Neden Şanlı burası? Diğerleri neden Kahraman ve Gazi? Adapazarı’nın Kütahya’nın başı kel mi? Onlar da savaşmadı mı bu topraklar için? Yoksa nüfuslarının tamamına yakını Arap ve Kürt olduğundan kendilerini Türkiye’ye ait hissetmelerini kolaylaştırmak için birer minik teşvik mi bu isimler? Söyleyeyim, kimse kullanmıyor bu şaşalı isimleri…
Harran’dan Urfa’ya dönerken, Ana hayat hikayemi soruyor. Özetle anlatıyorum nereden gelip nereye gittiğimi biraz da neden böyle bir yol seçtiğimi. Bir de bakıyorum ki hüngür hüngür ağlamaya başlıyor kız. Lan nooldu şimdi? Hiç de beceremem teselli etmeyi sarılmayı falan biri ağlayınca… “Bakma sen bana düzelirim birazdan” diyor. Biz de diğerleriyle Türkiye’yi konuşuyoruz.
Urfa’ya vardığımızda tamamen acıkmışız. Çarşıda yürürken bakışlar üzerimizde, Polonyalılar fazlasıyla sarışın çünkü. Örtülü amcalar yanıma gelip “ne iş” bab’ında soruyorlar. Fotoğraf, proje falan diyorum. Tabii ki beni rehber/tercüman sanıyorlar. İşte bu çok acaip! 6 gün boyunca istisnasız herkes beni rehber zannediyor. Neden? Çünkü İngilizce konuşabiliyorum!!! Türkiye’de İngilizce konuşabiliyorsan (böyük şehirlerdeki business people muaftır) ya rehbersindir ya da İngilizce öğretmeni. Yoksa ne işin olur elin gavurunun diliyle?
“Nerde öğrendin bu kadar iyi?”
“Amerika’da”
“E niye döndün?”
(Ettim bi cahillik işte.) “Döndüm, neden dönmeyeyim?”
“Ben bu kadar iyi İngilizce konuşsam hayatta dönmezdim!”
Çoğu dönmüyor zaten, bu yüzden de kendi dilimiz kendi bayrağımızla dışarıda ne olup bittiğini bilmeden, bir yandan kendimize tapıp, bir yandan dışarı özenerek, umutla umutsuzluk arasında son derece romantik bir hayat sürmeye devam ediyoruz…
Büyükfırat kebapçısında yemek yerken keyfimiz yerinde. Adet haline getiriyoruz, 5 çeşit yemek söyleyip hepimiz hepsinden yiyoruz, Hindistan’daki gibi. Batı Avrupalı olmayan Avrupalılar çok uyumlular, bireysellikleri daha az gelişmiş, pek güzel. Yemek devam ederken, 30’lu yaşlarda bir kadın 13’lü yaşlarda bir kız geliyor masaya. “Pardon” diyor “Siz İngilizce öğretmenisiniz galiba, ben de öyle, arkadaşlar da turist herhalde, öğrencim biraz pratik yapsa?”
Bizimkiler, hele Bruno bayılıyor zaten pratik yapmaya. Çekiyoruz birer sandalye. Nedense minik kız hiç konuşmuyor, öğretmense taramalıya bağlıyor heyecandan. İkisi de pek mutlu ayrılıyorlar sohbetin sonunda masadan.
Bilgi’den sınıf arkadaşım Tuğba Urfalı. Kendi İstanbul’da ama ailesi burada. Gelmişken gidip annesinin elini öpeyim diyorum. Takıyorum turistleri de peşime taksiye altılayıp gidiyoruz. Emine hanım dünya tatlısı bir kadın. Yüzünden iyilik güzellik masumluk, ne kadar iyi değer varsa akıyor. Dünyanın kekini, böreğini, sarmasını diziyor önümüze. Kardeşi, onun eşi, çocukları, yeğenleri de oradalar. Hepsi için çok eğlenceli bir durum evde yabancılar olması. Bazısı konuşmaya çabalıyor, bazısı da tepeden tırnağa inceliyor. Yenge abla İngilizce bilmiyor ama Türkçe, el işaretleriyle falan anlatıyor derdini. Bruno zaten 2 günde epey bir kelime dağarcığı yapmış durumda. Tahir Abi, Urfa’da yerel bir gazetede yazıyormuş, aynı zamanda da müzisyenmiş. “İster misiniz sizi bir halk müziği konserine götüreyim bu akşam?” diyor, bizimkiler bayılıyor. Arabaya doluşup gidiyoruz, belediyenin halk eğitim merkezine.
Parçaların geldiği yöreler çok anlamlı, içlerinde Kerkük bile var. Hiç de bana göre olmayan bu müzikte tüm sözler ziyadesiyle acıklı. Hep zalimlerle bahtsızlar. Ieva da tutturuyor çevir diye, anlayamıyorum ki çevireyim!
Yine de memnun oluyorlar böyle bir deneyim yaşadıkları için. Konserin sonunda bir de bakıyorum ki Ana orkestrayı çizmiş karakalem ve süper başarılı olmuş. “Hadi bunu hediye edelim” diyorum. Koşuyoruz kulise. Buluyoruz resimdeki en parlak top sakallı amcayı ve ona veriyoruz. Pek mutlu oluyor o da. Neşe içinde örtmenevimize dönüyoruz.
Bizden biraz sonra 6 kişi olarak hesap ettiğimiz grubun geri kalanı 3 kişi halinde geliyorlar. Organizatörler Salim Bey, Tolga Bey ve Eva. Diğerlerinin gelişleri iptal olmuş. Küçük grup daha iyidir zaten diyerek Eva’yla tanışmaya çalışıyoruz ama biraz arıza kendisi. Litvanyalı ama Danimarka’da yaşıyor 4 yıldır, bunun için de Danimarkalıyım diyor. 24 yaşındayım diyor ama bir yandan da 1999’dan beri çalıştığını hem astrolog hem sosyolog hem gazeteci olduğunu
hem 5 dil konuştuğunu hem 30 ülke gezdiğini ve daha fazlasını anlatıyor. “Kibir en sevmediğim günahtır” diyerek bir şans daha veriyorum kendisine.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı yaparak şehir merkezine gidiyoruz. Bütün o güzel tarihi mekanları, camileri, camilerin avlularını, Balıklı Göl’ü gezerken çok müthiş bir atmosfer var. Zaman ve mekan insanlarla ahenk içinde. Çok doğal çok güzel. Balıklı Göl’ün etrafı özellikle harika. İnsan orada hiç sıkılmadan oturabilir bütün gün. Meşhur eflatun örtülü ablaların fotoğraflarını çekiyorum balıklara yem atarken,
istiyorlar fotoğraflardan, alıyorum adreslerini göndermek için.
Biraz ileride başka bir avluya giriyoruz. O hava o enerji o kadar etkiliyor ki beni, hangi mekanda olduğumuzu unutuyorum. Durmadan Gözleri ayrı, kıyafetleri ayrı güzel insanların fotoğraflarını çekiyorum.
Erkekler sadece puşi takmıyor. Normal örtü de takıyorlar o eflatunlardan aynı kadınlar gibi. Hatta çarşıya gidince fark ediyorum ki aynı örtüymüş tamamen. Gender meselesinin alabildiğine baskın yaşandığı bu memlekette, erkeklerin başlarını örtmesi hem de kadınlarla aynı aksesuarı kullanması çok ilginç görünüyor.
Fotoğraf çekmek için izin isteyince “çek, olur” diyorlar gülümseyerek. Ama ne poz veriyorlar ne de utanıyorlar. Oldukları gibi çok doğal hiç bozmadan. Şu amca biraz sert görüneyim, ağır olayım diyor ki patlatıyorum bir espri hemen gevşiyor.
Yine kebap yiyoruz. Canına yandığımın çiğ köftesi çok acı burada çok! Benim için bile! Öğleden sonra ara sokakları dolaşarak başka bir camiye gidiyoruz. Biz içerideyken bir grup kız geliyor başörtülü. Ieva Türkiye’deki durumları az çok bildiğinden konuşmak istiyor kızlarla. Hepsi Şanlıurfa İmam Hatip Lisesi’nde okuyorlar. Öğretmenleri gezi için getirmiş. Havadan sudan yasaklarla ilgili sohbet ediyoruz epey. Yarısı kendi isteğiyle, yarısı aile baskısıyla gitmiş bu okullara. Okuldan, baskıdan, aşağılanmaktan, dışlanmaktan, 2. Sınıf olmaktan değil de okuyamayacak olmaktan şikayetleri. O kadar safiyane dile getiriyorlar ki bu acımasız uygulamayı. “Puanım kesilmese anaokulunda öğretmen olmak isterdim” diyor biri. Diğeri de doktor olmak istermiş. Ama böyle vebalı bir okuldalar işte. Buradan çıkınca ancak evine hanım olabiliyorsun. Bir imam hatip’te din öğretmeni bile olamıyorsun. Çünkü hayatının merkezine dini koyduğun için başını örtmeyi tercih etmişsin ve bu yönde bir eğitim almışsın ama aynı eğitimi aynı şekilde aynı düşünenlere vermek istediğinde yapamıyorsun çünkü başın örtülü. Böyle de çelişkili bir devlet sistemi işte. Zorlanıyorum Ieva’ya anlatmakta. Kızların devletle aile baskısı arasında sıkışıp kalmış hayatlarını dinlerken fena olup atıyorum kendimi dışarı ağlamaya başlıyorum. Bu kez yüce devletimizin akıl almaz politikalarını sorgulamıyorum. Bire bir gencecik insanlara ne yaşattığını görünce hüngür hüngür ağlıyorum. Hem Kürtler, hem başörtülüler, hem fakirler hem ataerkil bir toplumda yaşıyorlar hem de kadınlar. Çile bülbülüm çile…
Bir dia makinesi çevikliğiyle kendimi toparlayıp hemen başka bir sahneye geçiyorum. Kadınlar akşam için patlıcanlı kebaplarını hazırlamışlar, ellerinde tepsiler, Urfa’nın dar sokaklarında fırınlara gidiyorlar. Ben merak edip bakınca da hemen yemeğe çağırıyorlar. Bir ülkede nasıl millet bu kadar sıcak ve açık, devlet bu kadar soğuk ve baskıcı olabilir?
Akşama doğru kendimi hem tercüme yapmaktan hem de öğrendiklerimden yorgun düşmüş hissediyorum. Eva’nın bavulu kaybolduğu için mağaza mağaza gezip kıyafet arama, Ieva’ların biletini değiştirme, Brunolara bilet alma gibi bir sürü angarya işi bitirdikten sonra bitkin şekilde örtmenevine dönüyoruz. Bir saat dinlenip çok da bir şey beklemediğim sıra gecesine katılmak üzere Gülizar Konukevi’ne gidiyoruz. 100 senelik konak restauranta çevrilmiş. Aynı zamanda kalacak yerleri de var. (Hem de kahvaltı dahil gecesi 30 YTL!). Önce bizden başka kimse yok. Buğdaylı yoğurt çorbası, üzerine ezogelin çorbası, yanında salata ve ezme ve lavaş, üzerine karışık kebap, üzerine çiğ köfte, çay, mırra ve hatırlayamadığım birkaç şey daha getiriyorlar. Fena halde doyuyoruz. Ana yemek bittikten sonra yer sofraları toplanıyor. Orkestra (ya da saz ekibi mi deniyor bilmiyorum) geliyor odaya. Onların çıkış saatini bilen diğer seyirciler de geliyor. Toplam 15 kişi kadarız. Ağırdan başlıyorlar çalmaya. Bir yandan hala ikramlar, çaylar gelmeye devam ediyor. Bağdaşları kurmuşuz, keyif çatıyoruz. Hemen çaprazımda 4 kişilik bir grup var. 2 kadın 2 erkek. Evli olmadıklarını tahmin ediyorum, daha bir flört edalarındalar ama yaşları da 35 civarı olsa gerek. 2 gündür pek başı açık ya da pek flört eden insan görmediğimden merak ediyorum bu grubu. Hatta yargıladığımı bile hissediyorum inceden. Garip bir durum, belki de sadece nasıl olmuş da böyle bir ortamda gelenekten kopmuşlar (ama hala sıra gecesine geliyorlar!) onu merak ediyorum. Hemen yanımda da iki kadın ve çocukları var. Karşıda da kocaları oturuyor. Aslında bir süre hep beraber oturuyorlar ama sonra erkekler karşıya geçiyorlar. İstedikleri kadar modern görünsünler, saçlarına balyaj yaptırsınlar, tırnaklarını boyasınlar, kadınlar kadınlarla erkekler erkeklerle konuşuyor. Ortak bir muhabbet yok. Çok tuhaf.
Küçük çocuklarına Yurek’i gösterip “Harry Potter” diyorum. Çocuk kahkahalara gömülüyor. Utanıyor bakamıyor falan cidden o zannediyor. Düşünemiyor ki Harry Potter neden Urfa’ya hatta sıra gecesine gelsin? Yavaş yavaş yaklaşıyor, sonra oynamaya başlıyorlar.
Bu sırada bizim bölüme yaklaşan davulcu Bruno’yu kaldırıp oynatmaya başlıyor. Bazı insanlarda içlerinde bulundukları dile ve kültüre uyum sağlama konusunda özel bir yetenek oluyor sanki. Bruno da onlardan biri galiba. Anında adımları ve dansı öğreniyor. Yurek de tam tersi. Onu da zorla atıyorlar ortaya, Marmaris’te discoya gitmişçesine garip dans figürleri sergiliyor.
Sonra assolist geliyor yanıma, Hasan Kırmızıgül. Siz grubun rehberiniz galiba diye mikrofonu bana uzatıyor. Artık uğraşmıyorum açıklamaya, “evet” diyorum. Geldiğimiz için teşekkür ediyor, nereden geldiklerini soruyor, ben de anlatıyorum, çeviriyorum. Sonra hep birlikte halay çekiyoruz. Sonra Hasan, ‘Nemrut’un Kızı’nı söylüyor. İyice mest oluyorum. Hakkında pek fikrimin olmadığı bu sıra gecesinden –turistik bile olsa- son derece mutlu ayrılıyorum.
Geç kalmışız. Saat 12’ye geliyor ve artık minibüs yok örtmenevine. Bir fabrika servisi çevirip soruyoruz durumu, hemen “atlayın ben götürürüm” diyor. İçindeki insanlar şaşkınlıkla bakıyorlar halimize. Hızını alamayıp hala eğlenen grubu görünce uzun uzun inceliyorlar, tabii ben de onları.
Odamıza gidip uyumaya hazırlanıyoruz, ertesi sabah Mardin’e gidecek olmanın heyecanıyla…
Tüm Urfa Fotoğrafları
4 comments:
Kıskanmak tadında bir gezintiydi bloğunuzda yaptığım.Ellerinize sağlık diyor teşekkürüde ucuna toplu iğneyle iliştiriyorum......
ben bir cahilim, mor örtüler nedir?
mor örtüler işte tesettürlü amcaların örttüğü örtüler Düygü'cüm, kadınlar da aynısından örtüyo hem :)
Bu mor örtüler sanki çağlardır oraya aitmiş gibi dursa da aslında son 5-6 yılda ortaya çıktı, eskiden hiç yoktu.
İthal falan da değil, türk malı. Nasıl olduysa bir türk bu renkte örtü üretmeyi akıl etti, Urfa'lılar bu renge bayıldılar ve kadın erkek söylediğin gibi donandılar.
Ben de ilk gördüğümde çok beğenip, bu renk Urfa'nın alameti farikası olacak herhalde diye düşünmüştüm.
Post a Comment