Thursday, July 22, 2010

Dünyanın En Zengin 144. Ülkesi Nepal'den

Kathmandu'da tarihi yerlerin, mabedlerin durumu diğer herşey gibi içler acısı. İçinde onlarca mabed bulunan Durbar (Saray) Meydanı bakımsızlıktan bitmiş durumda. Bilgisayar oyunlarında cehennemi andıran distopik sahneler gibi: Her köşebaşında bir zavallı, bir dilenci, ölü sezon olduğundan gördükleri her turiste yapışan rehberler, kokuşmuş balıklar satan satıcılar, resmen alenen ortalığa çömelip kakasını yapan bir çocuk, boylarının 5 katı kartonları çuvallara doldurup günü kurtarmaya çalışan gençler, baliciler, tinerciler, öylesine depresif bir ortam.

Durbar meydanına girmek için buranın standartlarına göre kallavi bir ücret ödeyince insanın beklenti düzeyi yükseliyor. Hadi diyorsun, etrafa takılmayayım, tarihe sanata sepete konsantre olayım ama o da yok! Binaların girişleri kilitlenmiş, önlerinde hiçbir açıklayıcı yazı yok, isimleri yok, elinde lonely planet tahmin etmeye çalışıyorsun, merdivenlerinde uyuyan evsizleri görmemeye çalışarak. Her yerin çöp dolu olması, leş gibi kokması ve maskeyle gezmek zorunda olmayı saymıyorum bile zaten bütün Kathmandu'da durum aynı...

Bu kabustan sonunda pes edip uzaklaşıyoruz ve ilk bulduğumuz lokantaya girip birşeyler yemeye çalışıyoruz. Hijyenin sıfır olduğunu unuttuğumuz sürece sorun yok; gayet lezzetli, genelde bizim mantının büyüğü olan momodan yiyoruz, bir de garip görünümlü tuhaf tatlı sebzeler, ama Antep'te kebaptan gına geldiğinden hiç şikayetçi değiliz.

Her gün mutlaka yağmur yağıyor ve batı işi yağmurluklar musona pek de dayanıklı değil, ben paso ıslanıyorum. Şehrin altyapısı olmadığından her yer her yağmurda çamur ve sel oluyor, birkaç saat içinde de kuruyor. Ben de sandaletlerle mütemadiyen içine çeşit türlü vücut atığı karışan bu sulara dalıyorum motorsikletlerden kaçarken, zira burda kaldırım henüz icat olmamış. Sonra da içme suyumdan gıdım gıdım bir köşede ayaklarımı yıkıyorum.

Menuka ve ekürisiyle her gün buluşuyoruz. Dün utana sıkıla odamızda duş alıp alamayacaklarını sordular. Malum suları yok. Tabii ki zıplayarak kabul ettik, iki kuruş faydamız olabilceği için. Menuka, kızkardeşi İsuri, erkek kardeşi Robin ve babaları Kathmandu'da yaşıyorlar birkaç yıldır. Anneleri ve diğer beş kardeşleri ise 150 kilometre uzakta bir köydeler. Yılda birkaç kez görüşebiliyorlar. Yollar kötü, bu kadarcık yol 5 saat sürüyor ve onlar için pahalı. Onlar gibi çok aile bu şekilde bölünmüş yaşıyor. Bir kısım okumak ve para kazanmak için şehre geliyor, diğerleri memlekette kalıyor. Okuyorlar, uğraşıp didinip bu çileyi çekiyorlar da sonunda iş bulabiliyorlar mı? Çok yüksek ihtimalle hayır! Mesela Montessori tarzı eğitim veren anokullarında öğretmenlik revaçtaymış bu ara, maaşı aylık 80 euro, ama öncesinde 2500 euro verip bir sertifika almak gerekiyor. Normal anaokulu öğretmenliğinin maaşı 40 euro ama cumartesi dahil çok uzun saatler çalışmaları gerekiyor.

Devlet işlerine girmek nerdeyse imkansız. Menuka'nın arkadaşı Binod, Dış İşleri'nin açtığı personel alım sınavına girmek için yüzlerce euro vermiş. Sınav bu pazar ve tam yüz bin kişi katılıyor. Toplam alınacak personel sayısı 12! Ve merak ederim acaba gerçekten o sınavın sonucuna göre mi belirlenir o kadroya alınacak kişiler, yoksa kodamanların akrabaları şimdiden takım elbise alışverişindeler midir?

Sağlık sistemi de bitik. Sosyal güvence yok. 10 bin kişiye bir doktor düşüyor! Geçenlerde karın ağrısıyla hastaneye giden köylü bir kadına ameliyat olması gerektiği söylenmiş. Kadının böbreğini bir güzel çalmış doktor, birkaç ay sonra kadın kalan böbreğin ağrısıyla başka bir doktora gidince, o doktor da yabancı olup durumu anlayınca olay medyaya yansımış. Fakat kötü doktorun hastanesindeki tüm doktorlar ve uzun kolları sayesinde olay örtbas edilmiş. Olayı bize anlatanlar, yabancı (Hollandalı) doktordan övgüyle bahsederken, ona duydukları minneti batıya genelliyorlar. Kendi devletlerine de insanlarına da güvenleri kalmamış.

Bugün Dış İşleri Bakanlığı'nın önünden geçerken yüzlerce kişiden oluşan uçsuz bucaksız bir kuyruk gördük kapıda. Öğrendik ki pasaport kuyruğuymuş. İnsanların ülkelerinden umutları kalmamış; işçi olarak, mülteci olarak, öğrenci olarak bir şekilde kaçmaya çalışıyorlar. Burada umut tükenmiş...

Diğer taraftan buradaki mültecilerin durumu hiç de fena sayılmaz. Bugün gittiğimiz Patan isimli şehrin merkezinde yine bir Durbar meydanıyla karşılaşınca direk planı değiştirip yakınlardaki Tibet Mülteci Kampı'na gittik ve dünyada iyi şeyler de oluyor diye sevindik. Kampın el sanatları ve halı merkezi müdürü yurtdışında olduğundan, bir muhasebeciden beklenmeyecek sevimlilikteki Karma Bey bizimle ilgilendi. Ailesi 100 sene önce Tibet'ten kaçıp Nepal'e gelmiş olan Karma, Nepal'de doğmuş, büyümüş bir mülteci. 1960'ta Swiss Deveopment Cooperation desteğiye kurulmuş bu kampta 1200 Tibetli mülteci yaşıyor. Nepal'in genelinde ise 20.000 Tibetli var. Ayrıca Afrikalı ve Afgan mülteciler de mevcut ama azınlıktalar.

İsviçre'nin bu örnek projesinde 200 kişi çalışıyor ve seri halde Tibet halıları dokuyup el sanatları üretiyorlar. Bir katta, desenler çizilip boyanırken, diğer tarafta kadınlar el emekleri, göz nurları, duaları ve şarkılarıyla bu halıları dokuyorlar. Böylece hem geçimlerini sağlıyorlar hem de kültürlerini devam ettirebiliyorlar. Merkezde dokunan halılar ve el sanatları internet sitesi aracılığıyla Almanya başta olmak üzere en çok Avrupa'ya satılıyor. (www.jhcnepal.com)

Merkezin hemen yanında kreş, ilkokul, huzur evi ve evler var. Nepallilerle ilişkiler iyi, ayrımcılık yok. Zaten herkes aynı çileyi çekiyor, kimsenin ayrımcılık yapacak takati yok!

Karma ayrıca Birleşmiş Milletler'in kamplarından da bahsetti, önümüzdeki günlerde onları da ziyaret edeceğiz. İnsan içindeyken dışarıdan bakamıyor, işi olunca yazamıyor galiba, Antep'te 9 ay mültecilerle çalıştım ve Türkiye'nin bu alanda ne kadar içler acısı bir halde olduğu gerçeği, bu gerçeğin otaya çıkardığı problemleri bir sistemsizlik / projesizlik / duyarsızlık / kanunsuzluk içinde çözmeye çalıştım. Hayatlarını bu işe adamış insanlardan çok şey öğrendim ve şimdi dünyanın her yerinde bu alanda çalışan insanlardan da çok şey öğrenebileceğimi görüyorum.

Kararık görünen içime aldanmayın, dünyayı ve gerçeklerini keşfettiğim için iyi hissediyorum aslında kendimi, sadece duygusal ağırlığı biraz yoruyor...

Wednesday, July 21, 2010

Asya'da İlk Durak: Kathmandu

“Namaste, welcome to Nepal” diyerek elimizi sıkan güleryüzlü vize memurlarıyla selamlaşırken nasıl bir yere geldiğimizin pek de farkında değiliz. Kathmandu havaalanı 60'lardan kalma: Görevlilerin kıyafetlerinden, dükkanlara, vantilatörlerden, bagaj arabalarına, tuhaf bir bezginlikle karışmış bir eskilik.

Kapının önüne çıkar çıkmaz turist- satıcı oyunu başlıyor. Otele götürmek isteyenler, bavulunu çekiştirmeye çalışanlar, ille de benim taksiye bin diyenler, how are you ne var you where are you from'lar, gelir gelmez bir basıyor insana. Beyazlığımız Avrupa'da kar etmediği gibi burda da başımıza bela oluyor.

Nepal fakirler fakiri bir ülke. Otuz milyonluk ülkenin yarısı günde bir doların altında yaşıyor. Yolsuzluk almış yürümüş, durmadan hükümet değişiyor, protestolar yalandan işliyormuş gibi yapan demokrasiyi adam etmeye yetmiyor. Sokaklar leş gibi, her yer kokuyor, insanlar maskelerle dolaşıyor hava kirliliğinden. Köşebaşlarında kurulmuş derme çatma kasaplar, inşaat içlerinde hamur kızartıp satanlar, dilenciler, her bir yandan her an fırlayabilen motorsikletler, 24 saat kesintisiz devam eden köpek havlamaları ve korna sesleri Kathmandu'da günlük hayatın vazgeçilmezleri. Bu arada sabah, öğle akşam günde en az 7-8 saat elektrik kesiliyor. Akıllara mistik bir huzur diyarı olarak yerleşen Kathmandu, aslında klasik bir üçüncü dünya getto metropolcüğü.


Kathmandu'ya gelen turistler genelde bu hengameyle çok muhattap olmuyorlar zira çok cüzzi miktarlara çok konforlu bir tatil yapmak mümkün. 8 dolara bile merkezde banyolu iki kişilik bir oda alınabiliyor, 3 liraya harika bir yemek yenebiliyor. Gelenlerin çoğu da hemen bir tur ayarlayarak şehirden uzaklaşıyor zaten; trekkinge, raftinge, kayakinge, parasailinge gidiyor.


Biz öyle şeyler yapmıyoruz. Milli parklara, dağlara, göllere gitmek istiyoruz ama önce burada ne olup bittiğini bir anlamak istiyoruz. Hem acelemiz yok. Uzun bir seyahate çıkmanın en güzel tarafı, herşeyi dakika dakika planlamak zorunda olmamak. Zor tarafı ise bir şey beğendiğinde hem paran az olduğundan hem de taşıyamayacağından alamamak, devamlı ne kadar harcadığına dikkat etmeye çalışmak, çünkü daha az harcadığın her kuruşla bir memleket daha görebileceğini hesaplamak.

Seyahat ederken yapmayı en çok sevdiğim şeyin en hardcore versiyonunu burda yapma şansımız oluyor, Nepalli bir ailenin evinde iki gün misafir oluyoruz. Kathmandu'nun merkezinde bir gecekondu mahallesinde (ya da normal, çünkü burada bütün evler böyle gibi) 3 katlı bir ev. Her katında odalar var, her odada bir aile kalıyor. Tuvalet, banyo ortak. Tuvalet, bir delikten ibaret, yıllardır temizlenmemiş, su yok. Banyoda bir lavabo bir de karşısında bel boyunda tek bir musluk var, duş falan yok. Mutfak sıva, ev sahibinin insafa gelince birkaç saat akmasına izin verdiği kuyu suyuna hasret tencereler, üzerlerinde hamam böcekleriyle yerlerde beklemede. Onlara, soyulmuş sebze kabukları ve haşerat eşlik ediyor. Burası aynı zamanda evin hasta babasının ve 9 yaşındaki Robin'in de odası. Demir bir ranza, üstünde yatak niyetine nevresimsiz güveli, pireli bir yorgan, ve yatakta sosyal güvencesi ve parası olmadığı için belki de basit bir enfeksiyondan onu yatalağa çeviren bir hastalıktan müzdarip, işsiz, 8 çocuğunu nasıl geçindireceğini düşünen zavallı bir baba.


Diğer odada dünya tatlısı iki kızkardeş: İsuri ve Menuka, yaşları 21 ve 25. İkisi de sosyoloji okuyorlar üniversitede. Kalan vakitlerinde çamaşır, bulaşık yıkıyorlar dökme sularla, akşam 9 da yatıp sabah 5'te kalkıp yogaya gidiyorlar manastıra, evlerine bir misafir geldiğinde dünyanın uzak köşelerinden, onlarla ilgileniyorlar. (bkz. couchsurfing)


Odada iki adet tahtadan baza bozması, üzerlerinde yatak niyetine birer battaniye, minicik bir dolap ve bir masa. Hayatlarında köylerinden ve Kathmandu'dan başka bir yer görmediklerinden fakir olduklarının farkında değiller. Yerlerde duvarlarda dolaşan böcekler, susuzluk, elektriksizlik, havasızlık, kirlilik, devamlı pirinç- patates yemek, onlara koymuyor. O yokluk içinde gözleri ışıl ışıl. Kendileri bilmediklerinden başka türlüsünü, bizim için de normal sanıyorlar.


Bu yolculuğa çıkarken çeşit türlü zorlukla karşılacağımızı biliyordum ve kendimi hazılıyordum da, daha gelir gelmez 5 metrekarede elektriksiz oturmak, 4 kişi uyumak, ya da tahtalar her yanına battığı için uyuyamak, böcekler içine kaçacak diye kıyafetlerinle hiç susmayan köpekleri dinleyerek bu insanların hayatlarını düşünüp karşılaştırmalar yapmak, çişin gelince fare de vardır, kesin vardır diye korkup sabaha kadar tuvalete de gidememek, ayıp olmasın diye bahsi geçen mutfak koşullarında pişen yemeklerden yemek zorunda kalmak, insanlar elleriyle yerken elinde olmadan tiksinmek ve bakamamak, sonra kendinden de tiksinmek yargıladığın için, dibi görünmeyen bir bidondan bulanık bir tas suyla elini yüzünü yıkamak, dişlerini fırçalamak ve tüm bunlardan yaşadığın şaşkınlığı ev sahiplerine çaktırmamaya çalışmak...


Diğer taraftan hayatlarında hiç zeytin yememiş insanlara zeytin tattırmak, ille de lokum ikram etmek, ev sahibi aksi Sürahi Nine Nepal edition'a sevimlilik yapıp suları açtırmak, babaya kalsiyum sandozu denetip “iyi gelecek” deyip placebo etkisiyle hakkaten adama iyi gelmesi, Aslı'nın adamın raporlarına bakıp sorunun ne olduğunu anlayıp basit antibiyotik tedavisi ile bu işin hallolacağını anlatmasıyla adamcağızın yaşadığı sevinç, komşularla, köyden gelen akrabalarla tanışmak, daha uzaktakilerle 2 kelimecik de olsa telefonda konuşup, karşılıklı gülme krizine girmek, Robin'in okuluna gidip kapısız penceresiz devlet okulu nasıl oluyormuş görmek ve öğretmenlerden birinin katakullisiyle bir sınıfa 20 dakika öğretmenlik yapmak, İngilizce şarkı öğretmek, geç kalanlara şakacıktan fırça atıp çocukları güldürmek, tarif edilmez bir deneyim ve mutluluktu.


Hayatta yoğun deneyimler mutlaka çift taraflı oluyor, benim için de bu 4 gün zorlukları, mutlulukları, şaşkınlıklarıyla öyle oldu. Balici çocuklardan kaçıp, ara sokaklarda kaybolarak, kazıklanarak, rupi- tl hesapları yaparak, bir ishal, bir kabız olarak, bir sonraki günü planlamaya çalışarak bir süre daha Kathmandu'dayız. Sonra dağlara, köylere giderek derinlemesine Nepal'i keşfe devam.


Sana da Namaste Nepal, hoşbulduk!





Wednesday, June 09, 2010

Son Baskı

Sözümü tutamadım. Antep'te yazamadım, hatta okuyamadım da. Burada çok ilginç bir 9 ay geçirdim ve pek yakında temelli ayrılıyorum. Birkaç hafta İstanbul'da kaldıktan sonra Antep'in bana kazandırdığı en güzel şeylerden Aslı'yla, 8 aydan az olmamak kaydıyla paramızın yettiği kadar sürecek olan Asya kıtasının büyük bir bölümünü içine alan kocaman, heyecan verici, ucu sonu belirsiz bir seyahate çıkıyoruz.

Oralarda yazacak mıyım, bilmiyorum. Bu seyahatte olabildiğince plansız ve rahat olmak istiyorum. Rüzgar nereden eserse oraya gitmek, savrulmak, şaşırmak, yorulmak, zayıflamak, öğrenmek, yeni insanlar tanımak, eğlenmek, sonuna kadar merakımın peşinden gitmek istiyorum. Onun için söz veremiyorum.



Güzel bir haberle ayrılıyorum buralardan. Bu blogda büyük bir kısmını yayınladığım Filistin günlükleri kitaplaştı ve dün KırmızıKedi yayınevi tarafından yayınlandı. Kitabın adı Filistin'e Gitmek. Kitabın baskıya gittiği gece İsrail'in gemi baskınını düzenlemesi garip bir tesadüf oldu. Sanırım kitabın anateması olan Filistin'e gitmek, İsrail'le ilişkilerin şu anki durumu itibariyle pek mümkün olmayacak. Belki de ben de bir daha hiç gidemeyeceğim. Bunları düşününce çok üzülüyorum ama siyaset isimli oyunda dengelerin geceden güne değişebildiğini hatırlayınca yeniden umutlanıyorum.


Kitap, blogu takip eden çoğu kişinin bildiği üzere 2006, 2007 ve 2008 yıllarında Filistin'e yaptığım 3 seyahatte tuttuğum günlüklerden oluşuyor. Kitabın son 16 sayfasında da bu seyahatlerden çeşitli fotoğraflar var.

Keyifli okumalar...

Selma