Saturday, August 09, 2008

Bisikletle Ortadoğu-3: Ürdün

9 Mayıs 2008, Amman

Lübnan’daki çatışmalardan dolayı sınırlar kapatıldığından, birçok insanın dönüşü tehlikeye girdi. Bizim gidiş biletimiz Beyrut, dönüş Amman üzerinden olduğu için sorun yok ama çoğu insan biletini gidiş-dönüş Beyrut’tan aldığı için kara kara ne yapacaklarını düşünüyorlar. Aileler de merakta, herkes telefonla iyi olduğunu haber veriyor. Ekipteki gazetecilerden biri Lübnan’a geri gitti ama sınırdan çevirmişler, AP için çalıştığı halde.

Amman’a vardığımızda saat gece yarısını geçmiş durumda. Minik otelin lobisi tam bir kaos. Türkiye ekibine iki büyük oda verdiler. Yine valizler açıldı, ertesi günün hazırlıklar yapıldı. Çamaşır yıkadık, elektroniklerimizi şarj ettik. Yorgunluğumuzu atlatamasak da yeni güne hazırdık.

Suriye’de evsahibemizin Esma Esad olması gibi, burada da evsahibemiz Kraliçe Rania. Kendisi meşgul olacak ki görüşemedik. Onun yerine Ürdünlü yeni üyeler katıldı ekibe. Bir tanesi yalnızca 12 yaşındaydı.

Amman parkurumuz tamamen şehir içindeydi ve trafik gayet yoğundu. Bu yüzden yolun sağ tarafından bazen ikili bazen tek şerit olarak ilerledik. Ve yarı ilkokul yarı askeri marş tadındaki şarkımızı yine hep bir ağızdan söylemeye başladık: “We are women from all around, we want peace for everyone! I am from here and you’re from there, we want peace for everwhere!” (Mehtap bunu çok güzel kafiyeli Türkçe tercüme etmişti ama hatırlayamıyorum)

Ürdün’ün Follow the Women’dan haberi yoktu, sokaklar boştu, kimse ellerinde bayraklarla bizi beklemiyordu. Ürdün ilginç bir ülke aslında ama bu sokağa pek yansımıyor. Ülkenin %70’ine yakını Filistinlilerden oluşuyor. Bunun dışında ayrıca Filistinli mülteciler ve 2003 Irak savaşının başlangıcından beri kabul edilen Iraklı mülteciler var. Devlet mültecileri destekliyor fakat konu işe gelince mülteciler vatandaşların işlerini elinden alıyor. Daha ucuza ve gayrı resmi çalıştıkları için bazı Ürdünlüler durumdan hiç hoşnut değiller.

Evler çok sade, hepsi aynı renk ve gösterişsiz. Hangisinde bir zengin yaşar hangisinde bir fakir anlamak çok zor. Kadınlar çarşı pazarda görünmüyorlar. Ürdün koordinatörümüz Martha’nın verdiği bilgilere göre kadınlar sosyal hayatın dışında kalmışlar. Bisiklet kullanmaları yasak mesela. Ürdün’ün küçük Amerikalılığı sadece ekonomiye yansımış anlaşılan.

Birkaç tarihi yer gördükten sonra antik tiyatroya gittik. Toparlanıp grupça fotoğraflar çekildik. Filistin’e İsrail kontrolü olmadan girmek imkânsız olduğundan ve İsrail’in Müslüman ülkelerle arası epey naneli olduğundan, Ortadoğu’dan katılanlar seyahatlerinin sonuna yaklaşıyorlardı. Aynı şekilde işlerinden iki hafta değil de bir hafta izin alabilmiş olanlar da ertesi gün ülkelerine döneceklerdi.

Akşamüstü otele döndüğümüzde, lobide bir sergi vardı. Sergiyi gezdikten sonra Ürdünlü öğrencilerin bizler için hazırladığı sunumu izledik. Arkasından konuşmalar yapıldı. Her ne kadar bu aktiviteler bilgilendirici olsa da karşılıklı soru cevap ortamına imkân vermediği için yetersiz kalıyordu. Halimizden memnunduk, ama biraz daha öğrenmek istiyorduk ne olup bittiğini.

Sonunda akşam bir grup toplantısı yapabildik. Neler yaptık, bundan sonra neler yapacağız, eksik kalınan noktalar neler, isteyen herkes mikrofonu eline alıp konuştu. Bence eksik olan gittiğimiz yerlerdeki insanlarla olan iletişimimizin sınırlı kalışıydı, uzun yemekler yerine yerel temsilcilerin katıldığı atölye çalışmaları yaparak zamanımızı daha verimli kullanabilirdik, mülteci kamplarına gittiğimizde bir tercümanımız olmalıydı. Birkaç Amerikalı ise İsraillilerin olmayışından duydukları üzüntüyü dile getirdiler. İşte bu önemli bir noktaydı.

Follow the Women barış yanlısı bir insiyatifti fakat tarafsız olduğunu söylemek zordu. (Ki bence Filistin-İsrail meselesinde tarafsız olmak ya meseleyi bilmemektir ya da sağduyuyu kaybetmiş olmaktır.) Başta Detta Regan olmak üzere işi yürütenler Filistin konusunda yıllardır çalışan adanmış aktivistlerdi. Taktıkları aksesuarlar (bileklik, kolye, tişört) ve zaman zaman yaptıkları konuşmalarla da Filistin yanlısı olduklarını açıkça belli ediyorlardı. İsrail’den kadınların bu projeye katılması onları rahatsız etmezdi fakat ortada ciddi bir uluslar arası kriz vardı: Lübnan ve Suriye, İsrail vatandaşlarının ülkelerine girmelerini kabul etmiyordu. Aynı şekilde İsrail de onları kabul etmiyordu. Detta uzun zaman İsrail’in de bu ve benzer projelerde yer almasına çalışmış ama otoritelerden red cevabı almış, sivil toplum örgütlerinden de beklediği ilgiyi görememişti. Benim için İsrailliler’in bulunup bulunmaması çok önemli bir nokta değildi. Ortada milyonlarca mülteci ve onların problemleri varken, birkaç günlük yalandan sembolik bir Filistin-İsrail yanyanalığı olsa ne olurdu, olmasa kaç yazardı?

Ortalık biraz gerildi, o güne kadar “höy löy löy hepimiz kardeşiz, yaşasın barış ve spor” şeklinde takılan herkes bir anda kartlarını daha açık oynamaya başlamıştı. Konuşacak bir sürü konu varken ve İsraillilerin katılmamasının çok geçerli teknik sebepleri önümüzde dururken insanların neredeyse bütün toplantı zamanımızı buna harcaması benim de mikrofonu elime alıp fikirlerimi yüksek sesle dile getirmeme sebep oldu. Barış yanlısı olmak, taraf tutmamak mı demekti? İsrail ve Filistin’i aynı kefeye koymak mıydı? İşini gücünü ailesini bırakıp kendini riske atarak buraya kadar gelen herkes, biraz daha bilgili ve vicdan sahibi olsa daha az hayal kırıklığı yaşayabilirdim.

Şimdiye kadar tarih boyunca yapılmış tüm Filistin-İsrail tartışmaları gibi bu tartışma da kimse kimseyi ikna edemeden, bir sonuca bağlanamadan kapandı.

Ülkelerimize döndüğümüzde neler yapabiliriz, burası için neler yapabiliriz konulu atölye çalışmalarımızdan sonra odalarımıza çıktık. Biraz can sıkıcı olsa da sonunda suya sabuna dokunur şeyler konuşmuş olmanın rahatlığını hissederek uyudum.

10 Mayıs 2008, Madaba

Bugün 50 kilometreydi sürüş ama çok eğlenceli geçti. Amman'dan ayrılırken orkestra gelip bizi uğurladı.Hz. İsa’nın vaftiz edildiği Madaba şehrine gittik. Küçük ama fazlasıyla turistik bir şehir. Zaten bu bölge “inanç turizmi” denen olgunun en yaygın yaşandığı yer. Çarşısında turlarken 3 yaşlı amcanın dükkanın önündeki masada tavla oynadığını gördüm. İzlemeye başlayınca “biliyor musun” diye sordular “evet” deyince de hemen oturttular. 3’e kadar oynadık, yenildim çünkü oyuna konsantre olamadan sürekli sorular sordum. Bir tanesi İstanbul’a gelip gidiyormuş, halleri vakitleri yerinde geçinip gidiyorlar.

Biraz ileride başka yaşlı 4 amca vardı, bu kadar kadını bir arada görünce onlar da merak ettiler ne olup bittiğini. Onların da ikisi Hıristiyan ikisi müslümandı, biz aynı dinin farklı cemaatleriyiz dediler. Bir bakıma doğru tabii. Sonra Hz. İsa’nın seyahatlerini düşündüm. Öncelikle Filistinli olması çok garip geldi düşününce. Sonra nasıl gitmiş, Beytüllahim’den Nasıra’ya, oradan Eriha’ya, Madaba’ya, Kudüs’e? Deveyle mi yürüyerek mi uçarak mı? Keşke onun yol hikayelerini anlatan bir kitap olsa…

Madaba’dan sonra geceyi geçirmek üzere Lut Gölü’ne (Ölüdeniz) gittik. Bize yolun bir kısmında eşlik eden Polisle ortak tek bir kelime konuşamamamıza rağmen çok eğlendik. Bir kıyısı Ürdün, bir kıyısı Filistin. Dünyanın en tuzlu gölü. Baktım millet hemen eşyalarını bırakmış atmış kendini göle. Hava da kararmak üzere, ben de girdim. İçinde hareket etmek çok zor, yüzmek imkansız çünkü hemen kaldırıyor su. Ellerim kollarım sanki yağlı gibi göründü sudan çıkınca. Bir an yanlışlıkla bir damlacık su kaçtı gözüme, ne yapacağımı şaşırdım, o kadar yandı ki, çizgi filmlerdeki gibi yaşlar fışkırdı resmen gözümden, hiçbirşey yapamadan, dokunamadan geçmesini bekledim çaresiz.

Bu sırada daha önce “gözleri nura karşı hassas” olduğu gerekçesiyle gece gündüz güneş gözlüğüyle gezen Kian girdi göle. Kimse onu uyarmadı mı, İran’da suya mı hasret kaldı artık nedense balıklama gömdü kafayı suyun içine. Ben o anı görmek istemedim “hiiiii” diyebildim sadece. Acılar içinde çıktı, koşarak duşa gitti, gerçekten kör olacağını zannettim, asit gibi yakıyor çünkü. Birkaç dakika sonra döndüğünde iyiydi neyse ki.

Paketi 20 dolara satılan Ölüdeniz çamurları işte burada! Biraz sürdük yüzümüze ve kollarımıza, hakikaten süper yumuşatıyor. Ama o çamurların ne olduğunu ve neden bu kadar şifalı olduğunu düşününce garipsedim: Acaba bunlar Lut Kavmi’nden kalma fosiller miydi?

Çıkınca iki tane dev çadır kurulduğunu gördüm, hepimiz şiltelerin üzerinde bu çadırlarda yatacaktık. Eşyalarımızı çadıra taşıdıktan sonra İranlı arkadaşlarımızla güzel bir akşam yemeği yedik. Biraz tarih, biraz siyaset konuştuk. Orada tesettürlü dolaşmak zorunda oldukları halde, burada saçları açık hatta şortlarla dolaşmayı hiç yadırgamıyorlar. İran’dan geldiklerini bilmeseniz tahmin edemezsiniz. Nedense çoğunun saçı kısacık. Ülkelerindeki rejime sayıp sövmüyorlar da, bir olgunluk var, buraya bir amaç için gelmişler ve ona konsantre olmuş devam ediyorlar yollarına.

Filistin’e devam etmeyecek olanlarla vedalaştık. Duygusal anlar yaşandı. İtalyanlar Faslılara, İspanyollar Suriyelilere sarılıp ağlıyordu. Kalanlar plajda dev bir çadırın altında, ertesi sabah sonunda Filistin’e gidecek olmanın heyecanıyla hep birlikte uyudu.

11 Mayıs 2008, Eriha

Filistin’e giriş yapabilmek için İsrail vizesi almak gerekiyor. Follow the Women’a katılan ekiplerden bizim dışımızda vizeye ihtiyacı olan ülke yok. (ABD, AB, Avustralya, Kanada, Japonya vs.) Arap ülkeleri zaten giremiyor. Biz de gitmeden önce İsrail konsolosluğuna gidip durumu anlattık. Güzelce derdimizi dinlediler, “Neden İsrail’e değil de Filistin’e gidiyorsunuz, İsrail niye projede yok” diye mırın kırın ettiler biraz ama iyi davrandılar. Birkaç gün sonra bize burada vize vermeyeceklerini, Allenby sınır kapısına bilgilerimizi göndererek geçmemize izin vereceklerini haber verdiler ve pasaport bilgilerimizi fakslamamızı istediler. Gidene kadar uzunca süre faks-email trafiği yaşadık konsoloslukla. Çok titiz davranıp her detayı eksiksiz istedikleri için ve emaillarda “her şey tamam, isimleriniz ve bilgileriniz kapıya gönderildi” şeklinde güven verici ifadeler kullandıkları için, bir sorun çıkacağını düşünmedim. Fakat yine de normal prosedürde vize gerektiği ve teknik olarak bizde vize olmadığı için biraz gergindim.

Sınırın Ürdün tarafında eşyalarımızı otobüse yükleyerek bisikletlerimize bindik. Çıkış damgaları vurulduktan sonra pasaportları aldık ve sınırın açılması için beklemeye başladık. Eksilenlerle birlikte sayımız 150-200 arasıydı. İki ülke arasındaki No Man’s Land’i bisikletle geçecektik. Herkes heyecanlıydı, Filistin’e gitmek için İsrail’den geçmek zorunda olma ironisi stresi arttırıyordu.

İşareti alınca sessizce sürüşe geçtik, Ürdün topraklarından çıkıp kimseye ait olmayan o arada yine şarkımızı söylemeye başladık. Sonra eğer bu noktada başımıza bir şey gelirse sağlık sigortamızın geçerli olup olmayacağı ya da hangi ülkenin sorumlu olacağı konusunda spekülasyonlara girdik. Hava sıcaktı, güneş tam tepemizdeydi. Durmamız ya da fotoğraf çekmemiz yasaktı. Biraz ileride İsrail bayrağı dalgalanmaya başladı. Tuhaf bir ürperti geldi içime. Biliyordum ki bu kez orkestralar karşılamayacaktı bizi. Bir sorun çıkacağını hissettim.

Tabii ki İsrail yüzlerce kadının o gün o saatte geçeceğini önceden biliyordu. Birkaç görevli gelip bisikletlerimizi aldılar ve üzerlerindeki “Beirut by Bike” yazılı çantaları çıkarmamız söylendi. Lübnan’la ilgili herhangi bir işaret İsrail’in ulusal güvenliğini tehdit edebilirdi!

2 sene önce de bu sınırdan geçmiştim ama bu kez farklı bir salondaydık, salon yenilenmiş miydi yoksa VIP’de miydik anlayamadım. Eşyalarımızı X-Ray’den geçirirken pasaportlara ilk kontrol yapıldı ve tüm Türkiye pasaportları ikinci bir inceleme için alıkonuldu. Kenara geçerek beklememiz söylendi.

Teker teker isimlerimiz çağrılarak pasaportlar, ucunda yuvarlak ayna ya da detektör olan bir aletle sayfa sayfa incelendi. Hepsi geri verildi. Yarım saatten fazla süren bu aşama sonrası sıra pasaporttan geçmeye geldi. Tıpkı daha önceki gibi tüm görevliler 25 yaş altı kızlardı. Oturdukları kulübenin içinde sandalyelerinin boyları, karşılarındaki kişiye üstten bakabilecekleri bir yükseklikte ayarlanmıştı.

Sıra bana geldiğinde görevli pasaportumu açtı, daha önce İsrail’e gidip gitmediğimi sordu, iki kere gittiğimi söyledim. Bu pasaportum yeni olduğu için bir işaret göremedi ve direk telefonla bir yeri aradı. Tam bu sırada birden ortalık hareketlendi, tüm görevliler bir anda kulübelerinden çıkıp gittiler. Ortalıkta sahipsiz bir siyah poşet gördükleri için acil durum pozisyonuna geçilmiş. Poşette bir şey olmadığı anlaşılınca tekrar yerlerine döndüler. Yan bankodaki İsveçli kızı da pasaportunda İran vizesi olduğu için beklettiler epey. Sonra ikimize de gidip bir köşede beklememiz söylendi.

Diğer ülkeler sırayla diğer tarafa geçerken Türkiye ekibindeki herkesi bekletiyorlardı. Yanımızda konsolosluktan getirdiğimiz antetli kâğıda yazılmış İbranice yazıyı da verdik. Belki yarım belki bir saat daha geçtikten sonra görevli yanıma gelip, “Üzgünüm vizeniz yok, ülkeye giremezsiniz, Ürdün’e geri dönün” dedi. Bir an başımdan aşağı kaynar sular döküldü ama bozuntuya vermeden “Nasıl olur, işte belgemiz, biz konsolosluk bize ne söylediyse yaptık, isimlerimiz, bilgilerimiz sizde olmalı” diye cevap verdim. O da soğukkanlı bir şekilde “Bize isim falan gelmedi, giremezsiniz” dedi.

