Tuesday, May 15, 2007

Kenya 1: Tanışma ve Şaşırma Evreleri



26 Aralık 2006 Salı günü hayatımda yeni bir dönüm noktası oluşturacak olan Kenya seyahatinin başladığı gündü. Etkileneceğimi ve üzüleceğimi biliyordum da böylesine sarsılacağımı, 25 senede oluşturduğum tüm anlam dünyasının bu gerçekliği anlamaya yetmeyeceğini tahmin edememiştim. Ayağında bir çift terliği olanın sosyete sayıldığı, plastik topu alamadığından bir parça çamurun etrafına naylonu bağlayıp oynayan çocukların koşturduğu, üç dolara adam öldürmenin normal kabul edildiği, hayatında doktora gidememiş insanların 2 metrekarelik, tuvaleti dahi olmadan günde bir öğün yemek yiyerek yaşamaya çalıştığı evlerle dolu mahallelere gittik. Gördüğüm her acı dolu yüz, her ürkek bakış, her yürek burkan hikaye sonrası biraz daha ürktüm bu duruma düşenlerin/düşürenlerin halinden.


Emirates Havayolları'nın Dubai uçuşu leziz yemekler ve ev konforu tadında 5 saat sürdü. Biraz film, biraz kitap, biraz grupla muhabbetten sonra gece 1.30 da Dubai'ye vardık. “14 saat bekleme süresini nasıl geçireceğiz” stresi, buradaki maddi ve kültürel çeşitliliğin zenginliğini gördüğüm an hafifledi. Sadece transit yolcuların girebildiği alanda bile binlerce insan vardı her ülkeden. Kimisi bir bavula yaslamış başını, çoluk çocuk uyuyor, kimisi Dubai International Otel'in konforlu uyuma odalarına saatine 25 dolar ödeyerek gideriyordu yorgunluğunu. Hintli isçiler ayakkabılarını yastık yapmışlar, Amerikalılar uyku tulumlarını yaymışlar sere serpe kulaklarında ipodları... Biraz yürüdükten sonra bu dağılımın aslında pek de iç içe olmadığını, sınıfsal farklılıkların her halükarda sürdüğünü fark ettim. Herkes kendi gibi görünenlere yanaşmıştı uyuyacağı mekanı seçerken. Işıklardan kamaşan gözlerini korumak için uçaktan yürüttüğü battaniyeyi boylu boyunca tüm vücuduna saranlar cenazeler gibi yerlerde. Biraz insan gözlemi, biraz free shop gezerek geçen 5 saatten sonra uykum geldi ve uyuyacak, uyurken de bavulumun yürütülmeyeceği bir mekan aradım. "Mosque for women" yazısı çarptı gözüme, baktım ki içerisi sessiz ve karanlık, benden önce de benim gibi düşünenler olmuş, ben de bir köşeye kıvrıldım. Arada bir gelip "Bayan burada uyunmaz, hadi hadi" edasıyla beni dürtükleyen bir Filipinli temizlikçi ablaya pek de kulak asmadan 3 saat kestirdim.
Uyanınca pılımı pırtımı toplayıp Emirates geleneğiyle modernini birleştirmiş han tadındaki transit yolculara özel beleş yemek salonunda kahvaltı ettim. Küçük Amerika, ırkçılık ve ayrımcılığı atlatamamıştı henüz, Hintiliere ve Afrikalılara bariz bir tepeden bakma ve aşağılama mevcuttu ilk fırsat ve müsait bir yerlerde...

14 saatin sonunda uçağa bindiğimizde karsılaştığım ortam Afrika'ya gittiğimi gerçekten anlamama sebep oldu. Yapılan anonsa göre, hostesler İngilizce, Arapça ve Fransızca'ya ek olarak iki de yerel dil konuşuyorlardı. Bu çeşitliliğin sebebini yolcu profili anlatır nitelikteydi. Rengârenk kıyafetli siyahlar, Indiana Jones şapkalarıyla safariye giden beyazlar, Somalili mi Sudanlı mı olduklarını çözemediğim Müslümanlar, zamana ve mekâna meydan okuyan kıyafetleriyle Hintliler tam bir cümbüş oluşturuyordu.

5 saat süren ikinci uçuşun sonunda Nairobi'ye vardığımızda yola çıkalı 23 saat olmuştu ve epey yorulmuştuk. İnternetten aldığımız bilgiler, Türk vatandaşlarına vize gerekmediğini söylediğinden direk çıkış noktasına yöneldik. Sıra bana geldiğinde görevli bu konuda bilgisi olmadığını ve amirine danışması gerektiğini söyledi. Başka bir görevli gelip bizi sıraya soktu. Biraz bekledikten sonra bir başkası gelip kendisini takip etmemizi söyledi. "Yardım için geldiğimizi anladılar, bizi VIP'den geçirecekler" diye sevinirken paçalarından patronluk akan gürbüz bir siyahi amca tepeden şöyle bir süzdü grubu ve grubun sözcüsünün onunla ofisine gitmesini salık verdi.


"Size Türklerden vize istenmediğini kim söyledi? Ver bakalım şu pasaportları!"
"Şey yani biz internet, konsolosluk, görevli..Gerekiyorsa alırız, sadece sormuştuk"
"Vize gerekiyor, dışarı çık ve bekle."
"O zaman verin pasaportları alalım dışarıdaki sıraya girip"
"Hayır, ben kontrol edeceğim önce, çık ve bekle"

Hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun gümrükten geçer gibi para ve pasaportu uzatıp bir dakikada alınıyordu aslında vize. 'Patron'un neden bize zorluk çıkardığını anlayamamıştım, içten içe sinirlenmeye başladım yarım saate yaklaşan bekleme süresinde. Kapıda bekleyen görevlilere spekülatif düşüncelerimden bahsedince "Şşş, o patron, otur ve bekle" cevabı yinelendi. Patron beni tekrar içeri çağırdı, "şu formları doldur, onu getir bunu götür"le biraz daha can sıktı durduk yere. Sonunda bürokrasi yerini buldu ve pasaportları alıp daha havaalanında bu ülkede hak hukuk olmadığını kanıtlamak istercesine birbirini iten kalabalığın arasına girip adam başı 50 dolar ve yeni bir yarım saat sonrası vizeleri aldım. 'Sınır'ı geçtik ve eşyalarımızı almaya gittik. İki valizimiz kaybolmuştu. Kayıp formunu doldurmak için bir görevliden diğerine koşturarak iki saate yakın daha bekledik. Harap ve bitap, yardım kolilerini ve valizlerimizi alarak gümrüğe gittik. Safaricilerin ellerini kollarını sallayarak geçtiği gümrükte "Hooop hemşerim, dur bakalım" edasıyla durdurulduğumuzda sinir katsayım iyice yükselmişti. Mazlum Afrikalı görüntüsünden çok uzak olan bu görevli, kolilerde ne olduğunu, neden geldiğimizi sorgulamaya başladı, ben de keşke safari şapkası taksaydım diye hayıflanmaya...



Asıl rotamız olan Nijerya'da iç çatışmalar arttığından son anda Kenya'ya gelince, bürokratik yazışmalar yapılmamıştı ve görevli sebebini asla çözemeyeceğim, bıyık altından gülen bir tavırla getirdiğimiz herşey için gümrük vergisi istiyordu. Sakince, tane tane, derdimizi anlatmaya çalıştığımda görevlinin beni dinlemeye tenezzül dahi etmediğini gördüm. Kolilerden birini açtığında içindeki ilaçları gördü ve "ülkeye ilaç sokamazsınız, illegal" dedi, ben de açtım ağzımı yumdum gözümü: "Yardım getiriyoruz kardeşim, ne diye zorluk çıkarıyorsun, safaricilerin eşyalarını neden kontrol etmiyorsun da bize taktın durduk yere" deyince görevli "Senden mi öğreneceğim işimi" diyerek diğer görevlileri çağırdı. Dernek temsilcileri tüm soğukkanlılıklarıyla "tamam vergisini ödeyelim de gidelim artık" diyorlardı, bense gördüğümüz muameleyi interaktif bir biçimde anlamlandırma derdindeydim. Sonunda bütün kolileri tek tek açtılar, ilaçların, kıyafetlerin, hatta çocuk tokalarının fişlerini görmek istediler görev aşığı hizmette sınır tanımayan görevliler. Fişler olmayınca kafalarına göre fiyatlar belirlemeye başladılar. Açılan koliler tekrar bantlandı ve arkadaşların bir kısmı sayılan kolileri alarak dışarı çıktı. Rüşvet istediği aşikar olan görevli, "onlar niye çıktı geri gelin, tekrar sayacağız" diyerek yetkisini kullanırken ben durumdan koptum ve kendi dünyama döndüm. Kameramı alıp, tuvalete gidip temizlikçilerle röportaj yapmaya başladım. Geri döndüğümde artık son aşamadaydık, görevli ödeme belgesini hazırlıyordu, hesapladı, topladı, çarptı, yazdı, yazdı, yazdı ve 280 dolar hesap çıkardı ki bu onun 6 aylık maaşı demekti. En sonunda elime kağıdı vererek bir bankoyu işaret etti, "git oraya öde" diyerek. Bankoya varıp kağıdı verdiğimde bunu önce bilmemne biriminden onaylatmam söylendi. Çaresiz bilmemne birimine yürürken, görevliye "neden beni oraya gönderdin madem" demekten geri kalmadım, cevabının ne olduğunu bilsem de. Bilmemne amiri, kağıdı aldı inceledi, diğerine verdi, sonra sanki güneşli bir günde Beşiktaş- Kadıköy vapurunda yan yana düşmüşüz edasıyla muhabbete başladı. Benim Kenya'ya yine geleceğimi ve burada evlenip kalacağımı söyledi. Sinirlenmenin yerini şaşırma almıştı. Adam bunu gayet ciddi söylüyordu içine doğduğu referansına gönderme yaparak. Yandaki görevli hayati bürokratik işlemleri sürdürürken ben de medyum görevliye bize yapılan muameleden sonra asla Kenya'ya gelmeyeceğimi, gerekirse Uganda'ya yerleşeceğimi söylerken "aynı dili" konuşmaya başladığımızı fark ettim. İşkenceci esas adam da gelip muhabbete dahil oldu hiçbirşey olmamış gibi. Evrağın işlemi bitti ve tekrar vezneye gittim. Bu kez de görevli kaymak gibi yüz dolarlık banknotlardan birinin 2000 yılından önce basıldığını ve geçersiz olduğunu söyledi, artık tartışmıyordum. Gidip başka bir banknot buldum parayı ödedim ve en sonunda dışarı çıktık.

Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Bizi bekleyen minibüse eşyaları yerleştirerek sağanak yağmur altında sağdan ilerleyen trafikte otele doğru yol almaya başladık. Havaalanı çilesinin bitmiş olmasının sevinciyle bulduğum ilk kurbanı-şoförü- soru yağmuruna tuttum hayatıyla ilgili. 6 çocuğu olan 42 yaşındaki bu Kenyalı ayda 50 dolar kazanıyordu ve halinden gayet memnun görünüyordu. Kenya'nın nüfusundan AIDS oranına, günlük hayattan, yeme içme alışkanlıklarına birçok konuda bilgi sahibi olurken otele vardık ve minibüsün yine sebebini çözemediğim bir durumdan anahtarla değil tornavidayla açılıp kapanan bagaj kapısı birden açılmamaya karar verdi. Ben "Acaba bu bir taktik mi, gelin arabasının da zarf vermeyince kapısı açılmaz" şeklinde kültürel çözümlemelerle vakit kaybederken, ortamdaki erkekler bilek gücüyle meseleyi hallettiler.

Otel Stanley Kubrick'in The Shining filminin seti gibiydi. Sessiz, yüksek tavanlı, ürkütücü ve terk edilmiş bir hali vardı. Hızlı adımlarla odaya çıkıp camı açtım ve şehre baktım: Karanlık aynı karanlık, sessizlik aynı sessizlik, ama garip bir hava vardı adını koyamadığım. Sanki şehir yasta gibiydi. Ürkütücü ve terk edilmiş hava dış mekana da yayılmıştı. Acaba ben mi çok karamsardım? Kendimi hüzünlü bir şehir bulmaya mı şartlamıştım? Bu düşüncelerle uykuya daldım ve derin bir uykudan sonra erkenden uyandım burada geçireceğim zamanın kıymetini hatırlayarak.

Kahvaltı salonuna indiğimde olumsuz atmosferin geceye mahsus olmadığını ve devam ettiğini gördüm. Nereli olduklarını bilmediğim, kendi ülkelerinde ya da Türkiye'de önyargılı yaklaşmadığım 'beyaz'lar burda rahatsız ediyordu beni. Pencereden dışarı baktığımda odun dolu el arabalarını iten yalınayak adamları, başının üstünde paketler, sırtlarında çocuklarla yürüyen dilenci kadınları görünce, içeride Noel şarkıları eşliğinde krep yiyor olmak çok garip geldi. Aslında İstanbul da böyle ama kendi ortamının dışına çıkınca detayları görmek daha kolay oluyor sanırım. Fazla oyalanmadan toparlanıp çıktık ve Nairobi'de uzun süredir yaşayan, Türk okullarında bu ülkenin en elzem ihtiyacı olduğuna inandığım eğitim faaliyetlerini sürdüren öğretmenlerin rehberliğinde Afrika kıtasının en büyük gecekondu mahallesi olan yaklaşık bir milyon insanın yaşadığı Kibera'ya gittik.



Diğer Kenya fotoğrafları için bkz.


http://pg.photos.yahoo.com/ph/cellmafish/album?.dir=84ecre2&.src=ph&store=&prodid=&.done=http%3a//pg.photos.yahoo.com/ph/cellmafish/my_photos

1 comment:

Hilal,Sen'an ve Rena Geziyor said...

Elinize emeğinizine sağlık. Biraz hüzün, biraz küfür ederek okudum yazdıklarınızı. Yazık, kendi içinde kendini mahvediyor ülke, ülkeler.

Sevgiler