Tuesday, May 15, 2007

Kenya 2: Kibera - Nairobi - Mombasa








KİBERA
2.5 kilometrekarelik alanda yaklaşık bir milyon insanın yaşamaya çalıştığı bu mahalleye girdiğimde sefalet kelimesinin benim için ifade ettiği anlamı tekrar sorgulama ihtiyacı hissettim. Binlerce gecekondu, tek göz odalardan oluşuyor. Gecekondu çok ihtişamlı bir kelime buranın standartlarında, bunlar üzeri tenekelerle kapatılmış çamurdan sıvama barınaklar. Kibera'ya girmek her babayiğidin harcı değil. Yanımızda daha önce buraya yardım getirdiği için tanınan Türkler ve mahalle sakini rehberimiz olmasa soyulmak işten değil. Minibüsten indiğimiz an etrafımızı çocuklar ve dilenciler sarıyor. Gruptan ayrılmama ve fotoğraf çekmeme konusunda sıkı sıkıya tembihleniyor ve bir ev ziyaretine gidiyoruz. Evler ortalama 3X3 metreden oluşuyor. Aileler ortalama yedi kişi. Ebeveyn ve çocukların 'oda'ları bir muşambayla ayrılmış. Evlerde akan su yok. Tuvalet yok. Banyo yok. 50 aileye bir tuvalet düşüyor ve paralı. Parası olmayan ihtiyacını bir poşete giderip, yola boşaltıveriyor. Sokakların çamur ve pislikten ibaret olduğu 'yol'larda çocuklar çıplak ayaklarıyla koşturuyor.
Günde bir öğün yemek yeniyor, genelde un ve suyu karıştırıp kızartıyorlar sokaklarda, çoğu evde mutfak da yok. Sağlık taraması yapan doktorlarımızdan korkuyorlar, çoğu hiç doktor görmemiş. Bir sokak arasında kuralı çiğneyip fotoğraf makinesini çıkarıyorum, büyükler yüzünü kapıyor ya da kızıyor. Kimisi ruhunun makineye hapsolacağına inanıyor, kimisi nesneleşip gazetelerde üzerinden para kazanılmasını istemiyor. Bazı çocuklar 'Anneciğim' diye korku içinde bağırarak kaçmaya başlıyor makineyi görünce, bu yüzden vazgeçiyorum. Çektiğim karelerin çoğunda poz vermeye hevesli çocuklar var sadece. Fotoğraflarını çekip ekrandan gösteriyorum, kimisi kahkaha atıyor kendisini görünce, kimisi utanıyor, kimisi kaçıyor yine.

Kibera, çoğunluğu Nibean kabilesinin oluşturduğu yerel dilde 'orman' anlamına geliyor. Bölgeye ilk yerleşenler, Birinci Dünya Savaşı'nda savaşan Sudanlı askerler. 1947'de İkinci Dünya Savaşı sırasında gelen Nibeanlı askerlerle genişleyen yerleşkede Kenya'yı oluşturan 72 kabileden insan var. ıÜüKianda, Soweto, Gatwekera, Kisumu Ndogo, Lindi, Laini Saba, Siranga/ Undugu, Makina ve Mashimoni isimli dokuz mahalle bulunuyor. Mahalleleri etnik gruplara ya da dinlerine göre sınıflamak pek mümkün değil. Fakirliğin, 3 dolara fuhuşu ve adam öldürmeyi mubah kıldığı Kibera, saatli bomba olarak tabir ediliyor. Cüzi bir miktar parayla ayaklanma çıkarmak mümkün. Umutsuzluk ve çaresizlik, düşünme ve muhakeme kabiliyetlerini öldürmüş adeta. Bir öğün yemeğe dinini değiştirenlerin mekanını misyonerler mesken edinmiş. Devletin boş verdiği hatta polisin gir(e)mediği Kibera'da sadece iki tane işlemeyen sağlık merkezi olduğundan hastalık oranını tahmin etmek imkansız. Kimilerine göre her beş kişiden dördü HIV virüsü taşıyor. Ortalama yaşam beklentisi 45 yıl olan ülkenin bu bölgesinde ise 35'e kadar yaşayanlar şanslı kabul ediliyor. Çocuklar kutu kadar evlerde doğuyor, doktorsuz ve ebesiz, bebek ölümleri çok yüksek. Soykırım için silahlara gerek yok burada, adından haiz ormanda güçlü olan hayatta kalıyor. Herşey mubah, değerler sistemini anlamak için ise burada yaşamayı göze alabilecek kadar güçlü bir bünye ve sağlam bir yürek lazım.

İnsanlar sokaklarda. Kibera'da deprem olmamış, sel almamış, yangın çıkmamış, bir travma anı yok. Kiberalıların hayatı başlı başına bir travma, başka türlüsünü bilmiyorlar. Benim birkaç saatte görebildiğim sadece maddi olarak zayıf fiziksel koşullar. Tüm bunları aile içi şiddet olarak birbirlerine nasıl yansıttıklarını varın siz hesaplayın. Tecavüz bile normalleşmiş... Minibüsle sokaklarda ilerlemeye çalışırken insanların yüzlerine bakarak birşeyler anlamaya çalışıyorum, olmuyor... Bu ifadeleri çaresizlikle, umutsuzlukla tanımlayamıyorum. Dehşetle karışık bazılarında nefret dolu bazılarında saygı duyan garip bakışlar var... Biri el sallıyor bana, diğeri ise 'ayıp' bir el hareketi yapıyor. Ben de onların ifadelerini tanımlayamadığım gibi kendiminkini de tanımlayamaz biçimde ayrılıyorum Kibera'dan, birkaç gün içinde dönmek üzere...

Birkaç dakika sonra hem ben hem ekiptekiler kahkahalarla gülmeye başlıyoruz havadan sudan birşeylere. Bize böyle bir gerçeklikle karşılaştığımızda nasıl tepki vereceğimiz öğretilmemiş, duyum eşiğimizi aşıyor, saçmalıyoruz, biz de 'irrasyonelleşiyoruz'.

Nairobi merkeze vardığımızda etrafta bahçeleri elektrikli tellerle, pencereleri parmaklıklarla kaplı villalar ve apartmanlardan oluşan siteler çıkıyor karşımıza. Bu evlerde 1963'e kadar ülkenin resmi halen de gayr-ı resmi sömürgecileri olan İngilizler ve benzer politikalarla ülkeye yerleştirilmiş şu an ekonominin büyük bölümünü elinde bulunduran Hintliler oturuyor. Evet, Hintliler Kenya'nın zenginleri. Afrikalılar kendilerine 'uygarlık' getiren İngilizlere saygı duyarken, onları 'sömüren' Hintlilerden nefret ediyor.

TARİH
Kenya, 1498'de Portekizli kaşif Vasco da Gama tarafından keşfedilmiş. Daha sonra bölgeye gelen Araplar ve Portekizliler arasında 200 yıl süren iktidar mücadelesine son noktayı 19. yüzyılda gücü ele geçiren İngiltere koymuş. 1585'de Osmanlı, donanmasıyla Mombasa kıyılarına ulaşsa da Portekizliler tarafından yakılmış. 1895'te İngiltere tarafından ülkeye British East Africa adı verilmiş. 1902'de Victoria gölünün sınır kabul edildiği hatla Uganda ayrı bir yönetim altına alınmış ve Kenya bugün bildiğimiz sınırlarına sahip olmuş. 1914'te Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan kanlı çatışmalarda 200 bin Afrikalı yani ülkenin dörtte biri İngiliz ordusu tarafından öldürülmüş. 1944'te Kenyalı Afrika Birliği (KAU) adlı bağımsızlık örgütü kurulmuş ve 1947'de başına Jomo Kenyatta'nın geçmesiyle bağımsızlık faaliyetleri hızlanmış. 1952'de diğer bir bağımsızlık hareketi olan Mau Mau grubu beyaz yerleşimcilere saldırılara başlamış. Kenya Bağımsızlık Ordusu'na dönüşen bu hareketlerin başı kabul edilen Jomo Kenyatta tutuklanmış. Ardından başa geçen ıÜüDedan Kimanthi'nin de tutuklanmasıyla, örgüt İngiliz politikasını benimseyerek Afrikalıları öldürmeye başlamış. 1956'ya gelindiğinde çatışmalar 12 bin Afrikalı ve sadece 30 Avrupalının ölümüyle sonuçlanmış, 100 bin Afrikalı hapsedilmiş.


