Saturday, October 13, 2007

Olmayan Memleketin Peşinde Bir Durak: Edebey

Babannem (AKA Hacannem) ve dedem Kayserililer doğma büyüme. Amcalarım ve babam da Kayseri’de doğmuşlar. Babam bir yaşındayken de Ankara’ya taşınmışlar. Birinci derece akraba olarak sadece amcamın ailesi ve babannem kaldı hayatta, onlar da Ankara’dalar. İkinci derecelerle pek görüşmüyoruz, bir kısmı Kayseri’deler, bir kısmı İstanbul’da. Pek görüşmüyoruz, ne zaman görüşsek anlayamadığım birtakım miras muhabbetleri açılıyor, delicesine yağlama ve mantı yeniyor, onun ötesinde bir aşamaya geçilemiyor ilişkide.

Annanem Bulgaristan’dan göçmüş, pomakmış. Dedem de Isparta’dan manavmış, Bursa İnegöl’de Küçük Yenice Köyü’nde evlenmişler, hemen ardından da İstanbul’a taşınmışlar. Almanya’ya işçi göçü başlayınca, dedem de kervana katılıp gitmiş. Birkaç sene sonra da annemleri almış yanına. O sıralarda (yaklaşık 70 ortaları) Türkiye’de ortam gergin olduğundan, Kurtuluş Lisesi’ni bitiren babam da okumak için Almanya’ya gitmiş. İkili burada tanışıp evlenmişler. Ben de orada doğmuşum. 3 yaşındayken, “memleket”e dönelim demişler, ikinci sınıf vatandaş muamelesinden sıkılıp. Sonra 2 sene İstanbul, 9 sene Tekirdağ, 3 sene Adapazarı, 1 sene İzmit’te yaşamışlar. Bu sırada ben kendilerinden ayrılıp Ankara’ya gitmişim 4 sene orada kalmışım, üstüne de 2.5 sene Washington D.C., son 2 yıldır da İstanbul.

Bu bilgilere dayanarak benim memleketim neresi siz söyleyin! Çoğu zaman o kadar zorlanıyorum ki bu soruyu cevaplamakta… Ne iki kere gittiğim Kayseri benim memleketim, ne de diğer yaşadığım yerler. Hiçbir yere, tamam burasıdır, budur diyerek bağlanamıyorum. İlkokuldayken herkes nereli olduğunu söyleyince hazır o la geçip, ben ne diyeceğimi bilemezdim. Sonra bir yaz, ananemin ablasının yaşadığı köye gittik, İnegöl’ün Edebey köyüne. O kadar sevdim ki orayı, herkesin de bir memleketi olması gerektiğine inandığımdan, Edebey’den memleketim diye söz etmeye başladım. Zehra Teyze ve Süleyman Enişte’nin çeşit türlü meyve sebze yetiştirerek sade bir yaşam sürdükleri evleri o zamanlar bana kocaman bir malikhane gibi görünüyordu. Ezanda açan çiçekleri hayretle izlerdim. Evin dışında tuvalete gitmekten hem korkar hem de başarabildiğim için mutlu olurdum. Çocukluğumun birçok anısına ev sahipliği yapan bu köye 15 yıl sonra tekrar gitmek istedim bu bayram. Annanemi de gaza getirdim, atladık gittik Perşembe günü.

Hava karardıktan sonra vardığımız için pek bir şey göremedim dışarıda. Ama evin içinde aynı sıcaklık duruyordu. Biraz bakımsız, yalnız ve hüzünlü göründü gözüme evin sahipleri gibi. Bir başlarına kalmışlardı. Bütün çocukları evlenip gitmişti. Süleyman Enişte 81 yaşındaydı artık, hala da devam ediyordu bahçesiyle uğraşmaya. Artık şirin bir hacı amcaya dönüştüğünden bazı dini hikayeler anlatıyor, sonra birden eski haline dönüp küfürü basıyordu ana avrat. Ben gülmekten yerlere yattım bu ironiye ama annanem ve Zehra Teyze için durum son derece normaldi. Zehra Teyze de 74 yaşına gelmişti, artık daha çabuk yoruluyordu ama o da hala toprakla iç içe yaşıyordu.

Sabah uyandık, hepsinin ellerini öptüm. Sonra çıkıp dolaştım köyde biraz. Ramazan davulcusu hasılatı topluyordu. Her gittiği evde bir de çiftetelli patlatıyor, ev ahalisi de ufaktan göbek atıyordu. Saf bir bayram yaşanıyordu Edebey’de, çok doğal samimi, trafik yok, alışveriş yok. Çocuklar giyinmişler, el öpüp şeker topluyorlar kapı kapı dolaşıp.

Nermin Teyze’ye gittik annanemle, yan komşuya. Küçükken hep beraber oyunlar oynadığımız Cüneyt ve Ali evlenmişler, hatta 1984 doğumlu Ali’nin bebeği bile olmuş. Bana soruyorlar evlenmiyor musun diye, kısmet diyorum tıs tıs. Ne iş yapıyorsun diyorlar ona da cevap veremiyorum. İçten içe bana acıdıklarını hissediyorum.

Sonra bizimkilerin çocukları ve torunları gelmeye başlıyor, İstanbul’dan İnegöl’den. Hepsi dedelerine sarılıyor çocukların. Çoğunu ilk defa görüyorum torunların. Ethem ve Meltem’e bayılıyorum. Bu kadar mı tatlı bu kadar mı samimi bu kadar mı saygılı olunabilir aynı zamanda. Durmadan fotoğraflarını çekiyorum. Birlikte bahçeyi geziyoruz. Dalında karnıbaharlar, biberler görüyoruz.

Öğlene doğru bahçeye sofralar kuruluyor, temiz hava eşliğinde nefis yemekler yeniyor. Küçüklüğümü anlatıyorlar bana. Sanki 15 sene değil de 15 gün önce ordaymışım gibi sıcaklar. Hep soru sorarmışım, durmadan. “Emine abla, sen kaç yaşındasın? Abin kaç yaşında? Doğum günün ne zaman?” Herşeyi merak edermişim. Gazeteci olacak derlermiş benim için.

Bu sıcak ortamı bırakmak gelmiyor içimden hiç ama İstanbul’da işlerim var. Mudanya’ya gidip bir başka akrabaya uğruyoruz, oradan da deniz otobüsüne bırakıyorlar beni. Eskileri yad edip yeni kuzenler kazanmış olmanın mutluluğuyla dönüyorum İstanbul’a...

No comments: