğretmenler, öğretim üyeleri, avukatlar, psikologlar, fotoğrafçılar, yönetmenler, gazeteciler, ev hanımları, sivil toplumcular, boş gezenler, kamyon şoförleri, tercümanlar, polisler, güvenlik görevlileri, işletmeciler, müzisyenler, doktorlar, Filistinliler, Çinliler, Moğollar, Mısırlılar, İngilizler, Kanadalılar, Kenyalılar, Kongolular, Hintliler, Sudanlılar, Haitililer, İspanyollar, Almanlar ve İsviçreliler bulunuyordu.


Bu çeşitlilik basında da kendini gösterdi ve Sabah, Zaman, Aksiyon, Kanal Türk, Milli Gazete, Aktüel gibi yayın organları sergiyi duyurdular.

Gezenlerin çoğu benim orada oturan bir görevli olduğumu zannettiğinden, (pipom, sakalım, fularım ve karizmam olmadığından olsa gerek) masaya geldiklerinde çok ilginç ve komik diyaloglar yaşadık:

-Pardon Selma Hanım burada mı acaba?
-Benim :)
-Yok, sergi sahibi olanı sormuştuk...
-Benim, ben!
-Gerçekten mi? (Baştan aşağı bir süzüş ve inanamama, tamam o olabilirsin ama oralara gitmemişsindir en azından bakışları) Oralara gidip mi çektiniz bu fotoğrafları?
-(Hayır google'dan indirdim, yok yok uydudan çektim) Evet...Siz de gidebilirsiniz, bakın çok kolay, (pil bölmesinin kapağı kırık emektar fotoğraf makinesini çıkarırken) bir makine, bir sırt çantası, zaten oralarda yemek içmek ucuz, bir yol parası yani fazladan...
-Hmm...(Yok canım, gazetecidir bu kesin) Siz nerede çalışıyorsunuz?
-Şu an çalışmıyorum, öğrenciyim.
-Hangi kuruma bağlı olarak gittiniz?
-(Çattık, kurum yok, iş yok, nasıl anlatıcam ki bunu size?) Bir kurumum yok, bağımsızım, öyle kendi kendime gidiyorum işte, bazen de yardım dernekleriyle, siz gitmek isteyin yeter ki, kapılar açılır...

Altı gün içinde en az yüz defa yaşadığım bu diyaloğun devamı, karşı tarafın nitelik ve isteklerine göre "bu yaz Kudüs'teyim"den başlayarak "ben hayatta gidemem, bravo vallahi, helal olsun" alt sınırına kadar bir çeşitlilik gösterdi.


Gelenlerin bazıları içeride saatlerce kalırken, hatta ertesi gün arkadaşlarını toplayıp getirirken, bazıları kapıdan başını içeri sokup sağa sola hızlı birer bakış fırlatarak "Tamam asayiş berkemal" ya da "çoluk çocukmuş, neyse boşver" ortamı hızla terk etti.

Fotoğrafları satın almak isteyenlerden biri red cevabı alınca "Satmayacaksan ne diye sergiliyorsun" şeklinde fırça attı.

Fotoğrafları çekmenin, sergilemenin ve açıklamanın yanı sıra "Beyaz Masa" görevi de görerek yol soranlara, para bozdurmak isteyenlere, tuvaleti kullanmak isteyenlere ve bir önceki sergide aldığı porseleni kırık çıkan vatandaşlarımıza hizmet vermekten gurur duydum.

Show TV'den bir yapımcı bir sonraki projemde bana destek vermek istediğini belirtti, birtakım kuruluşlar sergiyi onların mekanlarında da açmam için teklif getirdiler. Bunlardan en ilginci, tanıştırıldığımızda "bu küçücük çocuk mu çekti bu fotoğrafları" şeklinde yüzüme karşı görüş bildiren sayın milletvekili bir kişinin, sergiyi gezdikten sonra çok etkilenip TBMM'de de açmak için teklifte bulunmasıydı.

Serginin sonunda fotoğrafları toplayarak bir valize koyduk. Bu portatifliğini, fırsat oldukça Türkiye'nin çeşitli yerlerinde (kesinlikle sanat galerilerinde değil) gezici sergi olması için kullanmaya karar verdim.

Herşey toplanıp da duvarlar bomboş kalınca, salonun tüm ruhu gitti. Hepimiz hem çok mutluyduk hem de üzgündük bu geçici güzellik bittiği için.


Eve dönerken anı defterini okudum yol boyunca ve çok duygulandım. Çocukları ve beni birkaç gün öncesine kadar tanımayan bir sürü insan şimdi bize hitaben yazılar yazmıştı sayfalarca. Gece yatağımda uzanırken, çocuklar bavulun içinde yanıbaşımdalardı. Hepimiz çok mutluyduk, binbir türlü insanla tanışmıştık, ortaya yeni düşünceler çıkmıştı, müthiş paylaşımlar yaşanmıştı ve değiş tokuş edilen e-posta adresleriyle birlikte daha güzel işler yapılacaktı...


29 Nisan 2007, İstanbul