1959'da mahkumiyeti ev hapsine dönüştürülen Kenyatta, 4 yıl boyunca bir mağaradan kurtuluş hareketini yönetmiş ve Kenya 12 Aralık 1963'te bağımsızlığına kavuşmuş. Bağımsızlığın elde edilmesi, 72 farklı etnik gruptan oluşan ülkede yaşanan çatışmaları bitirmeye yetmemiş. İngilizce yerine Kiswahili'nin resmi dil olarak kabul edilmesi 11 yıl almış. Bu sırada komşu ülkeler olan Sudan ve Uganda ile çatışmalar devam etmiş. 1978'de Kenyatta'nın ölümü ile yeni bir kaos dönemi başlamış ve yerli politik grupların etnik çatışmaları körüklemesi sebebiyle İngiliz hayranlığı yeniden yükselmiş. Aralıklarla devam eden iç ve dış çatışmalar, yönetimdeki yolsuzluklar, ekonominin giderek kötüleşmesi sonucu 2001'e gelindiğinde 3 milyon Kenyalı kıtlıkla karşı kaşıya kalmış. Halen başkanlık sistemiyle yönetilen ülkede 224 milletvekilinden oluşan bir meclis, 8 eyalet ve 69 belediye bulunuyor. 2002'de yapılan açık oylama ile başkan seçilen ıÜüMwai Kibaki, eğitim, adalet ve ekonomi konularında reformlara gitmeye çalışmışsa da, yolsuzlukla mücadelede başarılı olmadıgından çabaları yetersiz kalmış.
Bir işportacıdan aldığım 6. sınıf tarih ders kitabının İngilizce olması ve müfredatın İngilizler tarafından hazırlanmış olmasının, İngilizlere olan saygı ve hayranlığı beslediğini düşünüyorum. İngilizler, Kenyalıları ilk olarak köle olarak evlerinde çalıştırmaya başladıklarında, şehir dışından kilometrelerce yolu yalınayak yürümelerini şart koşmuşlar. 1963'e kadar Nairobi'ye ayakkabı ile girmek yasakmış. Fakat evlerde uyguladıkları politika, İngilizlerin adil olduğu inancının yerleşmesine sebep olmuş. Örneğin bir Kenyalı köle olarak bulunduğu evde bir bardak kırdığında 'sahip' gelip, kara kaplı 'hukuk' kitabını çıkarır ve "Bu yaptığının cezası 180 kırbaç, ama ben sana indirim yapıyorum 130 kırbaç" dermiş. Köle de sahibi ona merhametli olduğu için saygı duyarmış. İngilizler, Kenyalıları genetik olarak yetersiz ve yönetim kabiliyetinden yoksun olduklarına inandırmış ve bunu 'bilimsel' olarak öğretmiş, benimsetmiş. Jomo Kenyatta'nın ünlü sözleri tüm bu süreci özetler nitelikte: "Beyaz adam geldiğinde bizim topraklarımız, onların ise İncil'i vardı. Bize gözlerimizi kapayıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onların ellerinde topraklarımız vardı."

NAIROBI

Kenya'nın başkenti Nairobi 3 milyonluk nüfusuyla Afrika'nın en büyük şehirlerinden biri. Tezatlarla dolu şehirde bir yanda minibüse verecek 10 şilini (20 kuruş) olmadığı için günde 8 kilometre yürüyen yerliler, bir yanda onların yürüdüğü yolun tam üstünde batılı standartlarda hizmet veren alışveriş merkezlerinde porsiyonu 600 şiline (12 YTL) yemek yiyen beyazlar ve Hintliler var. Otellerin, alışveriş merkezlerinin kapısında bulunan şu benim bir türlü aklından geçenleri anlayamadığım görevliler, kendi insanlarının buralara girmemesi için özel çaba sarf ediyor.