Günlerden pazardı, bize güvence veren konsolosluk görevlisine ulaşamazdık. Tel Aviv ve Kudüs’teki Türkiye temsilciliklerini aramaya başladık, sonra Türkiye’de ulaşabildiğimiz her yeri, başbakanlık, dış işleri ve sonra bekledik, yapacak bir şey yoktu.

Bizim dışımızda herkes geçmişti, sadece Detta ve yardımcılarından biri bizimle birlikte bekliyordu. Geçenler de dışarı çıkmamış “Onlar gelmeden biz de gitmiyoruz” diyerek oturmuş bekliyorlardı. Kendi geçemeyişimize mi üzüleyim, karşıdakileri bekletişimize mi, adice bir oyuna alet edilmemize mi bilemedim.

İsimlerimizin ya da bilgilerimizin gitmemiş olması imkânsızdı. Hem çok uzun zaman önce bu işleri halletmiştik hem de konsolosluk görevlisi (kendisinin iyi niyetine hala güvendiğim için pozisyonunu yazmıyorum) bize güvence vermişti. Belli ki İsrail, Follow the Women’dan ya da benzeri organizasyonlardan hazzetmiyordu. Fakat onları ülkeye almamak için bir gerekçesi yoktu. Hiçbir problem çıkarmadan öylece geçip gitmelerine seyirci kalmak da kanına dokunuyordu. Neden bu kadar kadın hem de Amerika’dan Avrupa’dan gelmiş İsrail’i değil de Filistin’i destekliyordu, onu ziyaret ediyordu? Yıllardır yapılan propagandalar, yanlı yayınlar, harcanan onca para hiç mi işe yaramamıştı? Onları geçirmeyip barış yanlısı bir hareketin önünü keserek uluslar arası arenada puan kaybetmek işine gelmezdi ama biraz canlarını sıkabilirdi en azından.

Biraz daha zaman geçti ve görevli tekrar yanıma geldi: “Sizin işiniz üzerinde çalışıyorum, olacak gibi, bekleyin” dedi. Biraz daha bekledik. Detta’ya ve diğerlerine gitmelerini söyledim ama dinlemediler. Herkes yorgun ve bitkindi. Adamın “olacak gibi” sözüne de inanamıyordum artık, bizi 5 saat bekletip “olmadı yaw, tüh” diyebilirdi daha can sıkıcı olmak için. Sonunda görevli kapıya çıktı, beni yanına çağırdı ve “tamam hepiniz geçebilirsiniz” dedi.

O sırada manzara görülmeye değerdi, herkes “hey, yay, oley” diye bağırıyordu, hem bizimkiler hem geçenler çok mutluydu. Geçeceğimiz tarafta herkes karşılıklı ikişer kişi el ele tutuşarak altından geçebileceğimiz bir tünel yaptı ve Türkiye ekibi olarak tam olarak bir sevgi çemberi içinde sınırı geçtik. Dönüp baktığımda bizimkilerin çoğunun ağladığını gördüm. Beklenmedik bir gerginlik ve ardından uzun süre bekleyiş sonunda bir duygu yoğunluğu herhalde normaldi.

Sınırın diğer tarafından bisikletlerimizi alıp Eriha’ya doğru yola çıktık. Yol yine dikti ve hava çok sıcaktı. Eriha dünyanın rakımı en düşük şehri olduğu için (-385 metre) daha da bir sıcaktı. Herkesin kafası karışmaya başladı yine, biraz önce İsrail’e girmedik mi, nasıl Filistin oldu? Sınırlar nasıl değişiyor? Bir yerde İsrailli askerler, bir yerde Filistinli polisler var, hangisi neyi kontrol ediyor?

Sonunda 1,5 senedir gelmediğim ve çok özlediğim, her şeye rağmen dünya güzeli karmakarışık Filistin’ime kavuşmuştum. Seyahatin en heyecanlı kısmı şimdi başlıyordu.


Fotoğraflar:

Ürdün-1

Ürdün-2



No comments: