11 Mayıs 2008, Eriha
Umutlarımızın tükenmeye çok yaklaştığı anda Filistin’e girebilmeyi başarmıştık. Bizi bekleyenlere teşekkür ettik, İtalyanlar “Otobüste sizsiz ne yapardık”’ diyerek bizim bu ekibin bir parçası olduğumuzu hissettirdiler. Gerçekten o andan itibaren takım ruhunu daha fazla hissetmeye başladım.
Gittiğimiz ilk şehir, Eriha, Filistin’in geneline pek benzemeyen daha sıcak, tropik, palmiyeli, turistik bir şehirdi. Onu turistik yapan en önemli yapısı Mount of Temptation yani Ayartma Dağı’ydı. Hz. İsa peygamber olmadan önce bu dağa çıkıp 40 gün 40 gece oruç tutmuş ve şeytanla imtihan edilmişti. Şimdi onun kaldığı mağara ve etrafı Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı önemli bir manastırdı. Daha önceki gelişimde bize içini gezdirip karpuz ikram eden Papaz Gerosemos’u ziyaret edip Cerenlerle tanıştırmak istedim. Avustralyalı belgeselciler Emma ve Amy’yi de alarak teleferikle yukarı çıktık. Emma ve Ceren teleferikte korkudan ecel terleri döktüler çıkana kadar.
Günlerden Pazar olduğu için manastırın kapalı olduğunu içeri giremeyeceğimizi söylendi. Geçen sefer de böyle olmuştu ama kapıyı yeterince ısrarlı çalınca açmışlardı sonunda. Amy, özellikle babasına anlatmak için görmek istiyordu manastırı.
Kocaman demir kapının önce zilini çaldık birkaç kere, açılmayınca tokmağı vurmaya başladık. Aralıklarla yarım saat boyunca ‘Peder Gerosemos’ diye bağırdık, ama cevap gelmedi. Günbatımını orada izlemekle yetindik. Lut Gölü’nü uzaktan izlerken İsa’nın 1980 sene önce bu dağda bizimle aynı yerde durduğunu düşünmek çok garipti. Kimse konuşmadı, herkes kendi sessizliğinde, kendi içinde yaşadı o anları.
6 ay kadar önce kuzenim de Eriha’ya gelmişti. Şehir içinde gezerken bir imamla tanışmış ve evinde misafir olmuştu. Ortak bir dil konuşamamalarına rağmen kuzenim adamı çok sevmiş ve olur da görebilirsem diye benimle bir hediye yollamıştı. Telefonu ya da adresi yoktu, sadece adını ve imam olduğunu biliyordum. Otele gelince resepsiyondakilere durumu anlattım, tanıyorlarmış, biz buluruz onu, götürürüz sizi dediler.
Bu arada konferans salonunda Filistin’in önemli STK’larından SİRAJ’ın bir sunumu vardı, vali de gelmiş hoş geldiniz konuşması yapıyordu. Şehrin şu anki durumuyla ilgili bilgiler aldık. Durum iç açıcı değildi. Turizm dışında iş alanı yok gibiydi, mülteci sayısı çok fazlaydı, İsrail baskısı çok yoğundu.
Benim en çok merak ettiğim, biz sıradan insanların bu durumun değişmesine nasıl katkıda bulunabileceğiydi. Nasıl gönüllü çalışma programları vardı, kimler gelebilirdi, ne gibi şartlar aranıyordu, ne kadar masrafı vardı? Kısacası buraya gelmeye karar vermek ve İngilizce bilmek işin en önemli kısmıydı. Uçak biletini alıp buraya bir kere geldikten sonra yapılacak çok iş vardı ve çoğu program kalacak yer ve yemek sağlıyordu. Bu şekilde gönüllü çalışanlardan biri de Stephen’dı, Los Angeles’tan Filistin’e geleli henüz birkaç hafta olmuştu.
Gönüllülerin koordinasyonu, seminerlerin, fuarların organizasyonu gibi işlerde çalışıyordu ve birkaç hafta içinde birkaç yıl anlatmaya yetecek kadar anı biriktirmişti. Yemek sırasında uzun uzun konuştuk, başına gelen ilginç olaylardan, ‘Batı’nın Filistin’e bakışına, Filistinli fırsatçılara, İsrailli ikiyüzlülere, enine boyuna konuştuk. Bazen bir sonuca varmak ya da durumu değiştirmek imkansız görünebilirdi ama insan bu tür konuşmalar sayesinde sonraki yolunu çizmede çok iyi dersler çıkarabiliyordu.
Saat geceyarısına yaklaşırken bir görevli yanıma gelip yukarıda bir ziyaretçim olduğunu söyledi. Bir an İsrailliler’in dönüp “bir yanlışlık olmuş, Ürdün’e yallah” diyeceklerini düşünmedim değil. Beni kim ziyarete gelebilirdi ki burada?
Lobiye çıktım ve resepsiyondakiler pembe gömleğiyle tebessüm ederek koltukta bekleyen imamı gösterdiler bana. Yanına gidip hoş geldiniz dediğimde şaşkındım. Muhtemelen konuştuğum kişiler ona haber vermişler, Türkiye’den arkadaşının kuzeni geldi diye, o da atlamış gelmiş. Hem de elinde yeğenim Mary ve benim için birer hediyeyle! Adamcağız hiç İngilizce bilmiyordu, nedense akıl edip bir tercüman da bulamadım o an. Doğru dürüst konuşamadık. Sadece hediyeleri verdik birbirimize ama ikimiz de çok mutluyduk. Ben onun saflığına, iyiliğine, üşenmeyip hediye alıp buraya gelmesine inanamıyordum, o da Türkiye’den arkadaşının ona hediye göndermesine. 10 dakika süren görüşme sonunda “yine gelecek misiniz beni ziyarete?” dedi, “sen de gel, kuzenin de gelsin”. O kadar samimi söylüyordu ki bunu sanki eskiden çok iyi arkadaştık ve uzun zaman görüşemedik de yeniden bir araya gelmişiz gibi seviniyordu. Daha önce de benzer durumlar olmuştu. Seni seven, aileni merak ediyor, otomatikman onları da seviyorlardı.
Bu arada artık sızlayan ayaklara, uykusuzluktan çökmüş gözlere ve yorgunluğa aldırış etmiyorduk. Sadece uykuya dalmadan önce ölecekmiş gibi bitmiş hissediyordum kendimi. Allahtan yorgunluk yüzünden bu hissediş, yastığa kafayı koyuşla uykuya dalış arasındaki süre en fazla 5 dakika sürüyordu.
12 Mayıs 2008, Ramallah
Sabah erkenden kalkıp Eriha’dan Ramallah’a doğru yola çıktık. Programımızda Kudüs yoktu ama buraya kadar gelmişken ve bir daha gelip gelemeyecekleri meçhulken Ceren ve Pınar mutlaka Kudüs’ü görmeliydi. Ramallah’a yaklaşırken Kudüs’ün etrafını çevreleyen Utanç Duvarı’nı gördük. Üzerindeki protesto yazıları günden güne artıyordu. En ilginci CTRL+ALT+DEL işaretiydi benim için.
Eriha- Ramallah- Kudüs çemberinde tabelalar bir İsrail bir Filistin oluyordu, sadece 2 kilometrede bir sınır değişiyordu resmen. Herkes hayretler içinde durumu anlamaya çalışıyor, ben daha önce geldiğim için benden medet umuyordu. Duvardan Ramallah’a döndükten hemen sonra 5 kişi gruptan ayrıldık. Bir taksi dolmuşa binip Duvar’a gittik. Ramallah, Batı Şeria’nın bir parçasıydı ve Kudüs’ten yalnızca 16 kilometre uzaktaydı. Ancak Ramallahlılar ve Kudüslüler tamamen ayrı iki kimliğe sahiplerdi. Kudüslüler Ramallah’a geçebiliyor fakat Ramallahlılar kesinlikle Kudüs’e gidemiyorlardı.
Duvara vardığımızda uzunca bir kuyrukla karşılaştık. Yüzlerce insan yanı başlarındaki kendi şehirlerine girebilmek için saatlerce kuyruk bekliyorlardı. Önümüzde demir bir kapı, belirsiz zaman aralıklarıyla açılıyor, birkaç kişinin geçmesine izin veriyor, sonra hiçbir işaret vermeden birden kilitleniyordu. Orada beklediğimiz bir saatte, insanların bunu her gün, çalışanların sabah akşam yaşadığını düşününce yine isyan bayrakları yükseldi içimizde.
Sonunda sıra bize geldi, bir kulübe içinde oturan tam zırhlı askerlere pasaportlarımızı gösterip geçtik. Yabancı olduğumuz için sorgulanmadık, bazı Filistinliler bir de uzun uzun sorgulanıyorlardı burada. Duvarı geçince tekrar bir minibüse binip eski şehre gittik. Şam kapısına doğru yürürken sanki dünyanın merkezine yürüyormuş gibi hissettim. Bu şehrin başka hiçbir yerde olmayan o atmosferi sanki ilk defa görüyormuş gibi heyecanlandırdı beni.
Vaktimiz çok kısıtlıydı, önce Mescid-i Aksa’ya gittik. Üzerimizi değiştirmeye vakit bulamadığımız için, bisiklet kıyafetlerimizle kapıya vardık. Kapıda işler değişmemişti; yine önce bir Dürzi görevli din/iman kontrolü yapıyordu, ben Ayet-el Kürsi’yi okuyunca diğerlerine bir şey sormadan hepimizin ikinci kontrol noktasına geçişine izin verdi. Böylece aslında Müslüman olmadığı için içeri giriş izni olmayan Amy de arada kaynamış oldu.
İkinci kontroldeki Müslüman görevli yarım yamalak örtülmüş saçlarımızı ve yarısı açıkta kalan kollarımızı görünce mırın kırın etti, “sadece bahçeyi gezin, caminin içine böyle girmeyin” dedi. Diğer camilerde olduğu gibi burada ödünç verilen yedek kıyafetler yoktu.
İçeri girip biraz ilerledikten sonra başka bir görevli gelip “buraya böyle giremezsiniz, hemen dışarı çıkın” diye bağırarak yanımıza geldi. Elindeki telsizle giriştekilere bizi içeri aldıkları için fırça atarken bir yandan da bizi kovuyordu. Ben de buraya gelmek için çok uğraştığımızı zaten hemen gideceğimizi, başlarımızın örtülü olduğunu açıklamaya çalıştım ama onun kafasındaki Müslüman kadın formatına uymadığımız için kabalıkta sınır tanımıyordu, dinlemedi bile!
Kapıdaki görevliye o zaman bize kıyafet vermesini söyledim, satıcı bir arkadaşını çağırıp, acaip çarşaf türevi kıyafetlere 20’şer dolar para istedi, iyice sinirlenip ben de onlara sövmeye başladım. Bu sırada caminin hemen yanında oturan bir kadın imdadımıza yetişti. Bizi evine çıkardı, hepimizi bir güzel giydirdi, örttü ve gönderdi. İçeri tekrar girdiğimizde tansiyon düşmüştü. Kubbet’ül Sahra’nın muhteşem görüntüsüne bakakaldık uzun süre.
Sonra Mescid-i Aksa’nın içine girdik. Herkes bir tarafa dağıldı, etrafa baktı, dua etti. Burası öyle huzurlu bir mekandı ki insan bütün planlarını boşverip saatlerce oturabilirdi.