Beyazlar cipleriyle bir kapalı mekandan diğerine geçerken, Afrikalılar sokakta 35 derece sıcaklıkta kavurucu güneşin altında yürüyor hiç konuşmadan. Nedense konuşmuyorlar, gülmüyorlar. Kendi aralarında bile bir içe kapanmışlık. Sanırım öğrenilmiş çaresizlik böyle birşey. Zor olansa 'orta yol'un olmaması. Sokaklarda onların arasına karışamıyorum ve bu durum beni müthiş rahatsız ediyor. Ortadoğu'da, Avrupa'da çok rahatça, biraz zorlarsam Asya'da, hele hele Amerika'da, insanlarla iletişim kurabiliyorum. Biraz konuşunca varsa önyargılarını değiştirebiliyorum. Az çok düşünme biçimlerini biliyorum. Ama burada koşulsuz bir önkabul var. Yürüyemiyorum...Konuşamıyorum...Unutuyorum işte ben de beyazım onların gözünde ve bu duvarı aşmak hiç de kolay değil. Yol kenarında oturmuş bir kadına onun da üstündeki elbisesinden olan aldığım kumaşı gösteriyorum mesela, "Kumaşlarınız çok güzel, ben de aldım" diyorum, "Eee" diyor, "Banane!" Bir işportacıya sattığın resimler ne güzel diyorum, hangisini istiyorsun söyle ve al, yoksa yürü git tavrıyla yaklaşıyor. Fotoğraf çekmeye kalksam, hemen para istiyor diğeri. İstersen senin derdini ülkemdekilere anlatmak istiyorum de, istersen senin tarafındayım de, duymuyor, dinlemiyor, parayı ver de diyor, ne yaparsan yap.

Hayal kırıklığıyla yolun karşısındaki alışveriş merkezine geçiyorum ve kapıdaki görevli "Hi, ma'm" diye muazzam bir yapay sevecenlikle karşılıyor beni. Ya bir durun, bir anlatayım, ben ne sizin nefret ettiğiniz beyazım ne de saygı duymanız gereken. Ne olur bir dinleyin, neden anlamıyorsunuz beni, nasıl bu kadar bir duvar var aramızda? Yan yanayız, aynı zamanda ve aynı mekanda. Aynı dili konuşuyoruz, ama olmuyor. Nasıl bu kadar farklılaşıp, uzaklaştık? Gerçekten genlerimiz mi farklı yoksa? Hayır lütfen öyle olmasın! Sen de ben de insanız, ortak birşeyler konuşabiliriz, anlayabiliriz birbirimizi, anlayabilmeliyiz! İnsanlar gibi duygular da siyah beyaz burada, ‘Ya sev Ya terk et’ gibi ‘Saygı duy ya da nefret et’ seklinde şeklinde kategorizasyonlar.
Kaşlarım Küçük Emrah, vitrinlere bakıyorum ve bir halıcı dükkanında bir Türk gördüğümü zannediyorum. 60 yaşlarındaki amcanın gözü de bana takılıyor. İlk defa bir Türk gördüğüm için bu kadar heyecanlanarak içeri giriyorum, halıcı amca selam veriyor, Afgan’mış. Hemen bir selamlaşma, hal hatır, sıcaklık, o da beni 'kendi'nden sandı herhalde. Türk Tarihinin Ana Hatları'nı düşünerek çıkıyorum dükkandan. Karşıdaki vitrinde çerçevelenmiş tablolar var: Gandhi, Marthin Luther King Jr., Mandela, Bob Marley. Ezilmiş ve eğitilmemişlerin hep bir kurtarıcıya ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum. Kendilerinde olmayan ve olmasını istedikleri tüm olumlu vasıfları idealize ederek bir kişiye yüklüyorlar, ilahlaştırıyorlar diyorum. Kenyatta'nın resminin olmamasına şaşırıyor, Türkiye'yi düşünüyorum...Yürümeye devam ediyorum...

MOMBASA

Kenya'nın ikinci büyük şehri Mombasa, Hint Okyanusu'na kıyısı olan bir yarımada. İklimi Antalya'yı andırıyor. Yüzde kırkı Müslümanlardan oluşan şehrin nüfusu 900 bin civarında. Nairobi'nin o matemli havası, Mombasa'da yok. Müslümanların birçoğu Yemen, Sudan ve Somali kökenli. Ülkeye yerleşeli yüzyıllar geçmesine rağmen, farklı etnik gruplar arasında evlilik yapılmamış. Bunun yanında farklı dinlerden olma bir çatışma unsuru değil. Her gittiğim yerde bu olguyla karşılaşmam medyanın kurgusallığını bir kez daha düşünmeme sebep oluyor. Belki de günü kurtarmaya çalışan insanların önceliği karın doyurmak dolayısıyla para olduğundan, kimin hangi dinden olduğu hiç fark etmiyor.

Nairobi'de yapamadığımı burada yapıyor ve sokaklara akıyorum. Nispeten daha turistik bir bölge olduğundan sokaklarda tek tük yürüyen beyazlara rastlamak mümkün. Caddeler boyu yerlere serilmiş tezgahlarda özenle dizilmiş domatesler, ananaslar, mangolar ve adını bilmediğim birtakım sebze ve meyveler satılıyor. Korsan CD'ciler var, daha çok Gospel müzik ve Amerikan filmleri revaçta. Yine de bildiğim o neşeli, bir yerlerden müziklerin geldiği çarşı ortamı yok. Sokaklar çok kötü kokuyor. 40 dereceye yaklaşan sıcağın etkisiyle pislikler, çöpler eriyip iyice yapışıyor yollara. Bir kasap, buzdolabı yok ve et satıyor. Bir lokanta, kokudan kırılıyor içerisi ve insanlar orada yiyorlar yine de. Sokaklardan birinin köşe başında oturmuş 5-6 kadın çekiyor dikkatimi. Yanlarında kendilerinin 3 katı kadar da çocuk var. Çocuklar hemen yapışıp para istiyor. Bir sürü, gitmiyorlar. Sokağın sonuna kadar geliyorlar, 10 adım kala dönüyorlar, çok profesyoneller. İkna kabiliyetlerinin işlemediği sınırı çok iyi çizmişler, hepsi aynı anda dönüveriyor geri.

Minibüsler var caddelerde rengarenk. Sanata dair tüm becerilerini, politikayı, inançlarını hep bu minibüslere yansıtmışlar. Hepsi renk renk, üzerlerinde sloganlar, resimler, grafitiler, sevdikleri kişilerin isimleri, destekledikleri siyasi partinin adı ya da "Hz. İsa bizi kurtaracak, Hz. Muhammed'e saygı" gibi dini sloganlar var.
Siyahlar sokakta meyve sebze satarken, dükkanlar Hintlilerin elinde. Hediyelik eşya dükkanlarında pazarlık payı bırakmadan "aaa, o el emeği" şeklinde 'emek'in hakkında bir fikri varmışçasına ajitasyon yapıyorlar. Sanırım İngilizler yine villalarında, pek göremedim ortalıkta...
En azından alışveriş yaparken, 'kutsal'ı değiştirirken sohbet etmeye çalışıyorum. Çoğu Türkiye'yi hiç duymamış. Bazıları ise Galatasaray diyor başka birşey demiyor. Tugay'ın şu an hangi takımda oynadığından Emre Belezoğlu'nun gol çizelgesine herşeyi bilenler var. Futbol çok önemli, Zidane'ın dünya kupasında attığı kafayı soruyorum, "İyi yaptı” diyor, “ailesine laf etmiş Matarazzi". Futbol bir anlamda dünyayla bağlantılarını sağlıyor. Dünya coğrafyası öğretip, sosyal ezilmişliği telafi ediyor.

No comments: