Tuesday, May 22, 2007

Siz Görürseniz Onlar da Görecek!


Dün, uzun zamandır faaliyetlerini takip ettiğim İnsani Yardım Vakfı'nın standına rastladım. Afrika'da açtığı su kuyularıyla, yiyecek ve ilaç yardımlarıyla, özellikle savaş ve doğal afet durumlarılarındaki hızlı ve başarılı çalışmalarını takdir ettiğim vakıf, şimdi de yeni bir kampanya başlatmış. Sen Görürsen Onlar da Görecek!

Kampanyanın amacı, toplam 10 ülkede katarakt ameliyatları yaparak (Mali, Nijer, Burkina Faso, Somali, Etiyopya, Sudan, Gana, Benin, Togo ve Çad) 100.000 kişiyi tedavi etmek. Ve bir ameliyat bedeli yalnızca 100 YTL. Bir aylık yemek masrafına, 4 DVD fiyatına bir insanın hayata gözlerini açmasına vesile olmak...

Benim param bana yetmiyor ben zaten fakirim diyorsanız, sizi şuraya tıklamaya ve dünyanın kaçıncı en zengini olduğunuzu öğrenmeye davet ediyorum.

"Afrika'nın hayatı kaymış, ben mi kurtaracağım" diyorsanız, "Siz devlet lider misiniz ki kendinizi tüm Afrika'yı kurtarmakla mükellef görüyorsunuz" diye sorarım. "Ben bu dünya üzerinde yaşayan 6 milyar insandan biriyim, herkes gibi doğdum, herkes gibi öleceğim. Herkesin olması gerektiği kadar çevremde olanlardan sorumluyum. Devletler politikalarla, ülkelerle uğraşsınlar, ben bir bireyim ve birey bazında düşünüp insani bir vazifemi yerine getirebilirim." diyorsanız buyrun bağış formunuz...

Monday, May 21, 2007

Kenya 3: Bayram - Likoni - Masailer - Doğa



BAYRAM

Sabah erkenden kalkıp açık havada bayram namazının kılınacağı top sahasına gidiyoruz. Burada kadınlar da bayram namazı kılıyor. bayram namazının ikincil amacı da tüm Müslümanların bayramlaşması ve sohbet etmesi oluyor. Müthiş bir görüntü var: Rengarenk kumaşlarına bürünmüş, yereliyle inancını birleştirmiş kadınlarla dolu sahanın arka tarafı, önde ise bembeyaz kıyafetleriyle erkekler var. Ne kamerayla çekim yapmama, ne de fotoğraf çekmeme kızmıyorlar, şaşırıyorum. Biraz incelediğimde orta sınıf olduğuna kanaat getiriyorum Mombasa'daki Müslümanların. Bazıları arabalarıyla gelmiş. Pembe çarşaflı sarı gözlüklü 6-7 yaşlarında bir kız takılıyor gözüme, çok sevimli ve çok komik görünüyor ama farkında değil. Gayet ciddi bakıyor bana, fotoğrafını gösterince gülümsüyor.




Otele döndüğümde haberleri açıyorum ve Saddam'ın idamını öğrenince çok şaşırıyorum. Bayramın ilk günü Şii eliyle gerçekleşmesini ve öldükten sonra etrafında insanların dans etmesini çok yadırgıyorum. Sokağa çıkıp ilk rastladığım adama soruyorum:




"Saddam bugün idam edilmiş, haberiniz var mı?"
"Yok, Allah rahmet eylesin."
"Saddam'ı tanıyor musunuz?"
"Evet Irak'ın lideri değil mi?"
"Lideriydi…Nasıl biri sizce?"
"Bilmiyorum sadece Irak'ın başkanı olduğunu duymuştum."
"Amerika- Irak savaşından haberiniz var mı?"
"Evet medya birşeyler söylüyor ama ne kadarı doğru ne kadarı uydurma bilmiyoruz"




Sonradan konuştuğum diğer insanlardan da benzer cevaplar alıyorum. Kimsenin binlerce kilometre uzaktaki olaylarla ilgilenecek hali yok.


Bir süpermarkete giriyorum, burada neler satılır diye merak ederek. Hemen hemen benzer şeyler var dünyadaki diğer marketlerle, sadece raflar dağınık ve kalite daha düşük. Kahve ve çay çeşit çeşit. Bir de pakmaya var, Türk markası olarak. Bu arada sıcaktan tansiyonum düşüyor ve otele dönüyorum. Aslında kurban etlerini dağıtmamız gerekiyor ama kurbanlar bir türlü kesilemiyor. Burada zaman çok yavaş işliyor. Sonunda akşam 8 civarı 350 büyükbaş hayvanın kesimi bitiyor ve etleri dağıtmaya gidiyoruz civardaki köylere.


İnsanlar güneşin altında 10 saatten fazla kuyrukta beklemişler birkaç kilo eti alabilmek için. Etlerini alınca sabırsızlıkları hemen mutluluğa dönüşüveriyor. Bir köyden diğerine geçiyoruz ve kadınlara yaklaşıyorum, bana bakıp utanarak başlarını çeviriyor bazıları. "Nasıl geçiyor bayram?" diyorum. "Fark etmiyor, parası olan akrabalarını ziyarete gidiyor, ama çoğumuzun günlük hayatı aynı"

Bu köy de Kibera'yı andırıyor olmayan elektrik ve suyuyla. İçme suyu alabilmek için insanların kilometrelerce yürüdüklerini öğreniyorum. Bu arada bir kadın yaklaşıyor yanıma, "Ben listeye adımı yazdırmamıştım, ne olur bana biraz et verebilir misin?" Başımı çevirip dağıtım aracına baktığımda etlerin bittiğini ve insanların buna inanmayıp araca tırmandıklarını görüyorum. Kadına biraz para veriyorum ve hepimiz minibüse biniyoruz, hemen gitmemiz lazım yoksa kötü şeyler olabilir. Küçük kızlardan bir tanesi "bye Selma" diye defalarca sesleniyor arkamdan, el sallıyor, konuşmadık bile, nereden biliyor adımı?


Gece uykumun arasında yine bir dişim ağrımaya başlıyor. Son 2.5 ayda yapılan 12 dolgu, iki kanal tedavisi, iki 20 yaş dişi ameliyatından sonra "acaba bu sefer hangisi" diyerek uyanıyorum ve aynaya baktığımda sağ yanağımın balon gibi şiştiğini görüyorum. Doktor, dişimi fırçalarken sulardan enfeksiyon kapmış olabileceğimi söylüyor. Antibiyotik ve ağrı kesiciler ve yanağımda koca bir buz kütlesiyle kendimi biraz da zorlayarak çıkıyorum. Mombasa'nın tek devlet hastanesine gidiyoruz. Bizi karşılayan Somali asıllı Dr. Abdurrahman, İstanbul Marmara Tıp Fakültesi mezunu. 7 sene İstanbul'da kalıp doktor olduktan sonra, kalma imkanı olduğu halde hiç tereddüt etmeden ülkesine dönüyor ve çok zor koşullarda insanlara hizmet ediyor. Yüzünden tebessümü bir an olsun eksik olmayan doktor, akıcı Türkçe'siyle bize rehberlik ederek hastaneyi gezdiriyor.



Manzara içler acısı. Hastaneye girdiğinizde aldığınız o 'tıbbi' koku yok, içerisi kazan gibi sıcak. Yataklarda çarşaf yok, yastık yok, insanlar balkonlara kadar taşmış. Hijyen yok, duvarlarda böcekler geziyor. Acil bölümünde çok ağrı çeken hastaların feryatları dışında sükunet hakim. Yerde bir kadın oturmuş, dizinde 1 yaşındaki bebeği, hüzünlü hüzünlü bakıyor gelip geçene. Veremmiş bebek… Diğeri de sıtma, diğeri de AIDS. İlaç yok, doktor 2-3 tane. 35 milyon nüfuslu ülkede bir tane dahi kalp cerrahı yokmuş. Yine çaresizlik…





Duvarda bir saat ilişiyor gözüme, çalınmasın diye parmaklıklarla çivilenmiş duvara. Ne maske, ne eldiven, gözlerim yaşlı çocuk bölümüne giriyorum. Bir odada karşılaştığım görüntü karşısında midem kasılıyor. Çocukların derileri yok, bir tanesinin kısmen, bir tanesinin tamamına yakın derisi yok. Bakamıyorum da, bir hemşire selam veriyor bir yandan merhem sürerken çocuğa.
Son zamanlarda diş ağrılarından dolayı sıkça acile taşındığımdan hastane benim için ferahlatıcı, insanların gittiklerinde dertlerine çare bulduğu bir yeri ifade ediyordu. Uzun kuyruklar ve ümitsiz hastalar olsa da, yine de bir güven duygusu verip ümit aşılıyordu sanki. Ama burada, sanki ölümden önce son durak havası vardı. Giderilemeyen bir ümitsizlik ve çaresizlik vardı. Doktor Abdurrahman bizi teselli ediyordu, bu hastanenin en temiz hali, en iyi hali diye...
Abdurrahman'ın eşi İstidap'ı da alarak yemeğe gittik. 8 yıl önce İstanbul'a gelirken yolda tanışmışlar. Azimle, sabırla, kalmayı, rahat ve konforlu bir hayat kurmayı bir an bile düşünmeden 7 sene çalışmışlar, doktor olmuşlar ve 2 hafta önce Kenya'da evlenmişler. Çok mutlular, çok umutlular. İstidap'ın annesi 35 yaşında vefat etmiş, sebebi tam belli değil "bakımsızlık ve zayıf hayat koşulları herhalde" diyor. Onların bu sabır ve tevekkülleri yüreğimin bir yerine işliyor. "Şikayet etme dünya kötü, insanlar acımasız diye, eleştirip durma, tut bir ucundan da düzelsin" diye çıkışıyorum kendime.



MASAİLER

Doğu Afrika'nın en büyük ve eski kabilelerinden birini oluşturan Masailerin nüfusu bugün 850 bin civarında. Yarısı Kenya, yarısı kuzey Tanzanya'da yaşayan Masailerin ülkeler arası serbest geçiş hakkı var. Nairobi'de vaktimiz kısıtlı olduğundan ve bulunuş amacımızdan dolayı yaşadıkları yeri görme fırsatım olmadı fakat Mombasa'da tanıştığım Josephole Nkere, kabilesinin yaşamını, geleneklerini ve inançlarını tüm içtenliğiyle benimle paylaştı ve kameraya kaydetmeme izin verdi. Cenazelerini gömmek yerine doğaya bırakan, 'vahşi', inatçı, güçlü ve savaşçı özellikleriyle tanınan Masailer, misyonerler tarafından barbar oldukları gerekçesiyle ve köle ticaretini yaygınlaştırmak için Hıristiyanlaştırılmaya çalışılmışlarsa da bu girişim başarısız olmuş. Tüm ülkede olduğu gibi Masailer de açlık, kıtlık ve salgın hastalıklarla mücadele etmişler fakat geleneklerine sıkı sıkıya bağlılıkları sayesinde bugüne kadar dejenere olmadan sürdürebilmişler varlıklarını.



Josephole hayvancılıkla uğraşan, 6 çocuk babası, kendine güveni tam, İngilizce’si mükemmel, açık görüşlü bir Masai. Onunla konuşmamda dikkatimi en çok çeken nokta, bana ilginç gelebilecek geleneklerini anlatırken şaşıracağımı bilerek, kendisinin de benimle birlikte gülmesi ve hoşgörülü tavrıydı. Genel olarak inanış ve geleneklerinden ziyade günlük hayatlarını sordum.
Köyleri 15 haneden oluşuyor. Sabah güneş doğmadan kalkan ailede çocuklar okula hazırlanıyor ve yola çıkıyor. Her gün orman içinden 4 km yol yürüyerek okullarına ulaşıyorlar. Bu sırada baba, ineklerin sütünü sağıyor, eve gelip eşiyle kahvaltı ediyor ve sonra ormana gidiyor. Özellikle saat kaçta kalkıyorsunuz, ormana kaçta gidiyorsunuz diye sorduğum organize zaman odaklı sorulara cevap verirken uzun uzun düşündü Josephole. Ortalama 7’de ormana gidip, hava kararana kadar burada geçiriyor vaktini. İneklerin etinden, sütünden ayda 200 dolar kazandığından ortam koşullarına göre çok zengin bir adam. Bu yüzden avlanmasına gerek yok. Ormanda bitkiler, otlar toplayarak ve düşünerek geçiriyor vaktini. Akşam eve geldiğinde yemek yiyorlar beraberce ve erkenden yatıyorlar. Aile ilişkileri, ev dekorasyonu konusunda sorduğum sorulara tam cevap alamıyorum. Normal işte diyor, oturacak yerler var, yatak var, ama kafamda canlandıramıyorum. Onun normaliyle benimkinin aynı olmadığını hissediyorum. İnekler onlar için kutsal ama Hindular kadar değil. İneğe hem tapıp, hem de yiyorlar. Bir de kanını içiyorlar. Aslında diyor, fakirler daha çok içiyor karınlarını doyurmak için. Kan, çok önemli Masailer için, yaşamı, hayatta kalmayı simgeliyor. Poligami yaygın ve sünnet, ergenliğe geçiş, savaşçılık, evlenme, orta yaşa geçiş, yaşlılığa geçiş, ölümle ilgili birçok törenleri var. Kıyafet ve takılarına çok özen gösteriyorlar. Kıyafetlerinde en çok kullandıkları renk kırmızı. Et ve sütü aynı gün tüketmenin hastalık getireceğine inanılıyor. Doktora gitmiyorlar. Nesilden nesile öğretilen bitkisel ilaç yapımıyla ortalama yaşam ömürleri 45 yıla kadar uzuyor.