Çıkışta kıyafetleri sahibine geri verip, caminin hemen arkasındaki Ağlama Duvarı’na gittik. Burada da X-Raylerle bezenmiş güvenlik kontrollerinden geçtik mecburen. Haremlik selamlık olan duvarın kadınlar tarafında durduk bir süre, ileri geri sallanarak yüksek sesle dua okuyanları izledik. Duvarın hemen arkasındaki Mescid-i Aksa, üzerindeki beyaz güvercinler, bir yanda Yahudiler, bir yanda Müslümanlar, birbirine teğet geçen ama değmeyen hayatlar, hepsini bir arada düşünürken epey vakit geçti. Hiçbirimiz birbirimizle konuşmadan kendi kendimize algılamaya çalıştık olan biteni.
Ağlama Duvarı’ndan sonra, eski şehrin muazzam güzellikteki ve eskilikteki taş sokaklarında yürüdük biraz. Sonra da Hz. İsa’nın mezarının olduğu iddia edilen iki mekandan birine, Holy Sepulcher Kilisesi’ne gittik. Ziyarete kapanmasına birkaç dakika kaldığı için hızlıca gezip çıktık. Bazı insanlar mezar taşına sarılıp ağlarken, bazıları dizlerinin üzerine çökmüş öpüyordu mezar taşını.
Nasıl olmuş da üç önemli dinin de merkezi tek bir şehir olmuştu? Kutsal mekanları neden bu kadar iç içeydi? Acaba farklı merkezler olsa burada hala bu kadar çatışma olur muydu? Filistin’in ve Kudüs’ün merkez seçilmesinin sebebi neydi? Bu şehrin başından geçen her detayı öğrenmek istiyordum. Ama çoğu zaman bu sorularıma net yanıt alamıyordum.
Hava kararmıştı, artık Ramallah’a dönmemiz gerekiyordu. Bir şeyler atıştırdıktan sonra bir taksi durağına gittik. Taksiciyle pazarlık yapıp anlaştık ve yola çıktık. Taksinin üzerinde bir taksi işaretinin olmamasından işkillenmiş olsam da ses etmedim. Kudüs’ün hemen çıkışında İsrailli askerler arabayı durdurdu. 25 yaşlarındaki şoför bize bir şey sorarlarsa arkadaş olduğumuzu söylememizi tembihledi telaşla. Asker, tüfeğiyle arabaya doğru yaklaşırken ona kızıp “ne, nasıl, sen korsan mısın” diyecek vakit yoktu. Asker fenerini arabanın içine tutunca arkada sıkış tepiş oturan 4 kız, önde onlarla aynı ülkeden olmadığı belli olan bir başka kız, bir de Filistinli şoför gördü. Pasaportlarımızı istedi ve şoförü dışarı çıkardı. Ne olacağını, bize bir şey sorulduğunda ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Çocuğun istediği gibi arkadaşı olduğunu söylesek başımıza iş açılır mıydı? Ya da gerçeği anlatsak çocuğun başına ne işler gelirdi? Sadece bize herhangi bir soru sorulmamasını diledik o an.
Asker geri geldi, pasaportlarımıza bakmaya devam ederken nereye gittiğimizi sordu. Amy büyük bir soğukkanlılıkla Ramallah’taki otelimize gittiğimizi söyledi. Ramallah turistik bir şehir olmadığından ve orada kalan yabancıların illaki Filistinlilerle bir işi olduğu için orada bulunduğundan ben bu cevabı veremezdim, peşinden daha çok soru gelecekti. Fakat Amy bu detayları bilmediğinden öyle soğukkanlı cevap verdi ki, asker ayrıntıya girmedi ve “bu adam sizin arkadaşınız mı” diye sormakla yetindi. (Kapalı uçlu zorular her zaman soruyu soran kişinin lehinedir ve cevap veren kişinin işini kolaylaştırır.) “Evet” dedik, halbuki bu adamı nereden tanıyorsunuz deseydi muhtemelen vereceğimiz cevap daha fazla soruyu ve sorunu beraberinde getirecekti. “Devam edin” dedi ve pasaportlarımızı geri verdi. Ucuz atlattığımız için öyle sevinmiştik ki şoföre kızamadık bile. Sadece askere ne söylediğini sorduk. Babasının arkadaşı olduğumuzu söylemiş. Biz babasının nereden arkadaşıyız, babasının adı ne, onun adı ne, böyle saçma açıklama olur mu?
Kazasız belasız otele vardığımızda saat akşam 10’du ve konferans salonunda yine İsrailliler’in katılmamasıyla ilgili hararetli bir tartışma vardı. Zaman kaybı olarak gördüğüm tartışmaya gruptan birkaç saat ayrılmış olmanın verdiği vicdan azabıyla katıldım. Bu sırada kendisini Filistin’e gitme konusunda gaza getirdiğim, Nablus’a önce birkaç haftalığına giden sonra 7 ay kalan arkadaşım Khushbu aradı. Ramallah’taydı ve beni görmek istiyordu. Otele geldi, yarım saat kadar konuşabildik, yakında London School of Economics’te mastera başlayacağı için buradan ayrılacaktı ve çok üzülüyordu. Hayatının en ilginç en güzel günlerini burada geçirdiğini söylüyordu. Sayılı dakika çabuk geçti, sabah erken kalkmamız gerekiyordu. Sırasıyla Ankara, İstanbul, Ahmedabad ve Delhi’nin ardından bu kez de Ramallah’ta görüşmüştük, bir dahaki buluşmamızın nerede olacağını bilemeden, yeterince konuşamadan hüzünlenerek ayrıldık birbirimizden…
13 Mayıs 2008, Nablus
Artık sonra yaklaşıyoruz. Zaman her ne kadar dolu dolu geçse de yine çabuk geçiyor, yine de doyulmuyor. Sabah –yine erkenden- Batı Şeria’da direnişin en yoğun olduğu şehirlerden Nablus’a doğru otobüsle yola çıktık. Bize rehberlik eden Filistinli öğrenciler, İsrail’in günlük hayatlarını ne kadar zorlaştırdığından, şehirler arası geçişlere (Kudüs hariç) hakları olduğu halde İsrail’in bunu engellediğinden, maddi sıkıntılardan, toprağın ekilememesinden, kontrol noktalarında yaşadıkları aşağılanmalardan bahsettiler.
Bu sırada yol boyunca sağlı sollu devam eden, her 10 metrede bir dikilmiş İsrail bayrakları çekti dikkatimi. İsrail 15 Mayıs’ta kuruluşunun 60. yılını kutluyordu. Ve bu kutlamayı bağımsızlıklarını ellerinden alarak baskı kurmaya devam ettiği Filistin topraklarında yapmaktan çekinmiyordu. Bu tarih İsrail için bağımsızlık anlamına gelirken, Filistin için esaretin başlangıç tarihiydi, Nakba’ydı. Ne zaman biteceği bilinmeyen, uzun yıllar sürecek sıkıntılı yılların miladıydı. Bir milletin düğün günü, diğerinin cenazesiydi. Elbette İsrail’in kendi tarafında kutlama yapmasına bir şey denemezdi, fakat Filistin topraklarında gözüne soka soka İsrail bayrağını dalgalandırmanın nefreti arttırmaktan ve potansiyel saldırıları tetiklemekten başka nasıl bir sonucu olabilirdi?
Ramallah- Nablus arası hem kalıcı hem de geçici birçok kontrol noktasıyla dolu olduğundan, seyahatin uzun süreceğini düşünüyorduk. (Geçici kontrol noktası: İsrail tank ve ciplerinin birden ortaya çıkıp yolu kesmesi ve kontrole başlaması, yüzlercesi mevcut) Fakat bazı günler yabancılar üzerinde olumsuz etki bırakmamayı tercih eden askerler, en büyük kontrol noktası olan Hawara’ya kadar bizi durdurmadılar. Hawara’ya geldiğimizde de durum sakin görünüyordu. Biz her ne kadar özel muameleye tabi olsak da, Filistinlilerin sebepsiz yere saatlerce kuyrukta beklediğini açıkça görebiliyorduk.
Yolun kalan kısmını şehir içinden de geçerek bisikletle gittik. Basının ve insanların yoğun ilgisi vardı. Bir ara yine medya kamyonetine geçip, kendime zar zor bir yer ayarlayıp çekim yaptım. Bu sırada gazetecilerden biri şöyle dedi: “Bu organizasyonun adı neydi, Push the Women mı?” Adam şaka mı yapıyor diye baktım ama ciddiydi, “Follow the Women, follow!” dedim. Basın ilgi gösteriyordu göstermesine ama kim olduğumuz, ne olduğumuzla ilgili bir fikri yoktu.
Yine uzunca bir yokuşun ardından son durağımız olan An Najah Üniversitesi’ne ulaştık. Filistin’in en kapsamlı, imkanları en geniş okulu olan üniversitede, önceden tanıştığım ve filistinfilistin.com sitesi aracılığıyla Türkiye’den gönüllü çalışma programlarına yönlendirdiğim kişiler sebebiyle irtibatımın devam ettiği insanları gördüm. Halkla İlişkiler Müdürü Ala, hep Türkiye’den katılımın az olmasına üzüldüğünü söylerdi. Bu kez bizi topluca bir arada görünce çok mutlu oldu.
Konferans salonunda çok iyi hazırlanmış bir Nablus tarihçesi ve bilgilendirici konuşmalar dinledik. Sonrasında grubumuzdan Ela, İtalyan ekibinden Lisa ile birlikte Pippa Bacca anısına getirdiğimiz gelinliği üniversiteye hediye etti. Döndükten sonra Bacca’nın annesinin bu hareketten çok etkilendiğini ve Türkiye’ye gelip bizimle tanışmak istediğini öğrenecektik.
Öğle yemeğini öğrencilerle birlikte okul kantininde yedik. Diğer Ortadoğu ülkelerinin aksine burada sponsorlar yoktu, bu yüzden de herkesle birlikte yiyip içiyorduk. Böylece çok daha fazla insanla tanışıp sohbet etme şansımız oldu.
Öğrencilerin çoğu üniversiteyi bitirdikten sonra Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi ülkelere gidip çok iyi şartlarda çalışabiliyordu. Konuştuğumuz herkesin İngilizcesi çok iyiydi. Benim Türkiye’de adını bile duymadığım Ihlamurlar Altında ve Gümüş isimli diziler burada son derece popülerdi. Müzikleri cep telefonlarında çalıyor, esnaf gündüz işi gücü bırakıp çarşıda bu dizileri izliyordu. Türkiye’den olduğumuzu söyler söylemez bu dizileri soruyordu herkes.
Öğleden sonra bisikletle şehir merkezine gittik ve ertesi gün döneceğimiz için bisikletlerimizle vedalaştık. Aslında program bir gün daha Cenin’de devam ediyordu fakat bizim uçuşlarımız bu şekilde olduğundan dönüyorduk. Bisikletimle vedalaşırken gerçekten duygulandım. Artık bir parçam gibiydi, aynaları ve kornasıyla zor anlarımda yanımda olmuştu, kendisine son bir kez sarılıp gitmesine izin verdim. Aynaları ve kornayı da benden bir hatıra olarak bıraktım.
Nablus eski şehir içindeki turumuz benim için sıkıcıydı. Grup halinde gezmek gidilen yerdeki insanlar için çok rahatsız edici olabiliyor. Kendim gidip istediğim yerde istediğim kadar vakit geçirebilmeyi tercih ederdim.
