Thursday, August 07, 2008

Bisikletle Ortadoğu-1: Lübnan

3 Mayıs, 2008, Beyrut

Dün yine heyecanlı bir gündü. Bu kez farklı bir yola çıkış heyecanı. Hem 28 ülkeden 300 kadınla, hem canlarım ciğerlerim Pınar ve Ceren’le, hem de bisikletle yavaş yavaş, yeni diyarlar göre göre Lübnan’ını Suriye’sini Ürdün’ünü tanıya tanıya Filistin’e bir gidiş… Projenin adı Follow the Women (Kadınları izle). Rota Lübnan-Suriye-Ürdün-Filistin, toplam 13 gün sürüyor. 4 yıldır devam eden bu bisiklet turunun amacı başta Filistin olmak üzere Ortadoğu’da yaşananlara dünyanın dikkatini çekmek. Artık medya tarafından neredeyse tamamen tek yönlü hale getirilmiş “Arap”, “Savaş”, “Müslüman”, “Mülteci” gibi pek çok kimliğe ve duruma yakından bir göz atmak. Ve tabii gittiğimiz yerlerdeki insanları ziyaret ederek birkaç saatliğine de olsa memnun etmek.

Aslında tam olarak ne beklediğimi bilerek çıkmadım yola. Özel olarak kendimi heyecanlandırmamaya çalışıyorum sonradan hayal kırıklığına uğramamak için. Böylece her şey daha beklenmedik, daha kabul edilebilir ve eğlenceli oluyor.

Biz gitmeden birkaç hafta önce İtalyan bir sanatçı Türkiye’de saçma sapan bir biçimde vahşice katledilmişti: Pippa Bacca. Onun da yolu bizimkine benziyordu, barış sembolü beyaz gelinliğini giymiş, barış yolundakilerin tecavüze uğramayıp öldürülmeyeceğine inanmış ve düşmüştü yola. O da Filistin’e gidecekti. Ama olmadı… Daha Türkiye’ye henüz girmişti ki, Gebze yakınlarında o insanı çileden çıkaran olay gerçekleşti, Pippa Bacca bir kamyon şoförü tarafından tecavüze uğrayıp öldürülerek, önemli bir yolun daha başında bu dünyadan göçüp gitti.

Onun yarım kalan yolculuğunu sembolik olarak biz tamamlayalım istedik. Neler yapabiliriz diye 20 kişilik Türk ekibi kendi aramızda konuştuk. Sonunda Bahar Korçan bize bir gelinlik hediye etti ve biz de bu gelinliği Filistin’e götürmeye karar verdik.

İşin içine Türkiye’nin onurunu kurtarma, moda, 20 kadın, Filistin, bisikletle Ortadoğu gibi kavramlar girip, garip bir şekilde harmanlanınca medya ilgi göstermeye başladı. Röportajlar yapıldı, manşetler atıldı. Amaç daha çok insanın bu ve benzer projelere katılmasını sağlamak ve bölgeye dikkat çekmek olduğuna göre işler yolundaydı.

Cuma günü evde son hazırlıkları tamamladım. Hiç bu kadar uzun süreli bisiklete binmediğim için yaralanma, kramp gibi olasılıklara karşı ilaçlar, kask, eldiven, tayt, terletmeyen tişörtler, atıştırmalıklar, şarj cihazları, fotoğraf makinesi, temizlik malzemeleri gibi bir sürü araç gereci çantama yerleştirdim. Giyindim. Saate baktım, daha havaalanına gitmek için 4 saat vardı. Zaten hep böyle olurdum gitmeden, o ana kadar tuttuğum heyecan birden çöreklenirdi üzerime, yine öyle oldu. Evin içinde volta atmaya aşladım. Olmadı, biraz köşe yazısı okudum, sıkıldım, önceki yıllardaki Follow the Women fotoğraflarına baktım, daha da heyecanlandım, o sırada Türkay aradı. “Ben götüreyim seni havaalanına” dedi, “süper” dedim “hemen gel”. Geldi, biraz muhabbet, biraz Yeşilköy oyalanmasıyla gittik havaalanına. Ceren ve Pınar’la buluştuk. Daha önce yaptığımız toplantılarda tanıştığımız katılımcı diğer kızlarla hoş beş ettik. Ayşin (sağolsun) sponsorlara özel tişört yaptırmış onları giydik, basın geldi biraz onlara poz verip biraz kendimize şımardık. Derken vakit geldi. Bu sırada bizi yolcu etmek için havaalanına geleceğini söyleyen ama sonradan sesi sedası çıkmayan Ahu, uçağa binmemize 45 dakika kala, biz pasaporttan geçtikten sonra çıkageldi. Pasaporttan çıkış yaptığımız yere gittik, o yaklaşabileceği en yakın noktaya geldi, ben de epey ileri gittim. Polise bir baktım, kızmıyor, geri geçtim 5 adım, sarıldık, vedalaştık. O sırada diğer polis heyecanlanıp fırça attı, paparayı yiyince aynen geri döndüm sınırdışına.

Uçağımız yarım saat rötarlı kalktı, epey de sallandı yolculuk sırasında. Gece saat 2’ye doğru vardık Beyrut’a. Belli ki organizasyonun Lübnan ayağı çok iyi hazırlanmıştı. İner inmez yarı sosyalist yarı sivil polis görünümlü gençten bir çocuk gelip ciddiyetle bizi pasaport kontrole götürdü. Görevliler Commadore 64 kullandığından olacak, işlemler çok uzun sürdü. Zaman, daha varır varmaz yavaşlamaya başladı Ortadoğu’da.

Havaalanının önünde bizi bekleyen otobüse bindik. Bizimle aynı zamanda gelen Danimarkalılar ve İspanyollar da bindi ve yola çıktık. Garip bir şekilde bazı yolların kapandığını, barikat ve birtakım engeller kurulduğunu gördük. Anlam veremedik, kah yol değiştirerek, kah engelleri kaldırarak devam ettik. Otele varmamıza az bir zaman kala muhtemelen havaalanından yeni inen bir ekiple ilgili telefon geldi ve havaalanına geri döndük. Yeni gelenleri de alıp tekrar geri döndük ve gece saat 4’te otele vardık. Ceren ve Pınar’la odamıza yerleştiğimizde çok mutluyduk. Eski, orta derecede temiz ve sevimli odamızda aslında hemen uyumamız gerektiği halde muhabbete daldık. Televizyonu açıp filmlerin amma da bizimkilere benzediğinden bahsettik. Taytlarımızı deneyip birbirimize güldük. Uyuduk uyandık, saat 7:30’du. 8’de otobüslere binmiş olmamız gerektiği için alel acele hazırlanıp kahvaltıya indik. Krem peynir, salatalık ve lavaştan oluşan süper hızlı kahvaltımızı yapıp otel önünde hazır bulunduğumuzda, herkesin bizim kadar dakik olamadığını fark ettik. Beyrut’un şehir merkezindeki otelimizin önündeki caddede beklerken etrafı incelemeye koyuldum. Belki de Hıristiyan nüfusun yüksek olmasından, ilk göze çarpan başörtülü kadınların fazla olmaması. Makyaj, moda kıyafetler, topuklu ayakkabılar gayet yaygın. Starbucks ve diğer coffeshoplar da bol miktarda. Çarşılar pazarlar kalabalık.

Otobüslere yerleştikten sonra ilk durağımız Beirut by Bike oldu. 2 hafta boyunca kullanacağımız bisikletlerimizi seçmek ve geçici olarak üzerimize almak için bol bisikletli bir meydana geldik. Sırayla bisikletler seçildi ve denendi. Hepsi de yepyeni ve çok sağlam görünüyorlardı. Üzerlerine isimlerimizi ve etiketlerinin arkasına bayraklarımızı yapıştırdıktan sonra biraz boş vaktimiz vardı. Gölge bir yer ararken Danimarka ekibinin yanında buldum kendimi. En kalabalık ekiplerden biri ve muhtemelen yaş ortalaması en yüksek ekip. (Filistin 26 kişi, İtalya 21 kişi, Türkiye ve Danimarka 20 kişi) Çoğu 60 yaş üzeri görünüyorlar fakat son derece zindeler aynı zamanda.İki tanesi üşenmemiş şu bisikleti yanlarında getirmiş ve nasıl olacaksa tüm yolu böyle tandem gideceklermiş. Onlarla muhabbet ederken Türk ekibini gözden kaybettim, her an onlarla mı olmam gerekiyor onu da bilmiyordum. En azından ilk gün işler organize olurken ortadan kaybolmamak lazım diyerek arayışa başladım. Bulamayınca da “şehir içindeyiz daha vaktimiz de var, hadi gezelim” diyen Danimarkalılarla şehir turuna çıkıverdim.

Etraf çok sakindi, şehrin bu tarafındaki mağazalar kapalı, caddeler boştu. Hayırdır inşallah diyerek ortalıkta cirit atan askerlere sorduk neden böyle diye. Asker bomboş caddelerde dolaşan yüzlerce kadına şaşırırken soruyu çok da önemsemedi, “küçük bir politik problem var” demekle yetindi. O rahatsa biz de rahatız, devam ettik. Binaların hepsi aynı renk, kum gibi, şehri çevreleyen dağlarla aynı. Yolda bizimkilere rastlayıp grupları birleştirdik ve vaktin yaklaştığını fark ederek bisiklet meydanımıza geri döndük. 28 ülkeden 300 kadın! Renk renk, çeşit çeşit kadınlar. Daha ilk günden bir sürü hatıra fotoğrafı çektirdi insanlar birbirleriyle.

Bu sırada öğle yemeğini de aradan çıkararak sandviçlerimizi yedik, Filistin ekibinin şarkıları eşliğinde. Toparlanıp merkezdeki Sabra Shatila mülteci kampına gittik. Kampın girişinden itibaren insanlar sıraya dizilmişti. Onlara hiçbirşey getirmemiş olsak bile, hiçbirşeyi değiştirecek gücümüz olmasa bile, onlar bizi görmekten memnundu. Bazen sadece fark edilmek bile yetiyor demek ki. Meydanda yapılan resmi bir konuşma sırasında çocuklarla konuşmaya çalıştık, fotoğraf çektik. Çocukların bazıları askeri üniforma giyiyordu. Böyle hızlı geçişler yaşanırken kimseyi bulup da bu çocuklar bunu neden giyiyor diyemiyorsun. İşin garibi giymesini de garipsemiyorsun. Birtakım adamlar birtakım seni ilgilendirmeyen gerekçelerle evini yıkıp, ananı babanı öldürüp seni başka bir ülkede bir kulübede yaşamaya mahkum ettiyse, ne sosyal ne bireysel bir kimliğin yoksa, sana bunu yapanlardan nefret etmeyi nasıl önleyebilirsin? Bir durumu değiştirmeye çalışmadan önce onu o raddeye getiren süreci iyi tahlil etmek gerekiyor. Bunları düşünürken gözler buğulandı ister istemez, ama saklamak gerekiyordu sanki. Fotoğraf çekmenin de sohbet etmenin de manasız göründüğü o an bir köşeye oturup kızmaya başladım. Herkese kızdım; onları bu hale koyanlara, hala öyle yaşamalarına göz yumanlara, bilip de düzeltmeye çalışmayanlara, bilmeye bile gayret sarf etmeyenlere ve bizim gibi gelip de bakınıp geri gidenlere. Belki de o an yaşadığım çaresizlik hissi onların hayat boyu yaşadığının yüzde biri bile etmezdi. Onların ihtiyacı olan empati miydi iş miydi onu da bilemedim. Orada ne yaptığımı da çözemedim. Başımı kaldırdığımda Ceren’i gördüm kamptan çocuklarla, çocuklar ona sorular soruyor, o da cevap veriyordu, çok mutlu görünüyorlardı. Uzun vade bir çözüm üretemiyorsan o anı yaşamayı da zehir etmeyeceksin kendine diyerek gittim ben de yanlarına. Bu çelişkiler ve kızgınlıklar belki de harekete geçip bir şeyler yapmaya başlamanın ateşleyicileriydi. Aynı durumu yaşayan diğer insanları da görünce umutlandım.

Kamptan döndükten sonra otele dönüp akşam için üzerimizi değiştirdik ve UNESCO Kültür Sarayı’na gittik. Sabah eşofmanlarıyla gelen insanlar, akşam son derece şıklardı, abiye giyenler bile vardı, makyajlar profesyoneldi. Salonda ülkenin ileri gelenleri ve organizatörler hoş geldiniz konuşmaları yaptı, mültecilerle ilgili bir fotoğraf sergisi gezdik ve isminden ötürü sığamayacağımızı düşündüğüm “Petite Cafe”ye doğru yola çıktık.

Bizim otobüste İtalyanlar, İranlılar ve Türkler vardı. Başta herkes kendi içinde takılıyordu. İran ve İtalya ekiplerinde ikişer de gazeteci erkek vardı, her yere bizimle geliyorlardı.

Yolda önümüzde ve arkamızda devamlı olarak polis eskortu vardı, ne ışık dinliyordu ne trafik, birinci derece protokol uygulayarak açıyordu yolları. İnsan kendini önemli zannediyor bir yandan şaşırırken.

Petite Cafe müthiş bir restoranmış meğer. Tam deniz kenarında, içi özenle döşenmiş. Geldi mezeler, gitti yemekler. Biraz coşarak biraz frenleyerek yedik hepsinden. Üzerine bir de müzik başladı, yarı clubber yarı oryantal kombinasyonlar nefis olmuş. Bir anda herkes dans etmeye başladı, önce garipsedim, biz eğlenmeye gelmedik ama diyerek. Sonra karşılaşacaklarımızı düşünüp biraz moralin kimseye zararı olmaz diyip ben de attım kendimi ortaya. Epey bir kurtlarımızı döktükten sonra maratonun ilk günü için sıkı bir uyku çekmek üzere yine otele döndük. Bundan sonra bütün seyahat boyunca da eğlence ve üzüntü hep iç içe oldu.

4 Mayıs 2008, Byblos

Sabah otobüsler bizi alıp başlangıç noktası olarak belirlenen Lübnan Dağı'na götürdü. Davullu zurnalı karşılama ekibi biz varır varmaz çalmaya başladı, halk oyunları ekibi de dansa. Çalan şarkı da Erkin Koray’ın "Şaşkın", meğer arakmış ortadoğudan. Çünkü her gittiğimiz yerde çalan geleneksel bir Arap şarkısı görünüşe göre. Bu müzik ve dans gerçekten enerji veriyor insana, coşturuyor. Hemen yanında da güzel güzel pideler hazırlanmış, mis gibi götürdük hepsini. Yerel eşraftan bir önde gelenin konuşmasının ardından ilk sürüş için hazırlanmaya başladık.

Önce güneş kremleri sürüldü, saçlar toplandı, kasklar takıldı, eldivenler giyildi, heyecan doruklara çıktı. Bisikletleri aldık ve sıraya dizildik. Upuzun ve gepgeniş bir konvoy halinde yola çıkmaya hazırdık. Çok heyecanlandıydım. Biraz da korku vardı. Gitmeden önceki bir ay spor yapıp hazırlanmış olsam da, Lübnan’da dağların arasında, bu kalabalık içinde bisiklet sürecek olmak korkuttu bir anda. Ceren’le Pınar da yoktu ortada, kendi kendime “ya zincir atarsa, ya sollarken dalarsa biri” diye korkarken ilk işaret verildi. Yokuş aşağı o ilk başlangıç anı inanılmazdı. Sağlı sollu dağlar, önümde bir kadın cümbüşü elim arka frende temkinli başladım. 40 kilometrelik parkurun çoğunun yokuş olacağı söylenmişti ama 10 dakika sonra virajlar rampalar başladı çat diye. Birini geçtim, diğeri geldi, yokuş çıkmayalı da epey olduğu için zorladı baya. Yol ilerledikçe insanlar arasındaki mesafe de açıldı. Bir noktada zincirim attı, anında ATV’li bir ekip yetişti imdadıma, düzeltti. Sonra başka bir ekip arabası gelip su ister misin diye sordu, organizasyon ve teknik destek müthişti. Birkaç rampa sonra, önümde bisikletlerini yürütmeye başlayanları da görünce ben de yürümeye başladım. Yokuş bitince tekrar bindim, sonra yine epey yokuş aşağı gitti yol, bir köyün içinden geçtim. Bir anda sanki 300 kişi yokmuş da tek başımaymışım gibi hissettim. İnsanlar bana el salladılar, ben onlara, garip bir mutluluk hali… Sonra yokuşlar yine arttı ve ilk mola yerimize vardık. Bol su ve atıştırmalıklar eşliğinde bizimkileri buldum. Herkes benzer şeyleri tek başına yaşamış, herkes coşkuyla anlatıyor gördüğü teyzeleri, zorlayan bayırları.


Moladan sonra biraz canlanmış olarak devam ettik. Yol trafiğe kapalı değil ama çok az araç geçiyor, tehlikeli olan bizim ekipten birilerinin sollarken diğeriyle kaldığı pozisyon. Onun için ya en önde ya en arkada olmak en iyisi, ortalar çok kalabalık.

Bitiş noktamız olan Chaffot’a vardığımızda kadınlar bizi bekliyordu. Şehrin STK’cıları, kermesçileri ya da ev hanımları kim varsa bize yemekler hazırlamışlar, bir de karşılama komitesi gibi sıraya dizilmişler, tek tek elimizi sıkıp gülümsediler “hoş geldiniz” derken. İç pilavlar mı istersiniz, humuslar mı, çeşit çeşit salatalar mı, her şey vardı. Almak için beklemek zorunda olduğumuz kuyruğu saymazsak her şey kusursuzdu. Açık havada diğer ekiplerden insanlarla sosyalleşmeye başlayarak yedik yemeklerimizi. Ayrılırken çok teşekkür ettik bizi ağırlayan ev sahibelerimize ama İngilizce bilmediklerinden (ya da biz Arapça bilmediğimizden) çok sınırlı kaldı iletişim. Yine de iki taraf da çok mutluydu. İki tarafın da kadın olması ve ortadoğuda kadın kadına bütün bu işleri birlikte yürütmelerin(miz)den ayrıca gurur duydum.

Otele döndüğümüzde akşam yemeğine gidene kadar 2 saat boş vaktimiz vardı. Ceren ve Pınar’la dışarı çıktık. Onlar alışveriş yaptılar, ben internete gidip travelpod.a günlük yazımı yazdım. Buluşup geri dönerken güzel gözlü bir dilenci kız yaklaştı yanımıza Türkçe konuşarak. “Yok artık” deyip hikayesini sorduk. Gaziantepliymiş, babası orada işsiz kalınca buraya gelmişler. Burda da işsiz olacak ki küçücük kız dilencilik yapıyor.

Akşam –henüz hiç acıkmadığımız halde- yemek için Byblos şehrine doğru yola çıktık. En az 70 kilometre yol gittik, herkes çok yorgundu, homurdanmalar başladı. Ama vardığımız yeri görünce herkes bir anda gevşedi. Deniz kenarında, yeşillikler içinde cennet gibi bir resort! Aslında ne gerek var bu kadar ihtişama ama sanırım işler şöyle yürüyor: Lübnan organizasyon ekibi sponsor ararken zenginlere, önde gelenlere projeyi götürüyor, böyle otellerin, restoranların sahipleri de “gelin bir akşam da biz misafir edelim sizi” diyorlar. Yoksa kimsenin cebinden para çıkmıyor.

Buradaki yemekler hepsinden daha olağanüstü. Hazırlanan açık büfede envai çeşit yemek, salata, meze ve tatlı var. Pınar’la henüz dokunulmamış yemekleri incelerken iki şef geliyor yanımıza ve sohbete başlıyoruz. “Lübnan ne zaman Suriye’den ayrıldı?” diye soruyorum genç olana. “Yok öyle bir şey” diyor. “Nasıl yok canım, var ya” diyorum, “karıştırma” diyor bu defa. Tarihle ya da siyasetle ilgili konuşmaktan çekiniyor hep insanlar. Şeflerden biri Hıristiyan, biri Müslümanmış ve bu onlar için mevzubahis bir konu değil. Arkadaşlığı, işe girmeyi, sosyoekonomik durumu etkilemeyen bir durum. Yalnızca evliliklerde sorun olabiliyor, iki aile de zenginse bu da sorun edilmiyor. Hıristiyanların dili de Arapça olduğu için devamlı “inşallah, maşallah, selamünaleyküm” var dillerinde. Zihinlerimizde Müslümanlıkla Araplık o kadar iç içe geçmiş ki, hala yadırgıyorum Arapça konuşmalarını. Halbuki dünyadaki Müslümanların yalnızca %10’u Arap!

Yemek sırasında yine konuşmalar yapılıyor, bir kısmı Arapça olduğundan anlayamıyorum, bir kısmında da yeni&ilginç bir şey söylenmiyor zaten: “Barış istiyoruz, kadınlar bizim için çok önemlidir, iyi ki geldiniz” Sadece bu insiyatifi başlatan, yıllardır barış projelerinde çalışan ve Filistin için uğraşan Detta Regan konuştuğunda heyecanlanıyorum. 60 yaşında bir İngiliz ve yorulmadan aynı heyecanla, aynı samimiyetle ve tamamen mütevazı bir şekilde devam ediyor çalışmalarına. “Barışa inanmaktan vazgeçmeyin” derken gözlerinin içi parlıyor.

5 Mayıs 2008, Bekaa Vadisi

Hala Lübnan’dayız ama şehirlerin adını unutuyorum, her şey çok çabuk oluyor, çok çabuk değişiyor. Bugün yine önce otobüsle bir yere gittik, orada bir tören oldu sonra sürüşe geçtik. Uzun bir süre hafif rampalı ama düzdü yol. Mis gibi bahar havası, karşıdan gelen rüzgar ve yolun kenarlarında koyunlar, çocuklar, bazen evler, her şey film şeridi gibi akıyor sanki… Sürekli uyarılar yapılıyor, işaret vermeden (soldan geçiyorum şeklinde seslenme) sollamayın, ön frenleri sıkmayın, iki elinizi bırakmayın şeklinde. Ama Pınar artist olduğu için artistlik yaparken ön freni sıktı yanlışlıkla ve takla attı. Böyle durumlarda durmayıp devam etmemiz konusunda tembihlenmiştik. Yol tıkanınca daha da fazla kaza oluyor malum. Fakat düşen kankan olunca fena bir ikilem yaşıyorsun. Önce biraz ilerledim, sonra iyice sağa çekip durdum, sağlık ekibi de geldi hemen, iyiyim dedi, devam etti direk. Bekaa Vadisi’nde bir winery’de mola verdik. Bizim için taze bademler, hakiki ballar hazırlamışlardı. Çimenlerde oturup dağların ardındaki manzarayı izlemek muhteşemdi. Hizbullah’ın ve PKK’nın buralarda kampları olduğuna inanmak zordu. Hiç de öyle karanlık, silahlı bir ortam yoktu.

Moladan sonra başlangıç noktası tam bir yokuştu. Rahat ve hızlı gidebilmek için bütün grubun gitmesini bekledim. Artık iyice kendime güvenim geldiğinden frenleri falan bırakıp dümdüz bıraktım kendimi aşağıya. O kadar hızlı gidiyordum ki rüzgardan sesler görüntüler birbirine karışmıştı. Çok tehlikeli olduğunun farkındaydım ama yine de o heyecan her şeye değer gibi geliyordu. Bir an çatur çutur bir ses geldi, ne olduğunu anlayamadım önce, fotoğraf makinemin düştüğünü sandım, durmaya hazırlanırken gidenin su mataram olduğunu fark ettim. O anı bozmak istemediğim için durmaya kalkışmadan devam ettim yola. Biraz ileride küçük bir bisiklet dükkanı gördüm, direk sağa çektim ve koşarak içeri girdim. Zaten en arkada olduğum için acelem vardı:


-Bisiklet için ayna var mı?

-Ooo hoş geldiniz, var var, siz nereden geliyorsunuz?

-İstanbul ama çok acelem var!

-Kaç dakika? (Beni yarışçı zannediyorlar, pit stop hesabı)

-3

-Tamam.


Bir tane isterken iki ayna taktılar, amca bu sırada Aksaray’a geldiğini, İstanbul’un süper bir memleket olduğunu anlatmayı da ihmal etmedi. Bir de korna taktı. Bu sırada 10 dakika kadar geçmişti. Apar topar yola geri çıktığımda bizim kafilenin yerinde yeller estiğini gördüm, pedala kuvvet epey ilerledim ama hala görünürlerde yoklardı. Yanımda herhangi bir telefon ya da adres de yoktu. Bir an tırstım zira ıssız yollarda sonumun Pippa Bacca’ya benzemesi çok hazin olurdu. Yolun ikiye ayrıldığı bir noktaya geldim. Birkaç adam vardı kenarda, ne tarafa gittiklerini sordum, solu gösterdiler, seçeneğim yoktu, güvenmek zorundaydım, sola gittim. Biraz ileride birkaç kişi daha ileri gittiklerini söyleyince rahatladım. Bir yandan da ilkokul gezisinde gruptan ayrılıp dönüşte öğretmenden fırça yiyen çocuklar gibi korkuyordum kızacaklar bana diye. Neden sonra ileride trafiğin sıkıştığını gördüm ve bizimkiler de oradaydı. Nasıl bir azim geldiyse, motor kuryeler gibi arabaların arasından sağlı sollu geçe geçe, kornamı çala çala vardım yanlarına. Pınar’ı buldum, yokluğum fark edilmemiş, oh!

Bir mola daha verildi, yolun geri kalanı çok dikti, tamamen dağlara tırmanış şeklindeydi. Kendimi epey zorladım, bu sırada peşimizden gelen otobüs yaşlıları, sakatlananları, takati kalmayanları topluyordu, en sonunda dayanamayıp bisikleti verdim kamyonete ama kendim de ona bindim. Böylece zamanı boşa harcamayıp fotoğraf ve kamera çekimi yapabildim. Kamyonetin üzerinde giderken iki Avustralyalı belgeselciyle tanıştım. Michi kameraman Amy yönetmendi. Aslında 4 hatun gelmişlerdi, diğer ikisi –fotoğrafçı ve yapımcı- bisiklet sürüyordu bir yandan. Herhalde bir projenin hem içinde yer alıp hem de işini yapmak çok süperdir diye geçirdim içimden. Epey konuştuk. Hayatlarında ilk defa “batı dışı” bir yer gördükleri için her şey onlara ilginç geliyordu. Yollardaki sürüler, hayretle bakan insanlar, minik bakkallar, çarşılar, örtülü kadınlar, bıyıklı adamlar, zaten bizde ziyadesiyle mevcut olan durumlar. Ortadoğu’dan Türkiye’ye siyasetten tarihe bir sürü konuda konuştuk, bir süre sonra hepsini çekmeye başladılar. Normalde soru soran taraf ben olduğum için “nesne” konumunda olmayı önce garipsesem de sonra alıştım.

Bisikletleri bırakıp yemek yiyeceğimiz noktaya geldiğimizde kamyonetten inerken çok utanıyordum. Gerçi insanlar yarı yarıya bırakmışlardı sürmeyi ama yine de onlar uğraşırken ben rahat rahat gittim diye tuhaf hissettim. Ceren bitik durumdaydı. Lokantaya girdiğimizde tuvalet kuyruğu mutfağa kadar uzanıyordu. Hem erkek hem kadın tuvaleti kullanılıyordu. Zaten toplamda sayıları 5-6’yı geçmeyen erkekler, erkek tuvaletinin kendilerine ait olduğunu söyleyerek öne geçmeye çalışınca kendilerine asabi bir açıklama yaparak sıranın sonuna geçmelerini söyledim. Bisiklete bile binmiyorlar ki!

Yemekten sonra Suriye’ye geçeceğimiz için Lübnan ekibiyle vedalaştık, duygusal anlar yaşandı. Ekipteki Lübnanlılar da Suriye geçişlerine izin vermediği için orada kaldılar. Hava kararırken otobüslere bindik. Kara sınırı geçmek en sevdiğim şey olduğundan hostes koltuğuna oturup etrafı izlemeye koyuldum. Bu sırada otobüsteki İtalyanlar Türkleri göbek atmaya zorluyordu, gönülleri olsun diye birkaç figür icra ettik. İki ülke arasındaki No Man’s Land çok uzundu. Arada bir yerde durup benzin boşalttık, herhalde Suriye’de daha ucuz olduğu için.

Bu sırada Pınar’ın omzu ağrımaya başladı. İncinmişti. Taklanın üzerine sıcakken anlamayıp bisiklet sürmeye devam etti ama durunca sancı kendini belli etti. Sınırda pasaportlarımızı ülke ülke verdik. Bizden başka kadın hiç yoktu, herkes tır şoförüydü, Türkiye’den de şoförler vardı.

Vizeleri aldıktan sonra tam gaz Şam’a gittik ve süper konforlu Cham Palace’e yerleştik. Bir gün daha geride kalmıştı, Lübnan biterken Suriye başlıyordu…


Fotoğraflar

İstanbul

Lübnan 1

Lübnan 2

Lübnan 3


2 comments:

Anonymous said...

uzun uzun yazıların ardından sonunda yorum yazabilecegim bir yer buldum. Selma canım, çok yakın arkadaşımsın. O yüzden buraya yazacaklarımı yüzüne söyleyemem. bir yabancı gibi içten yazmak, diğer yandan da seni tanıdıgım için mutlu olmak enfes bir duygu.

Şimdi bunları senin yüzüne söylesem bu kadar hisli olamam. YA da bırak yaa, der gülersin bana.

Selma, senin gibi birinin var olduğunu bilmek ümit veriyor bana. Kızma bana asla senin kadar cesur ve muktedir olamayacagım, yaptıklarını yapamayacagım diye tüm insani sorumlulugumu sana yıkıyorum diye kızma.

Ama elden gelmiyor, yazdıkların karşısında ağlamadan, sinirlenmeden, düşünmeden, sevinmeden, gaza gelmeden edemiyor insan. Sanki kalem ya da klavye kullanmıyorsun yazarken. Yazdıklarını okurken, ben sen oluyorum; sen bütün kadınlar, bütün mazlumlar...

Seni çok seviyorum. Lütfen yazmaya devam et. Düşünmeye devam et. arkadaşım olmaya devam et. Hiç yaşlanma ve yorulma. Ümit ol!

selma şevkli said...

kimsin ki? baş harfin ne?