DOĞA


Ekvatorun hemen altında bulunan Kenya, yaşadığı tüm sosyo-ekonomik problemlerin yanında bir doğa harikası. LOST dizisinin setini andıran kocaman yapraklı çiçekleri, envai çeşit ağaçları ve tropik meyveleriyle adeta yeryüzünde bir cennet gibi. Tüm bunlara rağmen hayvancılığın gelişmemiş olması, keçilerin ve ineklerin bir deri bir kemik olması ise ancak halkın hayvancılığı bilmemesiyle açıklanabilir herhalde.



Dünyanın pek çok yerinden özellikle batısından pek çok insan Kenya'ya yalnızca safari yapmak için geliyor. Bazıları günlük, bazıları neredeyse haftalık olan safarilerde hayvanları doğal ortamlarında görmek mümkün. Mombasa'da gittiğimiz timsah çiftliğinde yavru ve yetişkinlerden oluşan sayıları bini bulan timsah gördük. En can alıcı olanı ise timsahların besleniş zamanıydı. Bataklığın üzerine inşa edilmiş yüksek iskeleye çıkan görevli, büyük bir hayvan başına benzeyen ama kuyruğu olan ne olduğunu çözemediğim et parçasını iple aşağı sarkıttı ve timsahlar da yakalamaya çalıştılar. Üst üste 5 kez gerçekleşen bu durumun en ilginç yanı, insanların bu anı görmek için sıraya girmiş olması ve timsah eti kaptığında sevinç çığlıkları atanlar olmasıydı. Bir kez daha insanların vahşeti görmekten zevk aldığına kanaat getirdim. (Sanırım bu durumda ben de bu gruba dahil oluyorum) Diğer timsahları yiyecek kadar 'cani', ortamın ağır topu Big Daddy, ayrı bir bataklıkta tutuluyordu. 5 metre uzunluğunda 800 kilo ağırlığındaki yaşlı timsah, bakıcısı yemeğini getirdiğinde ağır aksak karaya çıktı ve soğukkanlılıkla bir defada eti kaparak bataklığa döndü. Yakalanmadan önce 5 insan yiyen timsahı izleyen insanların heyecanı ise görülmeye değerdi.




Nairobi'de katıldığımız Safari yürüyüşünde hayvanat bahçesi dediğimiz olgunun hapishaneden ibaret olmak zorunda olmadığını, hayvanların doğal ortamlarında da gerekli önlemler alınarak görülebileceğini anladım.




LİKONİ


Mombasa'daki son günümüzde Likoni kasabasına gitmek üzere yola çıkıyoruz. En hızlı gidiş yolu feribot. Minibüsle girdiğimiz kuyrukta sadece 20 kadar araç var, yanımızda ise tek sıra halinde dizilmiş bine yakın yerli. Feribot yaklaşınca önce arabalar çıkıyor. Sonra ayakta balık istifi şeklinde yığılarak gelmiş insanlar bir sürünün dağılması şeklinde terk ediyorlar feribotu. Manzara hayret verici, arabalar ve siyahlar arasında bile bir hiyerarşi var. Feribotta yayalar için oturacak yer yok. 5 dakikalık kısa yolculuk sonrası karaya geçiyoruz ve iki yanımızda insan seli, ilerliyoruz. Yollar, Avrupa'dan gelen giyecek yardımlarının bir şekilde ele geçirilip satıldığı teneke dükkanlarla dolu. Kadınlar yine başlarının üzerinde ekmekler, bavullar, sepetler, sırtlarında rengarenk kumaşlarına bağladıkları çocuklar yürüyorlar. Likoni'ye vardığımızda bizi genç bir muhtar/imam karşılıyor. Evlerin arasından yürürken çocuklar takılıyor peşimize, ayaklarında terlikleri bile olmayan, taşların çamurların üzerine bağladıkları naylonlarla top oynamaya çabalayan, herşeye rağmen yüzleri gülen çocuklar. Fotoğraf çekilmesine kızmayan tek grup olduklarından bol bol çekiyorum. Kimisi poz veriyor kameraya, kimisi ise korkup kaçıyor yine. Bir tanesi öyle korkuyor ki, ağlamaya başlıyor. Yaklaşmaya elini sıkmaya çalıştığımda yüzünde korku ifadesi. Hem korkuyor hem de nereye gitsem peşimden geliyor.
Yardım yapacağımız evlerden birine gidiyoruz ve içeri giriyoruz. Çamurdan sıvama bu evin büyüklüğü on metrekare kadar. İçeride 8 yetişkin, 7 çocuk yaşıyor. Akrabalıkları anlatılamayacak kadar kompleks. Mutfak niyetine kömürlüğü andıran bir oda var, ortalıkta yanan odunun üzerinde topraktan bir tencere. Koridorda bir yatak üzerinde genç bir adam oturuyor, akli dengesi yerinde olmayan. Hemen yanında yerde genç bir kadın ve bebeği. Kadın bana bakıp gülümsüyor. Eğilip konuşmaya başlıyorum, muhtar tercümanlık ediyor. Bebeğin babası nerde diyorum, yok diyor. Nasıl yok diyorum. Aldığım cevap karşısında donup kalıyorum, bütün köyde neden erkek olmadığını da açıklıyor bu cevap. Kadınların çoğu fuhuşla sağlıyor geçimini. Bu kadın da para karşılığı bir erkekle birlikte olmuş ve bebek o geceden doğmuş. Nasıl olur diyorum, nasıl, kaç paraya oluyor bu iş? Söylemek istemiyor önce ama bunu öğrenmem lazım, insanın kaç paraya onurunu ayaklar altına aldığını bilmem lazım. 200 Şili (4YTL) diyor sonunda. Ve korunmuyorlar. Bu birlikteliklerden doğan çocuklarla dolu köy. Genç kadının annesinin de 9 çocuğu var, kocan nerde dediğinde öldü diyor, çocukların kaç babası olduğunu, hangilerinin yaşayıp, hangilerinin öldüklerini düşünmek istemiyorum.




Bire bir yüzleştiğim bu gerçeğin şokuyla ayrılmak istiyorum oradan, çok fazla geliyor tüm öğrendiklerim. Çocuklara bakınca ağlamak istiyorum, küçük kız çocuklarının geleceğini düşünüyorum masum yüzlerine bakıp. Benden korkup kaçan kız geliyor yanıma yine. Gel diyorum tutuyorum elinden ve çıkarıp başımdaki şapkayı veriyorum. Şaşırıyor, tebessüm ediyor ve alıp kaçıyor. Birileri karşılık beklemeden de sana birşeyler verebilir mi demek istiyorum, yoksa çocukluğunda hoş bir hatıra olarak kalmak mı bilmiyorum... Minibüse binip uzaklaşmak istiyorum bir an önce buradan. Koltuğa oturduğumda üzerime müthiş bir ağırlık çöküyor. Sanki beynim ve kalbim kaldıramıyor gördüklerimi, öğrendiklerimi, uykuya dalıyorum, düşünmek istemiyorum...



TÜRK OKULU

Uyandığımda Mombasa'daki Türk lisesindeyiz, Kenya'daki dört Türk okulundan biri olan bu okulda 200 kadar öğrenci eğitim görüyor. Çoğu burs alıyor ve başarı düzeyleri İngiliz okullarıyla yarışabilecek kadar yüksek. Hem İngilizce hem Türkçe eğitim veriliyor. Öğrenci kabulünde din ve etnik ayrım gözetilmiyor. Öğretmenlerin yarısından fazlası da Afrikalı. Noel tatili olduğundan öğrencileri görme fırsatını kaçırıyoruz. Okul müdürü ve öğretmenler bize faaliyetlerini anlatıp okulu gezdiriyorlar. Bu arada okulda çalışan Kenyalı işçiler çarpıyor gözüme ve hemen sohbete başlıyorum. “Size iyi davranıyorlar mı” diyorum, “memnun musunuz burada çalışmaktan?” “Çok memnunuz” diyorlar, “bizimle aynı masada oturup yemek yiyorlar” diyorlar da başka birşey demiyorlar. Birkaç Türkçe kelime de öğrenmişler. Türkiye onlar için neredeyse adaletin sembolü olmuş.

6 senedir Mombasa'da bulunan Ahmet'le konuşuyoruz otele dönüş yolunda. Burada uzun süredir bulunan bir Türk olarak sınıf farklılığını bana açıklayabileceğini düşünüyorum. “Üniversitede” diyor, “arkadaş oluyor siyahla beyaz.” Ama hocalarda bile yerleşmiş sömürge bilinci. Bir hocası kendisine ısrarla 'sir'(efendim) diye hitap ediyormuş. “Hocam benim size 'sir' demem lazım, yapmayın lütfen” dese de vazgeçirememiş, adam kendisini suçlu hissettiğini, öğrencisi dahi olsa onun gözünde önce ‘beyaz’ olduğunu söylüyormuş.
Otele döndüğümde gözüme duvardaki tablolar ilişiyor. Bir bakıyorum yan yana dört tane dizilmiş ve hepsi de aynı! Birkaç ev ve aralarında yürüyen bir kadın ve çocuk resmedilmiş. Karşı duvarda ise yerden üç metre yukarıda bulunan aynalar var, yani kendini görmek mümkün değil. O zaman hakikaten düşünce sistemlerinin farklı çalıştığına inanıyorum.

SON GÜN



Ertesi gün erkenden Nairobi'ye dönüyoruz. Son günümüzü Kibera'da sağlık taraması yaparak geçireceğiz. Doktorlarla birlikte terk edilmiş sağlık merkezine giriyoruz ve önümüze 2 sandalye koyarak hastaları içeri almaya başlıyoruz. Benim görevim tercümanlık. Ürkek bakışlarla içeri giren kadınlara soruyorum, problem nedir, ne zamandır devam ediyor diye. Çoğu hayatlarında ilk defa doktor gördüğünden sırtını açmaya çekiniyor, sorulara tam cevap veremiyor. Genel problem göğüs ağrısı ve öksürük. Hepsi enfeksiyon kapmış, pislikten mi olmayan içme sularından mı bilemiyorum. Bazılarının da gözleri bozuk. Doktor, televizyon seyrederken artıp artmadığını soruyor baş ağrısının örneğin, kadın televizyon mu diye şaşırıyor. Sıtma şikayetleriyle gelenlere birşey yapamıyoruz. Kimisi de hiçbir şikayeti olmadığı halde sadece popülaritesinden dolayı geliyor içeri. Gülüyor, etrafa bakıyor, tamam gidebilirsiniz deyince ama ilaç vermeyecek misin diyor, bari bir vitamin yazsaydın...



Bir kadın giriyor içeri üç küçük çocuğuyla. Kendisi yine akciğerlerinden rahatsız, büyük oğlunda üst solunum yolları enfeksiyonu var, ortancanın devamlı karnı ağrıyor ve en küçüğün kalbi delik. Hiçbirşey yapamıyoruz. Hiçbirşey söyleyemiyoruz. Gözlerim doluyor, arkamı dönüyorum. Sonra kadın ameliyat gerektiğini ve 200.000 Şili (50 bin YTL) gerektiğini söylüyor. Ama bir umut bir de bize getirmiş işte. Doktorların gözünün içine bakıyor kadın ufacık bir umut için, doktorla ben de birbirimize çaresizlik içinde. Biraz para veriyoruz ve gidiyorlar...


Birkaç saat içinde yüzden fazla hasta muayene ediliyor. Rahatsızlıklarının kronik olduğunu bu yaptığımızın pek bir işe yaramadığını düşünürken, ekipten arkadaşlar gelip kapıdan dışarı çıkanların sevinçlerini anlatıyor bize. Birinin onlara ilgi göstermesinden, birkaç dakikalığına da olsa tüm dertlerini dinleyen birilerinin olmasından, bir kutu vitaminden, bir şişe öksürük şurubundan duydukları mutlulukları. O zaman çabamız boşa gitmiyor diye geçiyor aklımdan ve ekiptekiler yakında buraya daimi bir poliklinik kurabileceklerinin müjdesini veriyorlar. Küçük de olsa bir başlangıç. Belki dağıtılan yardımlar yetersiz ve geçici, belki sağlık taramaları sembolik kalıyor ama bunlar büyük adımların başlangıcı. Politik ve ekonomik sorunları hiç bitmeyecek gibi görünen bu kara bahtlı ülkede sivil ve insani yardımların ucundan kıyısından yaraları sardığına inanıyorum. Burada yaşadıklarını, gördüklerini gazetelerine, televizyonlara taşıyan gazeteciler sayesinde insanların bu acılara bir nebze olsun merhem olmak isteyeceklerine, en azından kendi hayatlarındaki ufak sorunları bu zorluklarla kıyaslayıp daha pozitif olabileceklerine, ellerindekinin kıymetini anlayacaklarına inanıyorum.


Akşamüstü birkaç ev ziyareti daha yaptıktan sonra İstanbul'a doğru yola çıkıyoruz. Dubai'ye vardığımızda ben eski ben değilim. Free shoplar, cep telefonları, parfümler, bilgisayarlar hepsi daha da boş ve anlamsız görünüyor gözüme. Gözümü kapadığım an feribot kuyrukları, karanlık kasvetli evler, çocukların masum yüzleri geliyor gözümün önüne. Açtığımda ise Starbucks, kuyumcular ve paparazzi dergilerinin ücretini ödemek için sıraya girmiş, parfüm test eden kadınları görüyorum. İki arada bir derede aklım karışık yine İstanbul'a dönüyorum.

Saturday, May 19, 2007

Öteki Çocuklar Gençtival'de


Bayrampaşa Belediyesi tarafından Gençtival adında konser, sergi, söyleşi, tiyatroların olacağı bir gençlik festivali düzenleniyor. 19-29 Mayıs 2007 tarihlerindeki festivalin etkinlik teması barış. Bayrampaşa Şehir Parkı yanına kurulan 40.000 metrekarelik festival alanındaki programın detaylarını şu adresten öğrenebilirsiniz.

23-28 Nisan 2007 tarihlerinde Taksim Metro Sergi Salonu'nda bizlere göz kırpan Kenyalı ve Filistinli çocuklar da 22-26 Mayıs 2007 tarihlerinde bu festivalde olacaklar.

Bendeniz de 21 Mayıs 2007 Pazartesi akşamı 19:00-21:00 saatlerinde aynı alanda Filistin'de Gündelik Hayat ile ilgili bir sunum ve konuşma yapacağım.

İlgilenenlere sevgiyle duyurulur...

Wednesday, May 16, 2007

Hitler Karşında Olsa Ne Yapardın?

55 yaşında İsrailli bir hahamla neler konuşurdunuz? Nasıl önyargılarla başlardınız bu konuşmaya? Jeremy ile Kudüs’te ilk tanıştığımda şaşkınlık içerisindeydim. İsrailli bir hahamla nasıl bir üslupla konuşulması gerektiğini kimse öğretmemişti bana. Etrafımızda Gazze’den yerleşkelerinin kaldırılmasını protesto eden İsrailliler ve hemen yan tarafta Lübnan savaşını protesto eden Filistinliler öfkeyle yürüyüp sloganlar atarken, o bilmediğim dilin kendiliğinden oluştuğunu fark ettim. Güzel bir insandı Jeremy, taraf tutmanın çözümsüzlüğünün bilincine varmıştı, ülkesinin politikalarını eleştirebilecek kadar sağduyu ve vicdan sahibiydi. Siyaset dışında söylecek sözü de vardı, Bedeviler’in evlerinin yıkılmasını önlemeye çalışıyordu. Bir kahve içmek için buluşmuşken laf lafı açtı ve saatlerce konuştuk İsrail’den, Filistin’den, Türkiye’den, dinlerden, siyasetten, insan haklarından. Aklımdaki İsrailli portresinin çok ötesinde olması, beni yeni bir sürü sorgulamaya itti.

Ocak ayında o İstanbul’a geldi, bizde kaldı, yine konuştuk saatlerce. Sonra ben tekrar Kudüs’e gittim Aycan’la, bizi havaalanından aldı, yemeğe götürdü, Bedeviler’e gittik birlikte. Ait olduğumuz milli ve dini kategorileri bir yana bırakarak müthiş bir dostluk kurduk.
Bugün yine geldi İstanbul’a ve bu kez yanında içi kan ağlayarak orduya mecburi hizmete gönderdiği 22 yaşındaki oğlu da vardı. Önde “Müslüman” anne-kız, arkada “Yahudi” baba oğul arabada giderken kendimize bir an dışarıdan bakıp memnun oldum. 3 yıldır orduda olan oğlu vicdani retçi olmamıştı ama silah kullanmayı reddetmişti. Tabii ki çocuğu soru yağmuruna tuttum. Babası siyonist olmadığı için okul hayatı boyunca “Arap” lakabıyla dalga geçilen çocukcağız alabildiğine mütevazi ve açıktı. Vicdani red ve ordu içindeki insan profilinden bahsetti. Şayet İsrailli’yseniz ve ‘pasifist’ olduğunuz savaşa karşı olduğunuz için askerlik yapmayı reddediyorsanız, sizi sıkı bir sorguya çekiyorlar. Aileniz, geçmişiniz, inançlarınız ve görüşleriniz iyice sorgulandıktan sonra hala pasifist olduğunuzu iddia ederseniz, “Pekiyi karşında Hitler olsa ne yapardın?” gibi can alıcı bir soru soruyorlar. “Ona da birşey yapmazdım, o zaman ben de onun yaptığı hataya düşerdim” derseniz muaf olabilirsiniz. Ama duygusallaşıp “Lanet olsun, tabii ki hemen öldürürdüm, vururdum” derseniz o zaman sizin pasifisitliğiniz yalnızca ülkenin şimdiki politikalarını eleştirmekle sınırlıdr ve bir siyasinizdir. Ya gidersiniz askere paşa paşa ya da hapse girersiniz.

“Hitler karşında olsa ne yapardın” sorusu Yahudiler için çok kritik bir soru. Jeremy, katıldığı bir radyo programında savaşın kötülüğünden bahsederken ona da aynı soruyu sormuşlar. “Tevrat’ı anlatırdım” demiş. “Eğer ben de onu öldürürsem, şiddete başvurursam, onun yapmasına karşı olduğum şeyi yapmış olmaz mıyım?”

İsrail’de bu soruya verilen en yaygın cevap “Hemen onu temizler ve milyonlarca Yahudi’yi ölümden kurtarırdım” imiş. Bence bu cevap çok şey söylüyor düşünme biçimleri ve mevcut politikalarla ilgili. Hem kötülüğün tek bir kişiden çıktığı gibi bir yanılgıya düşüyorlar hem de Filistin’de bitmeyen savaşta da “terörist”leri temizleyerek sorunlarını çözebileceklerine inanıyorlar. Gandhi bu durumu çok güzel özetliyor:

“Şiddete karşıyım çünkü iyi bir amaç için yapılıyor gibi görünse bile, bu iyi amaç geçicidir, ama bırakacağı kötülük kalıcıdır.”

Güvenlik gerekçelerinden dolayı ismini açıklamayacağım Jeremy’nin asker oğlunun ordudan bir arkadaşı ise şöyle demiş: “Hitler öldü, soykırım bitti, ama kötülük bitti mi? Zaferi biz mi kazandık? Hayır, kurbanları faillere dönüştürerek zaferi o kazandı ve biz şimdi yaptıklarımıza devam ettikçe, kaybetmeye mahkumuz.”

Tuesday, May 15, 2007

Pasaportunuzu Yurtdışında Uzatın!

passport

Pasaport sürenizi uzatmanız gerekiyorsa ve yakında yurtdışına çıkacaksanız, bu işlemi gideceğiniz ülkeninin Türkiye Büyükelçiliği ya da Konsolosluğu’nda çok daha ucuza halledebilirsiniz. An itibariyle Türkiye’de 5 yıllık pasaport harç bedeli 466 YTL iken, aynı işlem yurtdışında (ülkeden ülkeye biraz değişmekle birlikte) 108 YTL tutmaktadır. Ayrıca birçok konsolosluk pasaportu aynı gün içinde teslim etmektedir.

Gideceğiniz şehirdeki elçilik / konsolosluğun adres ve telefonlarına şuradan ulaşabilirsiniz.

Yurtdışında yapacağınız pasaport işlemleri için ise şuraya buyrun.

Yok ille de Türkiye’de uzatacağım diyorsanız gerekli bilgiler şurada

Antisemit, Yahudiler'den Gereğinden Fazla Nefret Eden Kişidir!


Dün bütün günü Jeremy ve oğlu Maor'la (artık Türkiye'den ayrıldıkları için güvenlik gerekçeleri de kısmen ortadan kalkmıştır) İstanbul'u gezerek ve beyin fırtınası şeklinde konuşarak geçirdik. Çok şey öğrendim, çok şaşırdığım anlar da oldu, çok kızdığım, çok sevindiğim de...


Maor'un orduda yaşadığı deneyimler çok ilginçti. Savaş karşıtı ve vicdani redçileri destekleyen bir babanın oğlu olarak yetişip askere gitmek ve 3 yıl inanmadığı bir oluşumun içinde olmak pek kolay olmamış. Ablası vicdani red hakkını kullanıp askerlik yapmazken, Maor silah kullanmama şartıyla askerliğini yapmayı tercih etmiş. Bu deneyimi, ülkesinin en önemli kurumlarından birini tanımak ve anlamak olarak değerlendirmek istemiş. Sadece askerlere matematik öğretiyor savaşa gönderirlerse gitmeyeceğini ve hapse gireceğini söylüyor. Her ne kadar böyle olumlu yaklaşmaya çalışsa da ona ters gelen birçok şey var askeriyede ve bir şekilde kendisinin bu politikaları desteklemediğini ifade etme ihtiyacı içinde. Bu yüzden de askeri üniformasının içine tişörtler giyiyor. Üzerlerinde "Filistinli Mülteciler Haklarını Almalıdır" ve "Vicdani Redçileri Destekliyorum" gibi sloganlar var. Arkadaşları kendisine sadece gülüyorlar. Komutanları ise henüz görmemiş, ama görürlerse kıyamet kopmaz diyor.


Babası Jeremy ise askerlik konusunda oğlu kadar şanslı olmamış. Yıllar süren askerliğini bitirip evlendikten sonra 1982 Lübnan- İsrail savaşı başlamış ve tam da ilk çocuğu doğduğu sırada tekrar göreve çağrılmış. (İsrail'de erkekler 3 yıl sğren mecburi hizmetlerini tamamladıktan sonra 45 yaşına kadar her yıl üç hafta ve savaş durumunda her çağrıldıklarında tekrar askere gitmek zorundalar) Mecburen teslim olmuş ve savaşmayacağı konusunda net tavır belirtmiş olduğu halde Lübnan'a gönderilmiş. Ve yemek yemeyi reddederek oruç tutmaya başlamış. Komutanları kendisini yemeye iknaya çalışsa da Lübnan'da bulunmasının kesinlikle yanlış olduğunu söyleyerek orucunu sürdürmüş. Zorla su içirmeye çalışmışlar ve direnmeyi sürdürmüş. Birkaç gün sonunda ise 'savaş'ı kazanan o olmuş ve evine dönmesine izin verilmiş. Bu olaydan sonra hayatını savaş karşıtlığına ve insan hakları savunuculuğuna adamış. Halen de dünyanın çeşitli yerlerinde bu konularda konuşma yapmaya devam ediyor.


İsrail ordusunda mecburi hizmet bittikten sonra çalışmaya devam etmek birçok genç tarafından (sağladığı ekonomik imkanlar sebebiyle) tercih edilen bir durum. Maor ise bu seçeneği kesinlikle düşünmediğini söylüyor. Ağustos'ta askerliğini bitirdikten sonra üniversiteye giderek Arapça öğrenmek istediğini söylüyor. Ve ekliyor: "Hayatta yolumu çizmeden önce ülkemin içinde bulunduğu durumu tam olarak öğrenmem gerekiyor. Bunun için de öncelikle dışladığımız ve nefret ettiğimiz "karşı taraf"ı anlamam lazım. Anlaşmanın ilk koşulu da aynı dili konuşmak. "
Sohbet devam ederken Atlas pasajında bir fotoğraf sergisine gidiyoruz. Jean Mohr'un 50 yıllık süreci içeren "İsrailliler ve Filistinliler: Bazen Yan Yana, Bazen Karşı Karşıya" başlıklı sergisi iki tarafta devam eden savaş boyunca farklı boyutlarıyla gündelik hayatı anlatıyor. Az yorum ve bol bilgi içeren sergiden hepimiz farklı anlamlar çıkarıyoruz. İstiklal caddesinde yürürken Jeremy yoruluyor ve bir parka gidip dinlenmek istiyor. Yıldız Parkı'na gidip oturuyoruz, onlar bana her yerde asılı olan Türk Bayrakları'nın sebebini soruyorlar, ben de onlara İsrail nüfusunun %18'ini oluşturan İsrail vatandaşı olan Filistinliler'e neden "Arap- İsrailli" dendiğini. Bir nevi bizim Osmanlıca'ya "eski Türkçe" diyerek hafıza manipülasyonu yapmamıza benziyor durum. Arap- İsrailliler'in üniversiteye gidene kadar eğitimlerini Arapça alma ve oy kullanma hakları var. Sosyo- ekonomik olarak alt sınıf olarak kategorize edilebilecek bu Filistinliler askerlik yapmıyorlar. Mecliste temsil hakları var ancak nüfuslarına oranla yarı yarıya daha az milletvekiline sahipler.


Sohbet ilerledikçe Türkiye ve İsrail'in milliyetçilik ve vatanseverlik konusunda benzeyen çok yönü olduğunu fark ediyoruz. Azınlıklar, askerlik, nüfus politikaları, demokrasi, kimlik oluşturma süreçleri konusundaki benzerlikler azımsanmayacak derecede fazla. En büyük farklardan biri ise İsrail devletinin Yahudi, Türkiye devlerinin ise laik olması.


Konu Yahudiliğe geldiğinde nasıl olup da Yahudiler'in çoğu zaman zeki ve çalışkan olduklarını tartışmaya başlıyoruz. İyi ve adil olmak için bu özelliklerin yeterli olmadığı hatta çoğu zaman kötüye kullanıldığı konusunda hemfikiriz. Jeremy bunun kesinlikle genetik bir temeli olmadığını söylüyor ve bir fıkra anlatıyor.


Biri Yahudi iki kişi trende yolculuk ederken, Yahudi olmayan Yahudi olana soruyor:
"Siz Yahudiler nasıl bu kadar zekisiniz?"
O sırada yumurta yiyen Yahudi cevap veriyor: Yumurta yediğimiz için, içinde söyle vitaminler var böyle faydalı"
"Hmm. Demek öyle, ben de yiyeyim, bir tane alabilir miyim sizden?"
"Tabii, tanesi 50 şekıl"
Adam yumurtayı satın alıp yerken birden duruyor ve soruyor:
"Bu yumurtanın markette satılandan ne farkı var ki? marketten 1 şekıla alırdım!"
Yahudi cevap veriyor: "Gördün mü işe yaramaya başladı bile."


Şakalardan sonra konu antisemitizme geliyor ve Jeremy Yahudiler'in çokça kullandığı bir Joseph Eötvösz ifadesinden bahsediyor: Antisemit, Yahudiler'den Gereğinden Fazla Nefret Eden Kişidir! Yani Yahudiler kabul ediyorlar ki kendileri nefret edilmeyi hak ediyorlar. Burada çok ilginç bir özeleştri var irdelenmesi gereken. Bir anlamda saflara ayrılmış olmayı yadırgamıyorlar, zaten dost olamayız, zaten anlaşamayız, zaten farklıyız, ötekiyiz. Bunu biliyoruz ve bunda bizim de payımız var. Üzerinde daha çok düşünmem gereken bu sözü tartışmaya devam ederken Taksim'e gitmek üzere parktan ayrılıyoruz. Elimde parktan aldığım uzun dalı sallayıp, düşünürken, Jeremy Çırağan Sarayı'nı görüyor ve neresi olduğunu soruyor. Otel - saray - zenginler - paralar, boşver devam edelim diyorum ama görelim bakalım Türk aristokrasisini diyor ve dalıyoruz içeri. Muhtemelen yanımda 2 metre boyunda iki "turist" olmadan elimde bir sopa ile içeri giremeyeceğim Çırağan'ın havuzunda boğaza nazır yüzen insanlar ve ıstakoz yiyen insanlar var. Kendimi Lost'ta Others'ın ortamına ilk defa girmiş yerliler gibi hissediyorum. Sarayın bir binasının üzerine asılmış iki dev Türk Bayrağı görüyoruz, tam içine girecekken karşılaştığımız uyarı yazısı son derece ironik: "Please do not bother, private meeting" Görüyoruz ki Türkiye'deki çoğu insan gibi Çırağan'dakilerin de kafası karışmış durumda; Türkiye vurgusu yaparken İngilizce yazı yazmak da yeni bir çeşit 'modern' milliyetçilik olsa gerek. Oteldeki küçük analitik turumuzu bitirip kapıdan çıkarken Mehmet Ağar giriyor içeri, elimde sallamaya devam ettiğim dalımla bir bakış atıyorum kendisine, umursamıyor. "Pekiyi" diyorum, "kaale alma seçmenini, öyle olsun :)"


Akşam yemeği için Aycan, Ahu, Sinem, Pınar, Pınar-2, ve Dalga ile buluşuyoruz. Biraz İstanbul biraz politika üzerine devam eden sohbetten herkes memnun kalıyor. Çoğu ilk defa İsrailliler'le tanışıyorlar ve basmakalıp bir kategorizasyon ötesinde bireysel bir ilişki bende olduğu gibi onlarda da önyargılarını gözden geçirme ihtiyacı doğuruyor. Siyasetle orduyu, toplumla bireyi ayrı ayrı ele alıp her birini önce kendi içinde anlamamız gerektiğini hafızamızdaki İsrailli profiline uymayan Jeremy ve Maor'u tanıdıktan sonra bir kez daha fark ediyoruz.


Hepimizin aklında bazı sorulara açıklık getirirken en az o kadar da yeni soru üreten günün ardından "barış" içinde evlere dağılıyoruz.
Bu maceranın sonu...

Kenya 2: Kibera - Nairobi - Mombasa








KİBERA
2.5 kilometrekarelik alanda yaklaşık bir milyon insanın yaşamaya çalıştığı bu mahalleye girdiğimde sefalet kelimesinin benim için ifade ettiği anlamı tekrar sorgulama ihtiyacı hissettim. Binlerce gecekondu, tek göz odalardan oluşuyor. Gecekondu çok ihtişamlı bir kelime buranın standartlarında, bunlar üzeri tenekelerle kapatılmış çamurdan sıvama barınaklar. Kibera'ya girmek her babayiğidin harcı değil. Yanımızda daha önce buraya yardım getirdiği için tanınan Türkler ve mahalle sakini rehberimiz olmasa soyulmak işten değil. Minibüsten indiğimiz an etrafımızı çocuklar ve dilenciler sarıyor. Gruptan ayrılmama ve fotoğraf çekmeme konusunda sıkı sıkıya tembihleniyor ve bir ev ziyaretine gidiyoruz. Evler ortalama 3X3 metreden oluşuyor. Aileler ortalama yedi kişi. Ebeveyn ve çocukların 'oda'ları bir muşambayla ayrılmış. Evlerde akan su yok. Tuvalet yok. Banyo yok. 50 aileye bir tuvalet düşüyor ve paralı. Parası olmayan ihtiyacını bir poşete giderip, yola boşaltıveriyor. Sokakların çamur ve pislikten ibaret olduğu 'yol'larda çocuklar çıplak ayaklarıyla koşturuyor.
Günde bir öğün yemek yeniyor, genelde un ve suyu karıştırıp kızartıyorlar sokaklarda, çoğu evde mutfak da yok. Sağlık taraması yapan doktorlarımızdan korkuyorlar, çoğu hiç doktor görmemiş. Bir sokak arasında kuralı çiğneyip fotoğraf makinesini çıkarıyorum, büyükler yüzünü kapıyor ya da kızıyor. Kimisi ruhunun makineye hapsolacağına inanıyor, kimisi nesneleşip gazetelerde üzerinden para kazanılmasını istemiyor. Bazı çocuklar 'Anneciğim' diye korku içinde bağırarak kaçmaya başlıyor makineyi görünce, bu yüzden vazgeçiyorum. Çektiğim karelerin çoğunda poz vermeye hevesli çocuklar var sadece. Fotoğraflarını çekip ekrandan gösteriyorum, kimisi kahkaha atıyor kendisini görünce, kimisi utanıyor, kimisi kaçıyor yine.

Kibera, çoğunluğu Nibean kabilesinin oluşturduğu yerel dilde 'orman' anlamına geliyor. Bölgeye ilk yerleşenler, Birinci Dünya Savaşı'nda savaşan Sudanlı askerler. 1947'de İkinci Dünya Savaşı sırasında gelen Nibeanlı askerlerle genişleyen yerleşkede Kenya'yı oluşturan 72 kabileden insan var. ıÜüKianda, Soweto, Gatwekera, Kisumu Ndogo, Lindi, Laini Saba, Siranga/ Undugu, Makina ve Mashimoni isimli dokuz mahalle bulunuyor. Mahalleleri etnik gruplara ya da dinlerine göre sınıflamak pek mümkün değil. Fakirliğin, 3 dolara fuhuşu ve adam öldürmeyi mubah kıldığı Kibera, saatli bomba olarak tabir ediliyor. Cüzi bir miktar parayla ayaklanma çıkarmak mümkün. Umutsuzluk ve çaresizlik, düşünme ve muhakeme kabiliyetlerini öldürmüş adeta. Bir öğün yemeğe dinini değiştirenlerin mekanını misyonerler mesken edinmiş. Devletin boş verdiği hatta polisin gir(e)mediği Kibera'da sadece iki tane işlemeyen sağlık merkezi olduğundan hastalık oranını tahmin etmek imkansız. Kimilerine göre her beş kişiden dördü HIV virüsü taşıyor. Ortalama yaşam beklentisi 45 yıl olan ülkenin bu bölgesinde ise 35'e kadar yaşayanlar şanslı kabul ediliyor. Çocuklar kutu kadar evlerde doğuyor, doktorsuz ve ebesiz, bebek ölümleri çok yüksek. Soykırım için silahlara gerek yok burada, adından haiz ormanda güçlü olan hayatta kalıyor. Herşey mubah, değerler sistemini anlamak için ise burada yaşamayı göze alabilecek kadar güçlü bir bünye ve sağlam bir yürek lazım.

İnsanlar sokaklarda. Kibera'da deprem olmamış, sel almamış, yangın çıkmamış, bir travma anı yok. Kiberalıların hayatı başlı başına bir travma, başka türlüsünü bilmiyorlar. Benim birkaç saatte görebildiğim sadece maddi olarak zayıf fiziksel koşullar. Tüm bunları aile içi şiddet olarak birbirlerine nasıl yansıttıklarını varın siz hesaplayın. Tecavüz bile normalleşmiş... Minibüsle sokaklarda ilerlemeye çalışırken insanların yüzlerine bakarak birşeyler anlamaya çalışıyorum, olmuyor... Bu ifadeleri çaresizlikle, umutsuzlukla tanımlayamıyorum. Dehşetle karışık bazılarında nefret dolu bazılarında saygı duyan garip bakışlar var... Biri el sallıyor bana, diğeri ise 'ayıp' bir el hareketi yapıyor. Ben de onların ifadelerini tanımlayamadığım gibi kendiminkini de tanımlayamaz biçimde ayrılıyorum Kibera'dan, birkaç gün içinde dönmek üzere...

Birkaç dakika sonra hem ben hem ekiptekiler kahkahalarla gülmeye başlıyoruz havadan sudan birşeylere. Bize böyle bir gerçeklikle karşılaştığımızda nasıl tepki vereceğimiz öğretilmemiş, duyum eşiğimizi aşıyor, saçmalıyoruz, biz de 'irrasyonelleşiyoruz'.

Nairobi merkeze vardığımızda etrafta bahçeleri elektrikli tellerle, pencereleri parmaklıklarla kaplı villalar ve apartmanlardan oluşan siteler çıkıyor karşımıza. Bu evlerde 1963'e kadar ülkenin resmi halen de gayr-ı resmi sömürgecileri olan İngilizler ve benzer politikalarla ülkeye yerleştirilmiş şu an ekonominin büyük bölümünü elinde bulunduran Hintliler oturuyor. Evet, Hintliler Kenya'nın zenginleri. Afrikalılar kendilerine 'uygarlık' getiren İngilizlere saygı duyarken, onları 'sömüren' Hintlilerden nefret ediyor.

TARİH
Kenya, 1498'de Portekizli kaşif Vasco da Gama tarafından keşfedilmiş. Daha sonra bölgeye gelen Araplar ve Portekizliler arasında 200 yıl süren iktidar mücadelesine son noktayı 19. yüzyılda gücü ele geçiren İngiltere koymuş. 1585'de Osmanlı, donanmasıyla Mombasa kıyılarına ulaşsa da Portekizliler tarafından yakılmış. 1895'te İngiltere tarafından ülkeye British East Africa adı verilmiş. 1902'de Victoria gölünün sınır kabul edildiği hatla Uganda ayrı bir yönetim altına alınmış ve Kenya bugün bildiğimiz sınırlarına sahip olmuş. 1914'te Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan kanlı çatışmalarda 200 bin Afrikalı yani ülkenin dörtte biri İngiliz ordusu tarafından öldürülmüş. 1944'te Kenyalı Afrika Birliği (KAU) adlı bağımsızlık örgütü kurulmuş ve 1947'de başına Jomo Kenyatta'nın geçmesiyle bağımsızlık faaliyetleri hızlanmış. 1952'de diğer bir bağımsızlık hareketi olan Mau Mau grubu beyaz yerleşimcilere saldırılara başlamış. Kenya Bağımsızlık Ordusu'na dönüşen bu hareketlerin başı kabul edilen Jomo Kenyatta tutuklanmış. Ardından başa geçen ıÜüDedan Kimanthi'nin de tutuklanmasıyla, örgüt İngiliz politikasını benimseyerek Afrikalıları öldürmeye başlamış. 1956'ya gelindiğinde çatışmalar 12 bin Afrikalı ve sadece 30 Avrupalının ölümüyle sonuçlanmış, 100 bin Afrikalı hapsedilmiş.


1959'da mahkumiyeti ev hapsine dönüştürülen Kenyatta, 4 yıl boyunca bir mağaradan kurtuluş hareketini yönetmiş ve Kenya 12 Aralık 1963'te bağımsızlığına kavuşmuş. Bağımsızlığın elde edilmesi, 72 farklı etnik gruptan oluşan ülkede yaşanan çatışmaları bitirmeye yetmemiş. İngilizce yerine Kiswahili'nin resmi dil olarak kabul edilmesi 11 yıl almış. Bu sırada komşu ülkeler olan Sudan ve Uganda ile çatışmalar devam etmiş. 1978'de Kenyatta'nın ölümü ile yeni bir kaos dönemi başlamış ve yerli politik grupların etnik çatışmaları körüklemesi sebebiyle İngiliz hayranlığı yeniden yükselmiş. Aralıklarla devam eden iç ve dış çatışmalar, yönetimdeki yolsuzluklar, ekonominin giderek kötüleşmesi sonucu 2001'e gelindiğinde 3 milyon Kenyalı kıtlıkla karşı kaşıya kalmış. Halen başkanlık sistemiyle yönetilen ülkede 224 milletvekilinden oluşan bir meclis, 8 eyalet ve 69 belediye bulunuyor. 2002'de yapılan açık oylama ile başkan seçilen ıÜüMwai Kibaki, eğitim, adalet ve ekonomi konularında reformlara gitmeye çalışmışsa da, yolsuzlukla mücadelede başarılı olmadıgından çabaları yetersiz kalmış.
Bir işportacıdan aldığım 6. sınıf tarih ders kitabının İngilizce olması ve müfredatın İngilizler tarafından hazırlanmış olmasının, İngilizlere olan saygı ve hayranlığı beslediğini düşünüyorum. İngilizler, Kenyalıları ilk olarak köle olarak evlerinde çalıştırmaya başladıklarında, şehir dışından kilometrelerce yolu yalınayak yürümelerini şart koşmuşlar. 1963'e kadar Nairobi'ye ayakkabı ile girmek yasakmış. Fakat evlerde uyguladıkları politika, İngilizlerin adil olduğu inancının yerleşmesine sebep olmuş. Örneğin bir Kenyalı köle olarak bulunduğu evde bir bardak kırdığında 'sahip' gelip, kara kaplı 'hukuk' kitabını çıkarır ve "Bu yaptığının cezası 180 kırbaç, ama ben sana indirim yapıyorum 130 kırbaç" dermiş. Köle de sahibi ona merhametli olduğu için saygı duyarmış. İngilizler, Kenyalıları genetik olarak yetersiz ve yönetim kabiliyetinden yoksun olduklarına inandırmış ve bunu 'bilimsel' olarak öğretmiş, benimsetmiş. Jomo Kenyatta'nın ünlü sözleri tüm bu süreci özetler nitelikte: "Beyaz adam geldiğinde bizim topraklarımız, onların ise İncil'i vardı. Bize gözlerimizi kapayıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onların ellerinde topraklarımız vardı."

NAIROBI

Kenya'nın başkenti Nairobi 3 milyonluk nüfusuyla Afrika'nın en büyük şehirlerinden biri. Tezatlarla dolu şehirde bir yanda minibüse verecek 10 şilini (20 kuruş) olmadığı için günde 8 kilometre yürüyen yerliler, bir yanda onların yürüdüğü yolun tam üstünde batılı standartlarda hizmet veren alışveriş merkezlerinde porsiyonu 600 şiline (12 YTL) yemek yiyen beyazlar ve Hintliler var. Otellerin, alışveriş merkezlerinin kapısında bulunan şu benim bir türlü aklından geçenleri anlayamadığım görevliler, kendi insanlarının buralara girmemesi için özel çaba sarf ediyor.

Beyazlar cipleriyle bir kapalı mekandan diğerine geçerken, Afrikalılar sokakta 35 derece sıcaklıkta kavurucu güneşin altında yürüyor hiç konuşmadan. Nedense konuşmuyorlar, gülmüyorlar. Kendi aralarında bile bir içe kapanmışlık. Sanırım öğrenilmiş çaresizlik böyle birşey. Zor olansa 'orta yol'un olmaması. Sokaklarda onların arasına karışamıyorum ve bu durum beni müthiş rahatsız ediyor. Ortadoğu'da, Avrupa'da çok rahatça, biraz zorlarsam Asya'da, hele hele Amerika'da, insanlarla iletişim kurabiliyorum. Biraz konuşunca varsa önyargılarını değiştirebiliyorum. Az çok düşünme biçimlerini biliyorum. Ama burada koşulsuz bir önkabul var. Yürüyemiyorum...Konuşamıyorum...Unutuyorum işte ben de beyazım onların gözünde ve bu duvarı aşmak hiç de kolay değil. Yol kenarında oturmuş bir kadına onun da üstündeki elbisesinden olan aldığım kumaşı gösteriyorum mesela, "Kumaşlarınız çok güzel, ben de aldım" diyorum, "Eee" diyor, "Banane!" Bir işportacıya sattığın resimler ne güzel diyorum, hangisini istiyorsun söyle ve al, yoksa yürü git tavrıyla yaklaşıyor. Fotoğraf çekmeye kalksam, hemen para istiyor diğeri. İstersen senin derdini ülkemdekilere anlatmak istiyorum de, istersen senin tarafındayım de, duymuyor, dinlemiyor, parayı ver de diyor, ne yaparsan yap.

Hayal kırıklığıyla yolun karşısındaki alışveriş merkezine geçiyorum ve kapıdaki görevli "Hi, ma'm" diye muazzam bir yapay sevecenlikle karşılıyor beni. Ya bir durun, bir anlatayım, ben ne sizin nefret ettiğiniz beyazım ne de saygı duymanız gereken. Ne olur bir dinleyin, neden anlamıyorsunuz beni, nasıl bu kadar bir duvar var aramızda? Yan yanayız, aynı zamanda ve aynı mekanda. Aynı dili konuşuyoruz, ama olmuyor. Nasıl bu kadar farklılaşıp, uzaklaştık? Gerçekten genlerimiz mi farklı yoksa? Hayır lütfen öyle olmasın! Sen de ben de insanız, ortak birşeyler konuşabiliriz, anlayabiliriz birbirimizi, anlayabilmeliyiz! İnsanlar gibi duygular da siyah beyaz burada, ‘Ya sev Ya terk et’ gibi ‘Saygı duy ya da nefret et’ seklinde şeklinde kategorizasyonlar.
Kaşlarım Küçük Emrah, vitrinlere bakıyorum ve bir halıcı dükkanında bir Türk gördüğümü zannediyorum. 60 yaşlarındaki amcanın gözü de bana takılıyor. İlk defa bir Türk gördüğüm için bu kadar heyecanlanarak içeri giriyorum, halıcı amca selam veriyor, Afgan’mış. Hemen bir selamlaşma, hal hatır, sıcaklık, o da beni 'kendi'nden sandı herhalde. Türk Tarihinin Ana Hatları'nı düşünerek çıkıyorum dükkandan. Karşıdaki vitrinde çerçevelenmiş tablolar var: Gandhi, Marthin Luther King Jr., Mandela, Bob Marley. Ezilmiş ve eğitilmemişlerin hep bir kurtarıcıya ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum. Kendilerinde olmayan ve olmasını istedikleri tüm olumlu vasıfları idealize ederek bir kişiye yüklüyorlar, ilahlaştırıyorlar diyorum. Kenyatta'nın resminin olmamasına şaşırıyor, Türkiye'yi düşünüyorum...Yürümeye devam ediyorum...

MOMBASA

Kenya'nın ikinci büyük şehri Mombasa, Hint Okyanusu'na kıyısı olan bir yarımada. İklimi Antalya'yı andırıyor. Yüzde kırkı Müslümanlardan oluşan şehrin nüfusu 900 bin civarında. Nairobi'nin o matemli havası, Mombasa'da yok. Müslümanların birçoğu Yemen, Sudan ve Somali kökenli. Ülkeye yerleşeli yüzyıllar geçmesine rağmen, farklı etnik gruplar arasında evlilik yapılmamış. Bunun yanında farklı dinlerden olma bir çatışma unsuru değil. Her gittiğim yerde bu olguyla karşılaşmam medyanın kurgusallığını bir kez daha düşünmeme sebep oluyor. Belki de günü kurtarmaya çalışan insanların önceliği karın doyurmak dolayısıyla para olduğundan, kimin hangi dinden olduğu hiç fark etmiyor.

Nairobi'de yapamadığımı burada yapıyor ve sokaklara akıyorum. Nispeten daha turistik bir bölge olduğundan sokaklarda tek tük yürüyen beyazlara rastlamak mümkün. Caddeler boyu yerlere serilmiş tezgahlarda özenle dizilmiş domatesler, ananaslar, mangolar ve adını bilmediğim birtakım sebze ve meyveler satılıyor. Korsan CD'ciler var, daha çok Gospel müzik ve Amerikan filmleri revaçta. Yine de bildiğim o neşeli, bir yerlerden müziklerin geldiği çarşı ortamı yok. Sokaklar çok kötü kokuyor. 40 dereceye yaklaşan sıcağın etkisiyle pislikler, çöpler eriyip iyice yapışıyor yollara. Bir kasap, buzdolabı yok ve et satıyor. Bir lokanta, kokudan kırılıyor içerisi ve insanlar orada yiyorlar yine de. Sokaklardan birinin köşe başında oturmuş 5-6 kadın çekiyor dikkatimi. Yanlarında kendilerinin 3 katı kadar da çocuk var. Çocuklar hemen yapışıp para istiyor. Bir sürü, gitmiyorlar. Sokağın sonuna kadar geliyorlar, 10 adım kala dönüyorlar, çok profesyoneller. İkna kabiliyetlerinin işlemediği sınırı çok iyi çizmişler, hepsi aynı anda dönüveriyor geri.

Minibüsler var caddelerde rengarenk. Sanata dair tüm becerilerini, politikayı, inançlarını hep bu minibüslere yansıtmışlar. Hepsi renk renk, üzerlerinde sloganlar, resimler, grafitiler, sevdikleri kişilerin isimleri, destekledikleri siyasi partinin adı ya da "Hz. İsa bizi kurtaracak, Hz. Muhammed'e saygı" gibi dini sloganlar var.
Siyahlar sokakta meyve sebze satarken, dükkanlar Hintlilerin elinde. Hediyelik eşya dükkanlarında pazarlık payı bırakmadan "aaa, o el emeği" şeklinde 'emek'in hakkında bir fikri varmışçasına ajitasyon yapıyorlar. Sanırım İngilizler yine villalarında, pek göremedim ortalıkta...
En azından alışveriş yaparken, 'kutsal'ı değiştirirken sohbet etmeye çalışıyorum. Çoğu Türkiye'yi hiç duymamış. Bazıları ise Galatasaray diyor başka birşey demiyor. Tugay'ın şu an hangi takımda oynadığından Emre Belezoğlu'nun gol çizelgesine herşeyi bilenler var. Futbol çok önemli, Zidane'ın dünya kupasında attığı kafayı soruyorum, "İyi yaptı” diyor, “ailesine laf etmiş Matarazzi". Futbol bir anlamda dünyayla bağlantılarını sağlıyor. Dünya coğrafyası öğretip, sosyal ezilmişliği telafi ediyor.

Kenya 1: Tanışma ve Şaşırma Evreleri



26 Aralık 2006 Salı günü hayatımda yeni bir dönüm noktası oluşturacak olan Kenya seyahatinin başladığı gündü. Etkileneceğimi ve üzüleceğimi biliyordum da böylesine sarsılacağımı, 25 senede oluşturduğum tüm anlam dünyasının bu gerçekliği anlamaya yetmeyeceğini tahmin edememiştim. Ayağında bir çift terliği olanın sosyete sayıldığı, plastik topu alamadığından bir parça çamurun etrafına naylonu bağlayıp oynayan çocukların koşturduğu, üç dolara adam öldürmenin normal kabul edildiği, hayatında doktora gidememiş insanların 2 metrekarelik, tuvaleti dahi olmadan günde bir öğün yemek yiyerek yaşamaya çalıştığı evlerle dolu mahallelere gittik. Gördüğüm her acı dolu yüz, her ürkek bakış, her yürek burkan hikaye sonrası biraz daha ürktüm bu duruma düşenlerin/düşürenlerin halinden.


Emirates Havayolları'nın Dubai uçuşu leziz yemekler ve ev konforu tadında 5 saat sürdü. Biraz film, biraz kitap, biraz grupla muhabbetten sonra gece 1.30 da Dubai'ye vardık. “14 saat bekleme süresini nasıl geçireceğiz” stresi, buradaki maddi ve kültürel çeşitliliğin zenginliğini gördüğüm an hafifledi. Sadece transit yolcuların girebildiği alanda bile binlerce insan vardı her ülkeden. Kimisi bir bavula yaslamış başını, çoluk çocuk uyuyor, kimisi Dubai International Otel'in konforlu uyuma odalarına saatine 25 dolar ödeyerek gideriyordu yorgunluğunu. Hintli isçiler ayakkabılarını yastık yapmışlar, Amerikalılar uyku tulumlarını yaymışlar sere serpe kulaklarında ipodları... Biraz yürüdükten sonra bu dağılımın aslında pek de iç içe olmadığını, sınıfsal farklılıkların her halükarda sürdüğünü fark ettim. Herkes kendi gibi görünenlere yanaşmıştı uyuyacağı mekanı seçerken. Işıklardan kamaşan gözlerini korumak için uçaktan yürüttüğü battaniyeyi boylu boyunca tüm vücuduna saranlar cenazeler gibi yerlerde. Biraz insan gözlemi, biraz free shop gezerek geçen 5 saatten sonra uykum geldi ve uyuyacak, uyurken de bavulumun yürütülmeyeceği bir mekan aradım. "Mosque for women" yazısı çarptı gözüme, baktım ki içerisi sessiz ve karanlık, benden önce de benim gibi düşünenler olmuş, ben de bir köşeye kıvrıldım. Arada bir gelip "Bayan burada uyunmaz, hadi hadi" edasıyla beni dürtükleyen bir Filipinli temizlikçi ablaya pek de kulak asmadan 3 saat kestirdim.
Uyanınca pılımı pırtımı toplayıp Emirates geleneğiyle modernini birleştirmiş han tadındaki transit yolculara özel beleş yemek salonunda kahvaltı ettim. Küçük Amerika, ırkçılık ve ayrımcılığı atlatamamıştı henüz, Hintiliere ve Afrikalılara bariz bir tepeden bakma ve aşağılama mevcuttu ilk fırsat ve müsait bir yerlerde...

14 saatin sonunda uçağa bindiğimizde karsılaştığım ortam Afrika'ya gittiğimi gerçekten anlamama sebep oldu. Yapılan anonsa göre, hostesler İngilizce, Arapça ve Fransızca'ya ek olarak iki de yerel dil konuşuyorlardı. Bu çeşitliliğin sebebini yolcu profili anlatır nitelikteydi. Rengârenk kıyafetli siyahlar, Indiana Jones şapkalarıyla safariye giden beyazlar, Somalili mi Sudanlı mı olduklarını çözemediğim Müslümanlar, zamana ve mekâna meydan okuyan kıyafetleriyle Hintliler tam bir cümbüş oluşturuyordu.

5 saat süren ikinci uçuşun sonunda Nairobi'ye vardığımızda yola çıkalı 23 saat olmuştu ve epey yorulmuştuk. İnternetten aldığımız bilgiler, Türk vatandaşlarına vize gerekmediğini söylediğinden direk çıkış noktasına yöneldik. Sıra bana geldiğinde görevli bu konuda bilgisi olmadığını ve amirine danışması gerektiğini söyledi. Başka bir görevli gelip bizi sıraya soktu. Biraz bekledikten sonra bir başkası gelip kendisini takip etmemizi söyledi. "Yardım için geldiğimizi anladılar, bizi VIP'den geçirecekler" diye sevinirken paçalarından patronluk akan gürbüz bir siyahi amca tepeden şöyle bir süzdü grubu ve grubun sözcüsünün onunla ofisine gitmesini salık verdi.


"Size Türklerden vize istenmediğini kim söyledi? Ver bakalım şu pasaportları!"
"Şey yani biz internet, konsolosluk, görevli..Gerekiyorsa alırız, sadece sormuştuk"
"Vize gerekiyor, dışarı çık ve bekle."
"O zaman verin pasaportları alalım dışarıdaki sıraya girip"
"Hayır, ben kontrol edeceğim önce, çık ve bekle"

Hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun gümrükten geçer gibi para ve pasaportu uzatıp bir dakikada alınıyordu aslında vize. 'Patron'un neden bize zorluk çıkardığını anlayamamıştım, içten içe sinirlenmeye başladım yarım saate yaklaşan bekleme süresinde. Kapıda bekleyen görevlilere spekülatif düşüncelerimden bahsedince "Şşş, o patron, otur ve bekle" cevabı yinelendi. Patron beni tekrar içeri çağırdı, "şu formları doldur, onu getir bunu götür"le biraz daha can sıktı durduk yere. Sonunda bürokrasi yerini buldu ve pasaportları alıp daha havaalanında bu ülkede hak hukuk olmadığını kanıtlamak istercesine birbirini iten kalabalığın arasına girip adam başı 50 dolar ve yeni bir yarım saat sonrası vizeleri aldım. 'Sınır'ı geçtik ve eşyalarımızı almaya gittik. İki valizimiz kaybolmuştu. Kayıp formunu doldurmak için bir görevliden diğerine koşturarak iki saate yakın daha bekledik. Harap ve bitap, yardım kolilerini ve valizlerimizi alarak gümrüğe gittik. Safaricilerin ellerini kollarını sallayarak geçtiği gümrükte "Hooop hemşerim, dur bakalım" edasıyla durdurulduğumuzda sinir katsayım iyice yükselmişti. Mazlum Afrikalı görüntüsünden çok uzak olan bu görevli, kolilerde ne olduğunu, neden geldiğimizi sorgulamaya başladı, ben de keşke safari şapkası taksaydım diye hayıflanmaya...



Asıl rotamız olan Nijerya'da iç çatışmalar arttığından son anda Kenya'ya gelince, bürokratik yazışmalar yapılmamıştı ve görevli sebebini asla çözemeyeceğim, bıyık altından gülen bir tavırla getirdiğimiz herşey için gümrük vergisi istiyordu. Sakince, tane tane, derdimizi anlatmaya çalıştığımda görevlinin beni dinlemeye tenezzül dahi etmediğini gördüm. Kolilerden birini açtığında içindeki ilaçları gördü ve "ülkeye ilaç sokamazsınız, illegal" dedi, ben de açtım ağzımı yumdum gözümü: "Yardım getiriyoruz kardeşim, ne diye zorluk çıkarıyorsun, safaricilerin eşyalarını neden kontrol etmiyorsun da bize taktın durduk yere" deyince görevli "Senden mi öğreneceğim işimi" diyerek diğer görevlileri çağırdı. Dernek temsilcileri tüm soğukkanlılıklarıyla "tamam vergisini ödeyelim de gidelim artık" diyorlardı, bense gördüğümüz muameleyi interaktif bir biçimde anlamlandırma derdindeydim. Sonunda bütün kolileri tek tek açtılar, ilaçların, kıyafetlerin, hatta çocuk tokalarının fişlerini görmek istediler görev aşığı hizmette sınır tanımayan görevliler. Fişler olmayınca kafalarına göre fiyatlar belirlemeye başladılar. Açılan koliler tekrar bantlandı ve arkadaşların bir kısmı sayılan kolileri alarak dışarı çıktı. Rüşvet istediği aşikar olan görevli, "onlar niye çıktı geri gelin, tekrar sayacağız" diyerek yetkisini kullanırken ben durumdan koptum ve kendi dünyama döndüm. Kameramı alıp, tuvalete gidip temizlikçilerle röportaj yapmaya başladım. Geri döndüğümde artık son aşamadaydık, görevli ödeme belgesini hazırlıyordu, hesapladı, topladı, çarptı, yazdı, yazdı, yazdı ve 280 dolar hesap çıkardı ki bu onun 6 aylık maaşı demekti. En sonunda elime kağıdı vererek bir bankoyu işaret etti, "git oraya öde" diyerek. Bankoya varıp kağıdı verdiğimde bunu önce bilmemne biriminden onaylatmam söylendi. Çaresiz bilmemne birimine yürürken, görevliye "neden beni oraya gönderdin madem" demekten geri kalmadım, cevabının ne olduğunu bilsem de. Bilmemne amiri, kağıdı aldı inceledi, diğerine verdi, sonra sanki güneşli bir günde Beşiktaş- Kadıköy vapurunda yan yana düşmüşüz edasıyla muhabbete başladı. Benim Kenya'ya yine geleceğimi ve burada evlenip kalacağımı söyledi. Sinirlenmenin yerini şaşırma almıştı. Adam bunu gayet ciddi söylüyordu içine doğduğu referansına gönderme yaparak. Yandaki görevli hayati bürokratik işlemleri sürdürürken ben de medyum görevliye bize yapılan muameleden sonra asla Kenya'ya gelmeyeceğimi, gerekirse Uganda'ya yerleşeceğimi söylerken "aynı dili" konuşmaya başladığımızı fark ettim. İşkenceci esas adam da gelip muhabbete dahil oldu hiçbirşey olmamış gibi. Evrağın işlemi bitti ve tekrar vezneye gittim. Bu kez de görevli kaymak gibi yüz dolarlık banknotlardan birinin 2000 yılından önce basıldığını ve geçersiz olduğunu söyledi, artık tartışmıyordum. Gidip başka bir banknot buldum parayı ödedim ve en sonunda dışarı çıktık.

Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Bizi bekleyen minibüse eşyaları yerleştirerek sağanak yağmur altında sağdan ilerleyen trafikte otele doğru yol almaya başladık. Havaalanı çilesinin bitmiş olmasının sevinciyle bulduğum ilk kurbanı-şoförü- soru yağmuruna tuttum hayatıyla ilgili. 6 çocuğu olan 42 yaşındaki bu Kenyalı ayda 50 dolar kazanıyordu ve halinden gayet memnun görünüyordu. Kenya'nın nüfusundan AIDS oranına, günlük hayattan, yeme içme alışkanlıklarına birçok konuda bilgi sahibi olurken otele vardık ve minibüsün yine sebebini çözemediğim bir durumdan anahtarla değil tornavidayla açılıp kapanan bagaj kapısı birden açılmamaya karar verdi. Ben "Acaba bu bir taktik mi, gelin arabasının da zarf vermeyince kapısı açılmaz" şeklinde kültürel çözümlemelerle vakit kaybederken, ortamdaki erkekler bilek gücüyle meseleyi hallettiler.

Otel Stanley Kubrick'in The Shining filminin seti gibiydi. Sessiz, yüksek tavanlı, ürkütücü ve terk edilmiş bir hali vardı. Hızlı adımlarla odaya çıkıp camı açtım ve şehre baktım: Karanlık aynı karanlık, sessizlik aynı sessizlik, ama garip bir hava vardı adını koyamadığım. Sanki şehir yasta gibiydi. Ürkütücü ve terk edilmiş hava dış mekana da yayılmıştı. Acaba ben mi çok karamsardım? Kendimi hüzünlü bir şehir bulmaya mı şartlamıştım? Bu düşüncelerle uykuya daldım ve derin bir uykudan sonra erkenden uyandım burada geçireceğim zamanın kıymetini hatırlayarak.

Kahvaltı salonuna indiğimde olumsuz atmosferin geceye mahsus olmadığını ve devam ettiğini gördüm. Nereli olduklarını bilmediğim, kendi ülkelerinde ya da Türkiye'de önyargılı yaklaşmadığım 'beyaz'lar burda rahatsız ediyordu beni. Pencereden dışarı baktığımda odun dolu el arabalarını iten yalınayak adamları, başının üstünde paketler, sırtlarında çocuklarla yürüyen dilenci kadınları görünce, içeride Noel şarkıları eşliğinde krep yiyor olmak çok garip geldi. Aslında İstanbul da böyle ama kendi ortamının dışına çıkınca detayları görmek daha kolay oluyor sanırım. Fazla oyalanmadan toparlanıp çıktık ve Nairobi'de uzun süredir yaşayan, Türk okullarında bu ülkenin en elzem ihtiyacı olduğuna inandığım eğitim faaliyetlerini sürdüren öğretmenlerin rehberliğinde Afrika kıtasının en büyük gecekondu mahallesi olan yaklaşık bir milyon insanın yaşadığı Kibera'ya gittik.



Diğer Kenya fotoğrafları için bkz.


http://pg.photos.yahoo.com/ph/cellmafish/album?.dir=84ecre2&.src=ph&store=&prodid=&.done=http%3a//pg.photos.yahoo.com/ph/cellmafish/my_photos

En Zahmetsiz Vize: Hindistan

hindistan vize

Bugün hayatımın en önemli ve heyecanlı seyahatlerinden birini gerçekleştirmek için ilk adımı atmak üzere Hindistan Başkonsolosluğu’ndaydım. Konsolosluktan çok tipik bir bankayı andıran mekan Harbiye’de bir hanın 7. katındaydı. Hiç sıra beklemeden, aranmadan, aşağılanmadan, gerilmeden bankoya gittim ve dünyanın en güleryüzlü vize memuresiyle karşılaştım. Türkçe konuşuyordu fakat aksanı Hint aksanından çok farklıydı. Bir kaşına gözüne bir aksanına bakıp nereli olduğunu anlamaya çalışırken sevimliliğin doruklarında formumdaki bilgileri kontrol ediyordu. Doğum günü hanesini doldurmayı unutmuş olmama hiç sinirlenmedi (Allah kimseyi Schengenciler’in eline düşürmesin) ve şefkatle benim yerime dolduruverdi. Sadece bir form iki fotoğraf ve 40 Amerikanya doları karşılığında konsolosluk fobimi yenme yolunda önemli bir adım atmış olmanın sevinciyle okula gittim.

Birkaç saat sonra, akşamüstü pasaportumu geri almak için gittiğimde vizem hazırdı. Dayanamayıp nereli olduğunu sordum ablaya, Doğu Türkistan’mış, Nepal tahminim tutmamıştı ama belli ki o da benim laf atmamı bekliyormuş, o ne kadar kalacaksın diye sordu, ben Doğu Türkistan- Hindistan- Türkiye tarihçesine giriş yaptım, laf lafı açtı. Aramızdaki koca camı ve konsolosluk, devlet, otorite, resmiyet kavramlarını bir an unutarak muhabbet etmeye başladık. Hindistan’da yalnız dolaşmamamı, pis kokuya aldırmamamı ve aşılarımı yaptırmamı tembihledi. Herşey son derece samimi ve mantıklıyken birden evli olup olmadığımı sordu ve bir anda fortuneteller moduna bürünerek Hindistan’da evlenebileceğimi söyledi. Bu muhabbetin çok benzerini Nairobi’deki gümrük memuru da yaptığından pek normal karşıladım, ‘kısmet’ dedim. Uzun lafın kısası keyifle 6 aylık bir çok girişli bir Hindistan vizem oldu, pasaportuma renk kattı, kendisine hoşgeldin derken sizlere de bir gün gerekir ve gereksin inşallah diyerek Hindistan vize bilgilerini veriyorum.

http://www.indembassy.org.tr/html/sayfa13.htm

HİNDİSTAN BÜYÜKELÇİLİĞİ
CİNNAH CAD. NO:77/A
06680 ÇANKAYA/ANKARA
Tel: (312) 4382195-98
Faks: (312) 4403429

HİNDİSTAN İSTANBUL BAŞKONSOLOSLUĞU
CUMHURİYET CAD. NO: 18 DÖRTLER APT. K:7
İSTANBUL
Tel: (212) 2962131-32
Faks: (212) 2962130

HİNDİSTAN İZMİR FAHRİ BAŞKONSOLOSLUĞU
ANADOLU CAD. NO: 37/39 KOYUNCU HAN
35010 İZMİR
Tel: (232) 4330549-4614660
Faks: (232) 4350549

Sunday, May 13, 2007

Cahil Aydınlara Özgürlük Dersi

Resmi ideolojinin sivil hatattaki savunuculuğu misyonunu yüklenmiş “aydın”lar, sanılanın aksine aydınlanmış kimseler falan değillerdir. Toplumu kendi istedikleri ya da onlara istetilen biçimde değiştirme misyonunu üstlenmiş bu totaliter kimseler daha aydınlanmadan aydınlatmaya çalışmaktadırlar. Az gelişmiş toplumların modernleştirme projesinin olmazsa olmazlarından olan bu kimselerin düşünceleri entelektüellerin aksine sabittir ve bir amaca hizmet etmektedir.

Aydın, kendisini toplumdan üstün görür ve toplum adına topluma rağmen karar vermeyi kendinde hak görür. Özgür iradeyi hiçe sayar ve kendi doğrularını empoze etmeye kalkışır. Bunu yaparken de başkalarının yapıp ettikleri, düşünceleri ve inançları ile ilgili ahlaksız ve saygısız yorumlar yapmaktan çekinmezler.

Entelektüel ise Türkiye’de anlaşılamamış bir kavramdır. Küçük burjuva tarafından belirlenmiş bir dizi filmi seyretmiş, kitabı okumuş ve düşünceyi benimsemiş olmaktan, zekasıyla gösteri yapmaktan, fular takıp pipo ile gezmekten farklıdır. Entelektüel hükümlerini belli bir ideoloji çerçevesinde değil aklıyla verir. Her zaman hakikati arar ve sürekli şüphe eder. Bu yüzden de sürekli değişir, kendini yeniler. Egosunu yenmiş kişidir, fark edilme kaygısı yoktur ve her zaman yalnızdır. Kitlelere hitap etme ve onları dönüştürme gibi bir kaygısı olmadığı için özgürce konuşur ve söyledikleri çoğu zaman ya anlaşılmaz ya da kabul görmez.

Aydın yerel, entelektüel evrenseldir.

Çağdaşlaşma zırvasıyla basın ve yayın organlarını işgal edip totaliterlik propogandası yapan isimlerinin ve akademik ünvanlarının içini dolduramayan NUR hanımlar, şu aşağıdaki dersten sonra şöyle bir silkelenip kendilerini sorgulamışlar mıdır acaba?

Uzun ve Genis Serce

Perşembe akşamı E-5′ten eve dönerken sağ tarafıma bir baktım ve şu manzarayla karşılaştım. Abi üşenmemiş, tedavülden kalkmış emektar serçe’nin üzerine “UZUN VE GENİŞ ARAÇ” tabelası taktırmış. Önce hayret ve heyecanla izledim sonra hemen makinemi çıkarıp kayda geçtim. Bu arada abi’yle göz göze geldik, kaydettiğimi görünce gülümsedi, hoşuna gitti. Ben de kendisine “Harikasın, çok komik olmuş, kralsın” şeklinde övgülerimi ilettim.


Saturday, May 12, 2007

Yorulmak...

Uygulanamayan planlar ve bir turlu yakalayamadigim bir zaman...Genis zamanda yasamaya calisirken simdiki zamanin bile gerisinde kalmak...Sabah 11'de bilgisayarin basina oturup arastirma yapacakken yine baska konulara dalmak. Teknolojiyi ve interneti bir kez daha takdir edip konsantre olmaya calismak. Hmmm etnik catismalar, dogru, aslinda hicbiri etnik temele dayanmiyordu. Somurgeciler giderken gucu kucuk gruba birakiyor ve kalanlarla yasadiklari guc catismasinin icinden de boylece siyriliveriyordu. Tamam bir odevin konusu bu olsun. Devam. Tezin proposalini yazmak lazim, yok mu bu kelimenin Turkcesi? Neyse. Duvar...duvar...Bu tarafi obur tarafi, olusturdugu zihin haritalari, gecen zaman, uzayan kolonlar. Eski duvarlar? Evet Berlin, Cin, oku, oku. Meksika'ya da mi yapiliyor? Zalimlik bir zamana, mekana ve ture ozgu birsey degil yine gordun!

Hindistan'a gitmek istiyorum. Tum bu ugrastiklarim cok anlamsiz. Gidip dolasalim Khushbu'yla, arka mahalleleri gorelim. Tac Mahal mi? olabilir, hicbirseye siddetle karsi degilim artik. Madem turistiz gorelim gitmisken. ama arka mahalleler? evet hem de belgesel yapalim. Su 3. dunyada belgesel yapma, yardim eli uzatma kliselerini alalim beyaz adamin elinden! Iste Khushbu, yasasin Gtalk: S:What's up babe? Is it hot in India?
K: Not as hot as you sweetie!
S:Oh oh how nice of you. Hold on I can't make it on the 5th, i am not going to be able to finish the damn papers in three weeks, what do you say?
K:Oh, Please we'll write them here, I'll help you.
S:I don't want to worry about colonialism paper in India, you know? OK, are we going to make the documentary? YES! We'll save India. Haha, I want to go to the Ghettos. Here is my idea. All representations of the cities are so commercialized and limited. When we think about New York or Paris we just have images of landmarks we see on the postcards. About the east, we don't even have anything. So now I am doing this project in "ghetto" neighbourhood of Istanbul which looks just like Palestine refugee camps. When you see the photos you are not going to be able to tell the difference. the world order is manipulating our minds, i am manipulating the others'
K: Sounds good, i have all equipment here like camcorder, tripod, don't bother to bring anything
S: OK, I can't wait to come, do you know about the stuff happening in Turkey?
K: I heard the military is taking over the power, is it true? what the hell?
S: You didn't believe me when I told you last summer, there is no freedom, no democracy, no nothing here, people without the capacity of thinking, pretend to be modern and liberal. I get so bored and depressed paying attention to this. Let's discover your ancestors! Do they know you are American or you can act like a total Hindu?
K: They do understand but i survive, what are your plans after India?
S: Some Turkey then West Bank around September, don't worry I'll come to Amman and take you to Gaza. I don't know how the heck we are gonna get in though...
K: Please come, how can I possibly cross the border with three suitcases on high heels and in designer clothes?
S: Hehe, here I am Ms. America, this is going to be quite an adventure. Maybe i should do my thesis in Gaza, but there is no wall there. or there is?
K: Nope
S: Then maybe we can build one, nobody would care
K: That's so mean!
S: OK, OK... I'll email you my reservation details soon, gotta go
K: Be safe

Khushbu sahneden ayrilir, 6 teyzesi ve 83 dayisinin Hindu'yuz demeden yasadigi Musluman sehri Ahmedabad'da 45 derece sicakta, gider adlarini bir turlu ezberleyemedigi akrabalarinin yanina.

Selma hemen daginik dusuncelerine yeniden konsantre olur: Henuz kamuya aciklamasinin mevcut Turkiye kosullarinda uygun olmayacagi birtakim siddet icerikli dusuncelerini, balkonda ona sevgiyle bakan annesine anlatmaya girisir. "Anne, sence teror orgutleriyle ordularin farki ne?" "Biri ideolojisi icin yapiyor, biri mecburiyetten herhalde bilmem ki" Ya anne biraz dusun, derinlemesine, iki tarafta da mecburiyet var iki tarafta da adanmislik var, araclar ayni, davranis bicimleri ayni, vs. vs. vs. "Ya ne olurdu sanki psikolog olarak calissaydin, soyle herkes gibi gidip gelseydin isine, ne yoruyorsun kafani bu islere" "Hhehahehaha"

Odasina doner, Filistin bloguyla ugrasmaya baslar, biraz cevirir, biraz duzeltir, bir ara gidip Ingilizce ogretir, doner blogu degistirir, printerin calismadigini gorup sinirlenir, kirtasiyeye gider ve kalin yapraklari olan bir defter ister. Zavalli amca da gider kalin bir defter getirir, ilkinde guzelce tekrar anlatir ne istedigini "Oyle degil yaw, yapraklari kalin olacak, sayfalarina fotograf yapistiricam, yok mu cocuklarin sanat sepet defteri, oyle bisey" " O yok ama kalin kapakli var" Vardir tabi kalin kapakli, ben neden konusuyorum ki, nasil anlaticam, niye anlasamiyoruzzzzz, eve doniyim ben!

Doner yine inine doner oturur bilgisayarin basina, karni acikmistir ama kalkip da yemek yapacak degildir herhalde, su icer biraz tutar su, bir saat sonra iyice acikir, bir paket cips bulur onu yer, devam eder okumaya ve arastirmaya. Telefon calar, Ankara'dan eski ev arkadaslari ararlar, bir aradalardir, biri evlenmis hamiledir, digeri kariyer sahibi bir tercuman olmustur, hala cok tatlilardir ama artik ayni duzlemde degilizdir ne yazik ki.

Bir baska arkadasi arar, Sapanca'dayim gel der, odev yapiyorum basimi kaldiramiyorum der, oyle yorgun ve ictendir ki bunu soylerken kendi bile inanir.

Dunku toplantidaki bazi ogrencileri dusunur, entelcilik oynayan zavallilari. Hicbir siyasi ve ekonomik gucu yokken "Israil soyle yapsin, Filistin boyle etsin' diyerek dunyayi degistirebilecegini sananlari. Aklini eglendirmek icin, huzunlerine nesne bulmak icin Filistin'i kullananlari, yine sinirlenir kendi kendine. Youtube'dan bir video seyreder kendine gelir hemen.

Kendisinin duygularini asagilikca suistimal ederek "yarin hemen gondericem" diyerek 40 milyonunu yuruten adami arar, adam kesinlikle acmaz telefonunu, kendisini blounda desifre etmeye cok yaklasir ki son anda vazgecer, bumerang kuralini hatirlar, duygularina hakim olur, ofkesinin yonunu degistirir.

Wordpress'i kesfedip butun blog u oraya tasimaya kalkisir ama yanlis blog u tasir, saatlerce onlari siler, digerlerini yapistirir, etiketleri duzenler, sistemi anlamaya calisir ve sonunda epey ilerletir. Saat gece 2.19 olmustur. Galiba artik cok gectir odeve baslamak icin, yeni ve umut dolu bir gunun hayaliyle saygilar sunarak ayrilir sahneden...

Wednesday, May 09, 2007

Panel: Adı Çok Söylenip Kendi Az Bilinen Bir Dünyaya Dair- ALTERNATİF FİLİSTİN

Konuşmacılar: Aycan Ak, Selma Şevkli
Tarih :10 Mayıs 2007 Perşembe
Saat:16.00-18.00
Yer: Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü KY 225 no'lu oda
Organizasyon: Bilgi Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Kulübü
Program: Ilk bolumde şehirler arası ulaşım, harcamalar, neden ve nasıl gidebiliriz, gezilecek görülecek yerler, Filistin'de eğitime verilen önem, günlük hayat, Nasıra'da yaşayan Arap İsrailliler, Filistin yanlısı İsrailliler vs. (Seyahat sırasında çekilen fotoğrafların bir bölümü konuşma sırasında akacak, en sonda ayrıca bir power point sunum)

İkinci bölümde, yine yakın zamanda Filistin'e gitmiş Lila Mastora ve Murat Özsoy da bize katılacak ve hep birlikte dinleyicilerin sorularına yanıt arayacağız.

Tuesday, May 01, 2007

İstanbul'da Filistin'i Bulmak: Sulukule


Çocukluğumudan beri aklıma bir şekilde "çingeneler, eğlence, müzik, Romanlık, sokak kültürü, Gırgıriye" gibi birçok yüzeysel kavramla eşleşerek yerleşmiş bir mahalle olan Sulukule'ye hiç gitmemiştim. Biraz duyarlılık, biraz popülistlik sonucu son zamanlarda yıkılması ile gündemdeydi Sulukule.


Biz de "duyarlı", "entel-dantel" Bilgi'li öğrenciler olarak dün Sulukule'deydik. Aslında Dilek'in Şehir Temsilleri dersinin dönem projesi ile ilgili araştırma yapmaktı gidiş amacımız. Daha doğrusu o araştırmaya niyet etmişti, bense böyle akademik
kaygılara hiçbir zaman sahip olamadığımdan, gezmeye ve eşlik etmeye gitmiştim.

Aksaray'daki Ulubatlı metro istasyonundan 10 dakika yürüme mesafesindeki semte girdiğimizde Necati Amca karşıladı bizi. Kendisi doğduğu evin önünde bize röportaj verirken, heyecanla mahallenin tarihini ve yıkılacak olmasından dolayı yaşadığı üzüntüyü anlattı.

Onun evinin hemen yanında başlıyordu yıkık evler. Bir an kendimi Filistin'de zannettim. Hem sokakların darlığı, hem yıkık evler, hem de insanların sıcaklığı çok benziyordu birbirine. Belli ki onlar da alışmışlardı son zamanlarda muhitlerine gelen giden yabancıların artmasına, kimse orada olmamızı garipsemedi. Gazeteci olmadığımızı öğrenince ise samimiyet daha da arttı. Gazeteciler konusundaki bu önyargı gittiğim her yerde ortaya çıkıyor artık. İnsanlar eskiden "beni de çek, ünlü olayım, konuşayım" diyordu. Şimdi ise haber olmanın kendilerinin kullanılmasından ibaret olduğunu, sorunlarını çözmeye yetmediğini düşünüyorlar sanki. (Hassasiyetlerini yürekten paylaşıyorum)

Sadece sokaklar, evler ve atmosfer değil, insanların fiziksel görünüşleri/ bakışları bile Filistinliler'e benziyordu.

Mahallenin kahvesi hem dernek, hem kahve, hem düğün salonu olarak kullanılıyor. İçinde Muazzez Ersoy posterinden langırta, şark köşesinden, Türk bayrakları ve Atatürk resimlerine, Mescid-i Aksa'dan yeşil örtülü pişpirik masalarına kadar herşey var.

Aynı zamanda müzisyenlerin de buluşma noktası. Arabalar yıkanırken, müzik açılıyor, göbecikler atılıyor.

Sokak aralarına girdikçe yıkık evlerle ve onların bahçelerinde oynayan çocuklarla karşılıyoruz. Kız çocukları mahçup mahçup gülümserken

erkek çocukları sinirlenip silah çekiyor.

Çocukluğumdan hatırladığım bir kareyi görünce çok duygulanıyorum. Birileri gelip çeşmelerden bidon ve şişelerini dolduruyor hala...

Sokaklar arasında dolaşırken bir yokuşta halı yıkayan ciddi sarı röfleleri olan ablalarla karşılaşıyoruz. Ve ben tabii ki dayanamayıp çoraplarımı, ayakkabılarımı çıkarıp paçalarımı sıvayarak halı fırçalamaya başlıyorum. Tekirdağ'dayken severek yaptığım tek temizlik işlemi olan bu eylemi yıllar sonra bu ablalarla yeniden yapmak, harika. İletişimimiz hem çok komik hem de çok eşit, yani tam istediğim gibi. Benim ne iş yaptığım, nereli olduğum, ne okuduğum umrunda değil. Sadece işimi ciddiye almamı ve iyi fırçalamamı istiyor. Bunu dile getirirken de "Aman beya sen bunu eğlence sandın galiba ortağım, kaçıl kenara" şeklindeki ifadeleriyle beni bende alıyor. Tekirdağ'da geçirdiğim dokuz senenin gizli etkisi birden çıkıveriyor ortaya ve aynı onun gibi konuşabilmeye başlıyorum. Bayılıyor, enfes bir ağız dalaşına giriyoruz ve bir yandan halıyı yıkamaya devam ediyoruz. Bu sırada yandan yandan, inceden inceden beni süzen annesi, "bekar mısın sen bakayım" diye yapıştırıveriyor soruyu. "Evet" diyorum heyecanla. "Oğluma alayım seni" diyor, "yaman kızsın".

-Kaç yaşında oğlun?

-19

-Ben 26'yım ama!

-Olsun sen onu idare edersin. 3 tane evimiz var.

- Hmm. Ne iş yapıyor?

- Çarşıkapı'da kuyumcu.

Baktım ki iş ciddiye biniyor, konuyu değiştirdim hemen. Hepiniz aynı evde mi oturuyorsunuz falan dedim ama onlar beni incelemeye başlamışlardı bir kere:"Saçlarında da beyazlar artmış, gel bi röfle atalım sana" Muhabbet şen şakrak sürerken bir kez daha anladım ki ben akademisyen falan olamam, böyle bir ciddiyetim sorumluluğum yok, olamıyor. Onları kameraya çekerken bile, eğer onlar oynuyorsa ben de oynamaya başlıyorum, görüntüler yamuk yumuk oluyor. Halı yıkama macerası, işin başındaki ablanın beni lak lak edip iyi fırçalayamama gerekçesiyle halıdan kovmasıyla sonuçlanıyor. Kocaları kızacağı için fotoğraflarının çekilmesini istemeyen ablalara veda ederek yolumuza devam ediyoruz.

Evlerin üzerinde bir değil onlarca numaralar var, yıkılmalarıyla ilgili insanın gözüne daha iyi sokmak için herhalde. Yıkımla ilgili görüş belirtenlerin ortak fikri, evleri karşılığında kendilerine verilecek paranın asla yeni bir ev almaya yetmeyeceği, apartman kültürürnün onlara göre olmadığı (bana göre de değil ama katlanıyorum) ve yüzyıllardır devam eden kültürlerinin yıkılışını içlerine sindirememeleriydi.

Yine de tavırlarında asabiyetten eser yoktu. İstemiyoruz diyorlardı ama bir bakıma da kabullenmişlerdi sanki durumu, ya da o gün gelene kadar o günle ilgili birşey yapmayı gereksiz görüyorlardı.

Bir çember çizerek, arka taraftan geldiğimiz yöne geri dönerken, yıkık binaların sayıları da arttı.

Tabii bu arada trajikomik sahnelere de rastlamak böylesine renkli bir mahallede hiç de şaşırtıcı değildi.

Tam gitmek üzereyken, bir grup ecnebinin mahalle sınırlarına yaklaştığını gördük. Son derece İngiliz ve İsrailli karmasını andıran grubu görünce, Sulukulelilerin, evlerini satın alan yabancılardan bahsedişi geldi aklıma. Dilek konuşmak, ne yapmak istediklerini öğrenmek istiyordu ama ben dünyada en önyargılı olduğum bu iki milletin vatandaşlarını burada görmekten hiç hoşnut değildim. Ya hemen gitmeliydik ya da ben kavga edecektim. Dilek'in ısrarlarına dayanamayıp yanlarına gittik. Ne yaptıklarını, nereden geldiklerini ilk soruşumuzda bizi geçiştirmeye çalıştıklarını görünce, atağa geçtik. İki taraflarına geçip fotoğraf makinesi ve kameralarla izinsiz şekilde görüntülerini almaya başladık. Onlar da biz de bu mahalleye girip, bu insanlara aynı şeyi yapmıyor muyuz? Bir tanesi çok rahatsız oldu ve bunun ayıp olduğunu söyledi ben de kendilerine bize ne amaçla burada olduklarını açıklamamalarının ayıp olduğunu söyledim. (Birden sıkı bir Sulukule milliyetçisine dönüşüvermiştim.) Konuştuğum kız siyahtı ve biz polemiklere gömülmüşken, çılgın bir Sulukuleli teyze gelip, "amanin dostlar" diye bağırmaya başladı. Sulukule'ye bir siyah gelmesine inanamıyordu. Kıza bayılmıştı. Hiçbirimiz başta ne olduğunu anlayamadık, 15 kişilik grup ürkmüştü, bense kıs kıs gülüyordum içimden. Kadın "Bunu ben doğurdum, aman nasıl birşey bu, simsiyah ayol, ben de istiyorum" şeklinde histerik biçimde bağırırken, kızcağız neye uğradığını şaşırmıştı. Birden aramızdaki tartışmayı bir kenara koyup, kıza kadının neler söylediğini tercüme etmeye başladım. Tedirginlikleri, şaşırmaya ve sonra da neşeye dönerken, ben de grupla Sulukule arasında tercüman oluvermiştim. Kadın ille de kızın dans etmesini istiyordu. Ben de bu mahallede çalışma yapmak istiyorsa dans etmesini, bunun iletişim kurmak için onlar için çok önemli olduğunu söyledim. Bir bidon ve bagetler geldi Roman havası başladı. Kız, kadından korktuğu için ağzımın içine bakıyordu, bu durumu en iyi şekilde atlatmak için söyleyeceğim herşeyi harfiyen uygulamaya hazırdı. Bu arada yönetmen de olmuştum, müziğin başlamasını ve teyzelere oynamalarını söyledim. Kız da dikkatle hareketleri izleyip öğrenmeliydi. Ama yine dayanamadım ve tüm görevlerimi yüzüstü bırakarak teyzelerle dans etmeye başladım. Bu kez kızı bırakıp benimle ilgilenmeye başladılar.

-Hadi Selma hop hop

-Nerden de biliyorsun

-Tekirdağlıyım be ablacım, neden inanmıyosun bana, tabi bilicem

Bir yandan da kıza iyi izleyip öğrenmesini söyleyerek (süper ciddi bir tavırla) işkencemi sürdürüyordum. Bu sırada grup neşelenmiş, Dilek onlarla kaynaşmış ve mahallenin yarısı başımıza toplanmıştı. Bidonla bu işin olmayacağına kanaat getirerek daha iyi bir müzik kaynağına doğru yürürken, grubun şehir planlamacı olduğunu ve Sulukule üzerine bir "case study" yapacaklarını öğrendim. Tatmin olmadım ama “yaradılanı severim yaradandan ötürü” düsturuyla ayaküstü konuşmalarımız oldu. Kendi ülkemin bile buraya müdahelesine karşı çıkarken onların burada olması son derece garip geliyordu. Kendi tercümanları ne mahalleliyle ne onlarla iletişim kurabilecek düzeyde Türkçe - İngilizce bilmediklerinden olsa gerek, grubun lideri yine görüşelim, yarın da gel, yemek yiyelim gibi tekliflerde bulunduysa da meşgul bir insan olduğumu söyleyerek teklifini kibarca reddettim.

"Haftaya kesin yine gelicem, ablalarla gün tutucam" diye düşünürken derse geç kaldığımızı fark ederek, az bilgi ve bol neşeyle Sulukule'den ayrıldık.

Bu maceranın sonu...

Sulukule'den diğer fotoğrafları şurada bulabilirsiniz.