Bir ara bir kasapla konuşacak oldum, nereli olduğumu sordu, Türkiye deyince “Osmanlı bu Yahudilerden bin beterdi” diye sövmeye başladı. Daha sonra sorduğum öğrenciler de öğrendikleri tarih itibariyle Osmanlı’yla ilgili hoş anılar anlatmadılar. Okul müfredatının ne kadarı İsrail kontrolünde, Osmanlı gerçekten İsrail’den daha zalim miydi, bilemiyorum. Gerçi varsın öyle olmamış olsun, önemli olan gerçekte ne olduğu mu, insanların ne hatırladığı mı? Herkes hafızasını kendi deneyimi üzerinden kuruyor…
Şehir turumuza devam ederken Pınar durup, esnafın bize kötü bakışlar attığını söyledi. Ben de biz de olsak şehrimize birden yüzlerce kadın gelse ve alışık olmadığımız türde giyinen kadınlar olsa bakacağımızı söyledim. Tam o sırada arkadan gelen bir polis arabası Pınar’ın ayağının üzerinden geçti. Geçmeden önce de ne olduğunu anlayamayıp bir süre orada durdu. Talihsizce Pınar ikinci kazasını geçiriyordu, panikle ayağını ezen polis arabasına binip süratle hastaneye doğru yol almaya başladık. Allahtan ayağında bilekli ayakkabı vardı, yoksa kesin kırılırdı, tam bileğin üzerinden geçmişti. Canı yanıyordu ama çok kötü değildi. Polis ne yapacağını bilmez halde bir yerlere telefon ediyordu. Bir an önce buz koymamız gerektiğini söyledik ama İngilizce bilmediği için buzun ne olduğunu bir türlü anlatamadık. Bu sırada o kadar hızlı kullanıyordu ki arabayı, ikinci bir kaza geçirebilirdik. Sonunda hastaneye geldik. Ortalık dökülüyordu, içeride ağır, basık bir hava vardı. Acil odasına girdik, doktor geldi, muayene etti, önemli bir şey olmadığını ama her ihtimale karşı film çekilmesini istedi. Camları çatlak, cihazları eski binada, fazla beklemeden filmi çektirdik. Yürümemesi gerektiği için Pınar’ı tekerlekli sandalyeye koymuşlardı, polis de yardım etmeye çalışıyordu. Durum bir an çok trajikomik geldi, Pınar’ın ikinci kez kaza geçirmesine mi şaşırayım, polisin şehre gelen bir yabancıyı inciterek başına iş açılmasından korkmasına mı bilemedim. Polise önemli bir durum yok, haydi bir çikolata al da barışalım dedik. Hemen koşup bakkaldan bir sürü çikolatayla geri geldi, yüzünde güller açıyordu, ucuz atlattığımız için o da biz de çok mutluyduk. Tekrar tekrar özür dileyerek bizi üniversiteye geri götürdü.
Mülteci kamplarından çocukların hazırladığı folklör gösterilerinin ardından geceyi geçireceğimiz eski bir hapishaneye gittik. Artık misafirhane olarak kullanılan binada bir bürokrat karşıladı bizi. Yakın zamanda Gazze saldırısında ölenler için mum yakıp birkaç dakika sessizce bekledik.
Üniversiteden hapishaneye giderken yolda tanıştığımız Hijazi’nin hayat hikayesini dinledik bütün gece. Hiç sebepsiz kendisine hiçbir açıklama yapılmadan bir gece evinden alınıp hapse atılışını ve yıllarca kalışını, üstlenmesi teklif edilen suçlar karşılığında alacağı ceza indirimini kabul etmeyerek yıllarca direnişini, ailesinden yok yere kaybettiklerini… Saatlerce o anlattı, biz dinledik, onun gözleri doldu, bizim sesimiz titredi, o korkularına geri döndü, biz ürperdik.
Ama onu öldürmeyen güçlendirmişti, şimdi uluslar arası kuruluşlar için çalışan başarılı bir rehberdi ve görece rahat bir hayatı vardı. Halimize şükretmekle onun haline üzülmek arasında, saat gece yarısını geçerken uykuya daldık.
14 Mayıs 2008, Amman
Daha önce Filistinli mahkumların kaldığını bildiğimiz koğuşlarda uyumak çok tuhaftı. Kim bilir neler yaşanmıştı bu odalarda. Uyandığımda gidecek olmanın bir de programdan erken ayrılıyor olmanın üzüntüsüyle çok keyifsizdim. Kimseyle konuşmak istemedim, vedalaşmak istemedim, yemek istemedim, çay içeyim derken hepsini elime döktüm, daha da moralim bozuldu. Sonunda birkaç kişiyle vedalaştım hiç istemeden. Detta’ya sarılırken yine kendimi tutamayıp başladım ağlamaya. Ayrılmak zordu, normal hayata dönmek sıkıcıydı, bilip de gitmek zorunda olmak vicdan azabıydı, yapacak bir şey yoktu.
Kiraladığımız minibüsle önce Kudüs’e uğradık. Ceren’le Pınar’ı Ermeni fotoğrafçı Varousch Amca ve Süryani cemaatinin lideri terzi Sami Bey’le tanıştırdım. İkisi de bizi gördüklerine çok memnun oldular ama az kaldığımız için kızdılar. Biletlerini sonradan değiştirdiğimiz için bizim uçakta yer yoktu, Tel Aviv’den döneceklerdi. Onların uçağı gece 5.50 de bizimkiyse 03.30’daydı. Allenby köprüsü öğleden sonra 4’te kapandığı için ve sorun çıkarsa sınırda mahsur kalmamak için erken gittik. Sınır bomboştu, görevliler hiç soru sormadan çıkış işlemlerimizi yaptılar. Bu o kadar rahatlatıcıydı ki hiç hesapta olmayan 35 dolar çıkış fonunu ödemek zorunda kalmamız bile dokunmadı.
Bundan sonra sırayla Ürdün sınırını geçtik ve bavullarla hareket yetimiz epey kısıtlandığından, birkaç taksi tutup havaalanına gittik. Daha önce içinde vakit geçirmeme gerek kalmadığı için pek dikkat etmediğim Amman havaalanı son derece küçüktü ve bir cafe dışında yemek yiyecek bir yeri bile yoktu. Restoranlara ancak pasaporttan çıktıktan sonra gidiliyordu ve uçuşa iki saat kalmadan pasaporttan geçilemiyordu. Saatin 4.30 olduğunu hesaba katınca, daha bu minik havaalanında geçirecek 11 saatimiz vardı.
Yorgundum, bitkindim, bir üçlü koltuğa kıvrılıp uyumak istedim ama görevliler kaldırdı. Gidip “yetkili” bir yerlere durumu anlatmaya çalıştım ama yapacak bir şey olmadığını söylediler. Sağolsun Ceren (Kuşçuoğlu) bana uyku tulumunu verdi, ben de kuzenimin İran’dan getirdiği süper etkili uyku haplarından içtim ve ortalığa serdiğim uyku tulumunda deliksiz 7 saatlik bir uyku çektim.
Uyandığımda bizim ekip sohbete devam ediyordu, artık hepsi yorgunluktan bitmiş durumdaydı. Biraz daha bekledikten sonra zamanımızı doldurarak üst kata geçmeye hak kazandık ve bir şeyler yiyebildik. Yorgun ve zorlu bir yolculuğun ardından sabah 05.30’da İstanbul’a vardık. Herkesle vedalaştıktan sonra beni almaya gelen kuzenimle kahvaltı ettik ve sonra havaalanına dönüp 7’de gelecek olan Pınar ve Ceren’i aldık. Onların dönüşü Tel Aviv’deki uzun sorgulamalarla daha yorucu geçmiş olsa da biraz kazalı ama belasız, sağ salim, bol anı ve fikirle memlekete dönmüş olduk.
Bu maceranın sonu…
Fotoğraflar:
Filistin 1
Filistin 2
Filistin 3
No comments:
Post a Comment