Monday, March 06, 2006

jamaika-1


Amerika’da zorlu geçen tam bir yılı geride bırakmıştım. Yorgundum, bitkindim, bıkkındım ve uzun zamandır da gezmemiştim. Elimdeki çok değerli 8 günü ve dişimden tırnağımdan arttırdığım çok kıymetli dolarlarımı bir Kanada seyahatiyle değerlendirmeye karar verdim. Hedef trenle Niagara şelaleleri üzerinden Toronto ve Montreal’di. Heyecanla internette buraları nasıl gezeceğimi araştırırken, gözüme Jamaika’ya gidiş için haddinden ucuz bir uçak bileti çarptı. Bir an durdum düşündüm, Jamaika! Herkesin bütün gün Reggae dinleyerek, dans ettiği, hamaklarda Hindistan cevizi sütlerini yudumladığı cennet gibi bir yer geldi gözümün önüne. Üstelik bu şirin memleket, biz Türkleri hor görmüyor ve vize uygulamıyordu. Böylece, Kanada için haftalarca plan yapıp araştıran ben, Jamaika biletini 15 dakika içinde satın alarak yeni hülyalara dalmış bulunuyordum.

Bileti aldım almasına fakat bu indirimli bilet Kingston içindi. Başkentti. Ne olabilirdi ki, başkentler her zaman düzenli ve güvenli, diplomatik ve aristokratik değiller midir? Değilmiş! Kuzenim Kingston’a gideceğimi öğrenince kıyameti kopardı. İnsanların sokakta güpegündüz birbirini öldürdüğünü ve iç savaş yaşandığını anlattı. Kafam karışmıştı. Bir taraftan Hinditan cevizleri, diğer yandan namlular, bağdaşmıyordu. Aklımda Bob Marley’in başrolde oynadığı bir Kurtlar Vadisi canlanmıştı. Aslında hiç korkmadım, planımı değiştirmeyi ise hiç düşünmedim. Duyduklarım Jamaika’yı gözümde biraz daha heyecanlı bir yer yaptı, o kadar. Ve 24 Nisan sabahı Air Jamaica’nın o muhteşem, rengarenk uçağıyla Baltimore’dan yola çıktım. 3 saat gibi kısa bir yolculuk sonunda Kingston’a vardım. Havaalanı küçük, bakımsız ama kendine has bir havaya sahipti. Herhalde Kingston’a giden fazla Türk yok ki, gümrükteki vize görevlisi şaşkın şaşkın pasaportu inceledi uzun süre gülen gözlerle, sonra da güzelce vize verdi. Vize dediysem, Amerika’nınki gibi heybetli, ‘arka fonu beyaz değilse sayılmaz’ resimli yanar döner kağıtlar üzerine değil tabii, üç satır bir yazıydı. Bu yazıydı hayatımın en ilginç gözlemlerini yapmama olanak sağlayan ve dünya iyisi o güzel insanlarla tanışmama vesile olan.

Yola çıkmadan önce bir hostele rezervasyon yaptırmayı akıl etmiştim ve bu hostelin görevlileri beni havaalanında karşılayacaktı. Dışarı çıkıp onlara telefon etmeye çalıştım. Beyaz görmeye alışık olmayan ve her beyazı trilyoner Amerikalı zanneden yerliler başıma toplanıp yardım etmek istediklerini, telefon verebileceklerini, taksi çağırabileceklerini söylüyorlardı. Güvenmek zordu. Güney Afrika’daki deneyimlerimden biliyorum, gayet yardımsever yaklaşıp sonra bunun karşılığını açıkça isteyebiliyorlar. Ve bu karşılığı vermezseniz ne olacağını ancak buna cesaret edebilirseniz görebilirsiniz. Fazla seçim şansım yoktu, peşimde 15 adam gidip telefon kartı aramak yerine birinin uzattığı cep telefonunu kabul edip hosteli aradım ve indiğimi söyledim. Telefonu sahibine geri verip teşekkür ederken nasıl bahşiş vereceğimi düşünüyordum çünkü daha para değiştirmemiştim. Ben böyle materyalist ve önyargılı kaygılar içinde boğuşadurayım, adam telefonu aldı ve o tatlı aksanıyla ‘umarım Jamaika’yı beğenirsin, iyi tatiller’ diyerek yanımdan ayrıldı. Çok utanmıştım. Bir kez daha kendime önyargılı olmamak için söz verdim.

Kısa bir bekleyişten sonra beni alacak olan araç geldi, ve içinden tombul, şirin bir kız üzerinde dev harflerle adımın yazılı olduğu koca bir kartonla arabadan indi. Bu manzara beni öylesine şaşırtmış ve güldürmüştü ki kıza seslenip ‘o benim’ diyemedim. Gözümün önüne küçükken gecenin bir körü havaalanına gidip Amerika’dan gelecek olan teyzemi heyecanlı bekleyişlerimiz geldi. Bu bekleyişler sırasında hep insanları incelerdim havaalanında. Ve ellerinde o kartlarla bekleyen insanları. Bekledikleri kişiler, çok önemli kişiler olmalıydı. Kesin dışarıda da limuzin bekliyordu onları, ve limuzinin içinde ellerinde buketlerle Türkiye’nin önemli adamları. Keşke beni de öyle bekleselerdi, karşılasalardı, ne güzeldi. İşte kızı elinde malum kartonla görünce, bir an bütün bunlar geldi aklıma ve çok güldüm. Demek ki o adamlar da senin benim gibi insanlarmış, çok da önemli değillermiş, kapıdaki de limuzin değilmiş, ama gene de güzelmiş böyle karşılanmak. Kıza arkasından yetiştim ve selam verip kendimi tanıttım, çok sıcak karşıladı beni Theresa, hemen arabaya gittik. Şoför sağdaydı, trafik de sağdan akıyordu, ve bu küçük değişiklik karşıdan karşıya geçişlerde hayatımı pek kolaylaştırmıyordu. Şoför, hostelin sahibinin oğluydu. Onlar bana durdmadan sorular soruyordu ben de onlara. 20 dakikalık sıcak bir sohbet ve yolculuk sonrası, terkedilmiş bir mahallenin ortasında, etrafı dikenli tellerle çevrili, kapısında bir güvenlik görevlisi oturan 2 katlı müstakil bir eve geldik. Hostel burasıydı! Şaşırdım, biraz hayal kırıklığı yaşadım ama insanların sıcaklığı olumsuz duygularımı hemen atlatmamı sağladı. Theresa hostele kaydımı yaptı, kalacağım odayı ve banyoyu gösterdi. Elimi yüzümü yıkayıp, eşyalarımı yerleştirmem 10 dakika sürdü ve saat henüz iki bile değildi. Theresa masada oturmuş cep telefonuyla oynuyordu. Eee dedim ne yapacağım ben şimdi, nereye gidilir, nerde yemek yiyeceğim, burada başka kimler kalıyor? Otobüs durağı nerde? Maalesef yakınlarda bir otobüs durağı yokmuş, hostelde benden başka kalan da yokmuş, yemek dışarıdan söyleyebilirlermiş, etrafta pek gezilecek yer yokmuş, tek başıma çıkmam da güvenli değilmiş. İşte buna canım sıkılmıştı, pekiyi buraya gelenler ne yapıyor? Şoförüyle birlikte bir araba kiralayıp Bob Marley’in evi, botanik parkı ve el sanatları çarşısını gezmek seçeneklerim arasındaymış.