Saturday, October 27, 2007

İki Gün

Dün sabah, geçen sene Amman’daki evinde beni bir hafta misafir eden, prensle tanıştıran, dünya tatlısı emekli büyükelçi arkadaşım Hassan Abu Nimah geldi İstanbul’a. Koşa koşa aldım kendisini havaalanından. 6 yaşında çocuklar gibi bıdı bıdı anlattık birbirimize geçen sene içinde yaptıklarımızı. Kapalıçarşıya gittik, acı birer Türk kahvesi içip, nazar boncukçularıyla pazarlık yaptık. Antikacılara gittik, elmasları pırlantaları inceledik, o da benim gibi bir “window shopper”mış meğer. (Artık her sözcüğün Türkçe karşılığını bulma konusunda kasmamaya karar verdim. O kavramı ya da aracı adam ürettiyse saygı duyuyorum, biz de direk üretelim onlar da direk kullansın). Sahaflara gittik, İstanbul Üniversitesi’nin önünden geçtik, neden içine girilemediğini ve neden önünde 8 milyon polis beklediğini mantıklı bir Türk gencine yakışır biçimde açıkladım.

Yollardaki bayrak çılgınlığını da açıkladım. Bizim kanımızın asil olduğunu, aslında Kürt diye bir millet olmadığını, onların dağ Türkü olduğunu, sınır ötesi operasyonun süper bir eylem olduğunu hepsini bir kerede öldürüp, bu terör işini şıp diye bitirivereceğimizi anlattım. Kafası karıştı, olur öyle dedim, devam ettik.

Abu Ali’nin (soyadı Abu Nimah ama oğlunun adı Ali olduğu için ve Araplarda filancanın babası diye çağrılmak en makbul yol olduğundan ben de öyle söylemeye başladım) uykusu gelince oteline götürdüm. Tekrar alıp yemeğe götürmek için 4 saatim vardı. Taksim’e mi gitsem, vapurla mı gezsem, bir daha bu günler gelmez, çalışmaya başlayınca gün ışığı göremeyeceksin diye kendimi gaza getirirken Topkapı sarayının önünden geçtiğimi fark ettim. Ani bir manevrayla dalıverdim içeri. Bir de elektronik rehber çıkarmışlar, ondan da aldım. Görevli direk Türkçe’yi seçti, zaten makine algılıyormuş ırkına göre dedi, algılar dedim.

19 senedir gitmemiştim, kendi kendime nefis bir havada, yüzeysel de olsa bir rehber eşliğinde Harem’i gezdim. Cariyelerdeki hiyerarşi sistemine ve rekabete şaşırdım. “Kadınefendi” kavramını öğrendim. Oradan koşup Padişah portreleri odasına gittim. Hepsi birbirine benziyordu. 40-50 yaşlarında yay kaşlı, koca göbekli, kavuklu ve çok sakin efendilerdi. Soldan sağa ilerledikçe kıyafetleri azaldı, kavuk yerine fes geldi, vücutları çelimsizleşti, ifadeleri gerileme devrinin hüznüyle doldu. Onlar çökünce ben de Enderun’a gittim, ne okuyorlarmış acaba dedim ama yokmuş kütüphanedeki kitapların hiçbiri. Rehber de perdelerden, halılardan bahsetti, sıkıldım. Hazineye gittim, herkes kaşıkçı elmasının başında toplanmış, hayran hayran, rezil rezil bakıyordu. Aynı tas aynı hamam dedim, kitapların olduğu bir bölüm aradım bulamadım, yatak odaları aradım bulamadım. Avlularını gezdim serin serin, lisede Kemal Kara tarafından öğrendiğim safsataları düşündüm, hayal etmeye çalıştım, pek olmadı. Göktürkler ve Uygurlar baskın çıkıp yıktı hayallerimi.

Manzara olan bölüme gittim. Konyalı diye bir lokanta varmış, yok kardeşler kebap salonu dedim. Manzaranın önündeki minik camiye girmek istedim, görevliye sordum, aslında sadece namaz için ama girin dedi. Girdim. O da girdi. Kuran okumaya başladı. Ertuğrul Özkök ve saz arkadaşları görmesin, görev başında şeriat hazırlığı yapmaktan madara ederler seni demek istedim, diyemedim.

Mutfak bölümüne gittim, kapanıyordu ama iyi kalpli görevliler izin verdi gezmeme, koşar adım hepsi birbirine benzeyen 100 çin çanağı 10 tencere, 5 cezve bir sürü de çatal kaşık görüp kaçtım.

Rehberi verip çıktım saraydan 3 saatin sonunda. Kalan 1 saatimi geçirmek için Cankurtaran’da bir çay bahçesine gittim. Oturup motorun şarj sistemi, ön düzen, şanzuman bölümlerini çalışmaya başladım. Garson gelip de ne içersin demedi, ben de vardır bir hikmet deyip istemedim, uslu uslu dersimi çalıştım.

Abu Ali ve 50 yıllık kankası Dr. Kemal’le Şehzade Mehmet Paşa diye bir yere yemeğe gittik. Bu Mimar Sinan da yememiş içmemiş sürekli bir yerler inşa etmiş dedim. Eski medrese yeni depresif restoranda kebap yedik. İkisi de Filistinli olan tatlı ihtiyarlara hayatlarını anlattırdım. Filistin’den Kuveyt’e kaçışlarını, Kuveyt’ten Ürdün’e geçişlerini, bir hayat süresince nasıl 3 kez mülteci olduklarını, her gittikleri ülkede bir kere daha işgale uğradıklarını, ağaçların altında kaldıklarını anlattılar aylarca. Bizim de 13 askerimiz öldü dedim, hatta 30 bile olabilirmiş. Savaşı anlattılar, kaybedecek bir şeyimiz yoktu dediler, biri diplomat oluşunu diğeri avukat oluşunu anlattı her şeye rağmen. Yıllar sonra biri büyükelçi sıfatıyla anlatacaktı derdini, diğeri de barış görüşmelerinde müzakereci olacaktı. Biz de dedim Türk bayrağı asıyoruz, biz hepimiz Mehmediz hepimiz Türk’üz dedim.

Filistinliler ne ilginç arkadaş, her gördüğümde umut doluyorum dedim, uyudum. Uyandım, İstanbul Üniversitesi’ne gittim. Bir toplantıya katılacağım için izin verdiler girmeme. Heyecanla yürüdüm bahçesinde. Aydın öğrencilerini ve vatansever hocalarını gördüm, bayrakları hazır bekliyorlardı. Sonra Kenan Doğulu söyledi, onlar coştu, şehitler ölmez vatan bölünmez dediler. Bayrak salladılar, marş söylediler, dağıldılar. Toplantı girişinde İsrail başkonsolosuyla selamlaştım. Gördüğüm en nur yüzlü İsrailli’ydi. Hayat ne garip dedim, akşam Filistinliler, sabah İsrailliler. Osmanlı Hukuku’nun Modern İsrail Hukuku’na etkilerini dinledim. Halen Ortadoğu’da birçok ülkenin Osmanlı hukuku uyguladığını öğrenince şaşırdım. Ertuğrul Özkök’e telefon edip bizi bu konuda aydınlatmadığı için kırıldığımı söylemeye karar verdim.

Ben Gurion’la Atatürk arasındaki benzerlikleri dinledim. Ben Gurion’un Nevizade’de oturup, İstanbul Hukuk’ta okuduğunu öğrendim. İkisi de 20’li yaşlardayken İstanbul’da aynı ailelerle ahbaplık ettiklerini, muhtemelen tanıştıklarını, Ben Gurion’un Atatürk’ten çok etkilendiğini anladım. İsrail ve Türkiye’nin azınlıklar ve milliyetçilik ve militarizm ve içe kapalılık ve seçilmiş kavimlik konularında ne kadar benzediğini düşündüm. İki ülkeyi de kuran bu iki insanın TIME’da kapak olmuş gençlik fotoğraflarını gördüm. Saat geç oldu, çıktım. Dayanamayıp dişçime son paramla Sahaflar’da gördüğüm bir minyatür çalışması aldım. 120 senelik bir Arapça kitabın bir nadide sayfası üzerinde kocaman bir diş ve dişin içinde yılanlar ve insanları buldum. Dişin içinde kimbilir ne günahlar işleniyor ki o diş çürüyor dedim. Çerçeveletip çantama koydum, Dolapdere’ye koştum.

Bu kilolar artık gitmeli dedim, spor salonuna gittim, 210 kalori yaktım. Aycan’la buluşup yemek yedim, kalorileri geri aldım. Servisi yakalayıp Santral’e gittim. Saime Tuğrul’un Kutsal Kurban Modernite dersini dinledim. İnsanların kimleri neden kurban ettiğini, bunlara nasıl kutsallık atfettiklerini düşündüm. Eski Ahit’i incelerken heyecanlandım, dinler tarihi okumak istedim. Dersten çıkıp hep beraber Taksim’e giderken arabada mutlu oldum. Aynı dili konuşabildiğim arkadaşlarıma ve hocama baktım, iyi ki de gelmişim Bilgi’ye dedim. Koşarak Taksim Hill’e girdim. Marksistlere bir şans daha vermeliydim.

Yerin 3 at altındaki salonda ırkçılık ve milliyetçilik konuşulurken daraldım. Ulusçuluğa karşı çıkarken sınıfçılığı savunmalarını zaten hiç anlayamadım.

Otobüste biraz daha motor çalıştım. Fren ve soğutma sistemlerini bitirdim. Gelince Facebook’tan arkadaşlarımı dürttüm. Babama artık rejime başlaması ve ülkesini sevmesi gerektiğini, askere gitmediğini Ertuğrul Özkök duyarsa bunun hiçbirimiz için iyi olmayacağını söyledim.

Yine gece oldu. Yine uyku geldi. Sabah da ehliyet sınavı vardı.

Gittim.