Çocukluğumudan beri aklıma bir şekilde "çingeneler, eğlence, müzik, Romanlık, sokak kültürü, Gırgıriye" gibi birçok yüzeysel kavramla eşleşerek yerleşmiş bir mahalle olan Sulukule'ye hiç gitmemiştim. Biraz duyarlılık, biraz popülistlik sonucu son zamanlarda yıkılması ile gündemdeydi Sulukule.
Biz de "duyarlı", "entel-dantel" Bilgi'li öğrenciler olarak dün Sulukule'deydik. Aslında Dilek'in Şehir Temsilleri dersinin dönem projesi ile ilgili araştırma yapmaktı gidiş amacımız. Daha doğrusu o araştırmaya niyet etmişti, bense böyle akademik kaygılara hiçbir zaman sahip olamadığımdan, gezmeye ve eşlik etmeye gitmiştim.
Aksaray'daki Ulubatlı metro istasyonundan 10 dakika yürüme mesafesindeki semte girdiğimizde Necati Amca karşıladı bizi. Kendisi doğduğu evin önünde bize röportaj verirken, heyecanla mahallenin tarihini ve yıkılacak olmasından dolayı yaşadığı üzüntüyü anlattı.
Onun evinin hemen yanında başlıyordu yıkık evler. Bir an kendimi Filistin'de zannettim. Hem sokakların darlığı, hem yıkık evler, hem de insanların sıcaklığı çok benziyordu birbirine. Belli ki onlar da alışmışlardı son zamanlarda muhitlerine gelen giden yabancıların artmasına, kimse orada olmamızı garipsemedi. Gazeteci olmadığımızı öğrenince ise samimiyet daha da arttı. Gazeteciler konusundaki bu önyargı gittiğim her yerde ortaya çıkıyor artık. İnsanlar eskiden "beni de çek, ünlü olayım, konuşayım" diyordu. Şimdi ise haber olmanın kendilerinin kullanılmasından ibaret olduğunu, sorunlarını çözmeye yetmediğini düşünüyorlar sanki. (Hassasiyetlerini yürekten paylaşıyorum)
Sadece sokaklar, evler ve atmosfer değil, insanların fiziksel görünüşleri/ bakışları bile Filistinliler'e benziyordu.
Mahallenin kahvesi hem dernek, hem kahve, hem düğün salonu olarak kullanılıyor. İçinde Muazzez Ersoy posterinden langırta, şark köşesinden, Türk bayrakları ve Atatürk resimlerine, Mescid-i Aksa'dan yeşil örtülü pişpirik masalarına kadar herşey var.
Aynı zamanda müzisyenlerin de buluşma noktası. Arabalar yıkanırken, müzik açılıyor, göbecikler atılıyor.
Sokak aralarına girdikçe yıkık evlerle ve onların bahçelerinde oynayan çocuklarla karşılıyoruz. Kız çocukları mahçup mahçup gülümserken
erkek çocukları sinirlenip silah çekiyor.
Çocukluğumdan hatırladığım bir kareyi görünce çok duygulanıyorum. Birileri gelip çeşmelerden bidon ve şişelerini dolduruyor hala...
Sokaklar arasında dolaşırken bir yokuşta halı yıkayan ciddi sarı röfleleri olan ablalarla karşılaşıyoruz. Ve ben tabii ki dayanamayıp çoraplarımı, ayakkabılarımı çıkarıp paçalarımı sıvayarak halı fırçalamaya başlıyorum. Tekirdağ'dayken severek yaptığım tek temizlik işlemi olan bu eylemi yıllar sonra bu ablalarla yeniden yapmak, harika. İletişimimiz hem çok komik hem de çok eşit, yani tam istediğim gibi. Benim ne iş yaptığım, nereli olduğum, ne okuduğum umrunda değil. Sadece işimi ciddiye almamı ve iyi fırçalamamı istiyor. Bunu dile getirirken de "Aman beya sen bunu eğlence sandın galiba ortağım, kaçıl kenara" şeklindeki ifadeleriyle beni bende alıyor. Tekirdağ'da geçirdiğim dokuz senenin gizli etkisi birden çıkıveriyor ortaya ve aynı onun gibi konuşabilmeye başlıyorum. Bayılıyor, enfes bir ağız dalaşına giriyoruz ve bir yandan halıyı yıkamaya devam ediyoruz. Bu sırada yandan yandan, inceden inceden beni süzen annesi, "bekar mısın sen bakayım" diye yapıştırıveriyor soruyu. "Evet" diyorum heyecanla. "Oğluma alayım seni" diyor, "yaman kızsın".
-Kaç yaşında oğlun?
-19
-Ben 26'yım ama!
-Olsun sen onu idare edersin. 3 tane evimiz var.
- Hmm. Ne iş yapıyor?
- Çarşıkapı'da kuyumcu.
Baktım ki iş ciddiye biniyor, konuyu değiştirdim hemen. Hepiniz aynı evde mi oturuyorsunuz falan dedim ama onlar beni incelemeye başlamışlardı bir kere:"Saçlarında da beyazlar artmış, gel bi röfle atalım
Evlerin üzerinde bir değil onlarca numaralar var, yıkılmalarıyla ilgili insanın gözüne daha iyi sokmak için herhalde. Yıkımla ilgili görüş belirtenlerin ortak fikri, evleri karşılığında kendilerine verilecek paranın asla yeni bir ev almaya yetmeyeceği, apartman kültürürnün onlara göre olmadığı (bana göre de değil ama katlanıyorum) ve yüzyıllardır devam
Yine de tavırlarında asabiyetten eser yoktu. İstemiyoruz diyorlardı ama bir bakıma da kabullenmişlerdi sanki durumu, ya da o gün gelene kadar o günle ilgili birşey yapmayı gereksiz görüyorlardı.
Bir çember çizerek, arka taraftan geldiğimiz yöne geri dönerken, yıkık binaların sayıları da arttı.
Tabii bu arada trajikomik sahnelere de rastlamak böylesine renkli bir mahallede hiç de şaşırtıcı değildi.
Tam gitmek üzereyken, bir grup ecnebinin mahalle sınırlarına yaklaştığını gördük. Son derece İngiliz ve İsrailli karmasını andıran grubu görünce, Sulukulelilerin, evlerini satın alan yabancılardan bahsedişi geldi aklıma. Dilek konuşmak, ne yapmak istediklerini öğrenmek istiyordu ama ben dünyada en önyargılı olduğum bu iki milletin vatandaşlarını burada görmekten hiç hoşnut değildim. Ya hemen gitmeliydik ya da ben kavga edecektim. Dilek'in ısrarlarına dayanamayıp yanlarına gittik. Ne yaptıklarını, nereden geldiklerini ilk soruşumuzda bizi geçiştirmeye çalıştıklarını görünce, atağa geçtik. İki taraflarına geçip fotoğraf makinesi ve kameralarla izinsiz şekilde görüntülerini almaya başladık. Onlar da biz de bu mahalleye girip, bu insanlara aynı şeyi yapmıyor muyuz? Bir tanesi çok rahatsız oldu ve bunun ayıp olduğunu söyledi ben de kendilerine bize ne amaçla burada olduklarını açıklamamalarının ayıp olduğunu söyledim. (Birden sıkı bir Sulukule milliyetçisine dönüşüvermiştim.) Konuştuğum kız siyahtı ve biz polemiklere gömülmüşken, çılgın bir Sulukuleli teyze gelip, "amanin dostlar" diye bağırmaya başladı. Sulukule'ye bir siyah gelmesine inanamıyordu. Kıza bayılmıştı. Hiçbirimiz başta ne olduğunu anlayamadık, 15 kişilik grup ürkmüştü, bense kıs kıs gülüyordum içimden. Kadın "Bunu ben doğurdum, aman nasıl birşey bu, simsiyah ayol, ben de istiyorum" şeklinde histerik biçimde bağırırken, kızcağız neye uğradığını şaşırmıştı. Birden aramızdaki tartışmayı bir kenara koyup, kıza kadının neler söylediğini tercüme etmeye başladım. Tedirginlikleri, şaşırmaya ve sonra da neşeye dönerken, ben de grupla Sulukule arasında tercüman oluvermiştim. Kadın ille de kızın dans etmesini istiyordu. Ben de bu mahallede çalışma yapmak istiyorsa dans etmesini, bunun iletişim kurmak için onlar için çok önemli olduğunu söyledim. Bir bidon ve bagetler geldi Roman havası başladı. Kız, kadından korktuğu için ağzımın içine bakıyordu, bu durumu en iyi şekilde atlatmak için söyleyeceğim herşeyi harfiyen uygulamaya hazırdı. Bu arada yönetmen de olmuştum, müziğin başlamasını ve teyzelere oynamalarını söyledim. Kız da dikkatle hareketleri izleyip öğrenmeliydi. Ama yine dayanamadım ve tüm görevlerimi yüzüstü bırakarak teyzelerle dans etmeye başladım. Bu kez kızı bırakıp benimle ilgilenmeye başladılar.
-Hadi Selma hop hop
-Nerden de biliyorsun
-Tekirdağlıyım be ablacım, neden inanmıyosun bana, tabi bilicem
Bir yandan da kıza iyi izleyip öğrenmesini söyleyerek (süper ciddi bir tavırla) işkencemi sürdürüyordum. Bu sırada grup neşelenmiş, Dilek onlarla kaynaşmış ve mahallenin yarısı başımıza toplanmıştı. Bidonla bu işin olmayacağına kanaat getirerek daha iyi bir müzik kaynağına doğru yürürken, grubun şehir planlamacı olduğunu ve Sulukule üzerine bir "case study" yapacaklarını öğrendim. Tatmin olmadım ama “yaradılanı severim yaradandan ötürü” düsturuyla ayaküstü konuşmalarımız oldu. Kendi ülkemin bile buraya müdahelesine karşı çıkarken onların burada olması son derece garip geliyordu. Kendi tercümanları ne mahalleliyle ne onlarla iletişim kurabilecek düzeyde Türkçe - İngilizce bilmediklerinden olsa gerek, grubun lideri yine görüşelim, yarın da gel, yemek yiyelim gibi tekliflerde bulunduysa da meşgul bir insan olduğumu söyleyerek teklifini kibarca reddettim.
"Haftaya kesin yine gelicem, ablalarla gün tutucam" diye düşünürken derse geç kaldığımızı fark ederek, az bilgi ve bol neşeyle Sulukule'den ayrıldık.
Bu maceranın sonu...
Sulukule'den diğer fotoğrafları şurada bulabilirsiniz.
1 comment:
=)))))
yine pek güzel pek keyifli bir yazı olmuş.
Sulukule'nin yıkılması hakkında ben de Hepimiz Çingeneyiz başlıklı bir yazı yazmıştım. Belki bir ilgilenen olur.
Sevgiler.
Post a Comment