Saturday, October 27, 2007

İki Gün

Dün sabah, geçen sene Amman’daki evinde beni bir hafta misafir eden, prensle tanıştıran, dünya tatlısı emekli büyükelçi arkadaşım Hassan Abu Nimah geldi İstanbul’a. Koşa koşa aldım kendisini havaalanından. 6 yaşında çocuklar gibi bıdı bıdı anlattık birbirimize geçen sene içinde yaptıklarımızı. Kapalıçarşıya gittik, acı birer Türk kahvesi içip, nazar boncukçularıyla pazarlık yaptık. Antikacılara gittik, elmasları pırlantaları inceledik, o da benim gibi bir “window shopper”mış meğer. (Artık her sözcüğün Türkçe karşılığını bulma konusunda kasmamaya karar verdim. O kavramı ya da aracı adam ürettiyse saygı duyuyorum, biz de direk üretelim onlar da direk kullansın). Sahaflara gittik, İstanbul Üniversitesi’nin önünden geçtik, neden içine girilemediğini ve neden önünde 8 milyon polis beklediğini mantıklı bir Türk gencine yakışır biçimde açıkladım.

Yollardaki bayrak çılgınlığını da açıkladım. Bizim kanımızın asil olduğunu, aslında Kürt diye bir millet olmadığını, onların dağ Türkü olduğunu, sınır ötesi operasyonun süper bir eylem olduğunu hepsini bir kerede öldürüp, bu terör işini şıp diye bitirivereceğimizi anlattım. Kafası karıştı, olur öyle dedim, devam ettik.

Abu Ali’nin (soyadı Abu Nimah ama oğlunun adı Ali olduğu için ve Araplarda filancanın babası diye çağrılmak en makbul yol olduğundan ben de öyle söylemeye başladım) uykusu gelince oteline götürdüm. Tekrar alıp yemeğe götürmek için 4 saatim vardı. Taksim’e mi gitsem, vapurla mı gezsem, bir daha bu günler gelmez, çalışmaya başlayınca gün ışığı göremeyeceksin diye kendimi gaza getirirken Topkapı sarayının önünden geçtiğimi fark ettim. Ani bir manevrayla dalıverdim içeri. Bir de elektronik rehber çıkarmışlar, ondan da aldım. Görevli direk Türkçe’yi seçti, zaten makine algılıyormuş ırkına göre dedi, algılar dedim.

19 senedir gitmemiştim, kendi kendime nefis bir havada, yüzeysel de olsa bir rehber eşliğinde Harem’i gezdim. Cariyelerdeki hiyerarşi sistemine ve rekabete şaşırdım. “Kadınefendi” kavramını öğrendim. Oradan koşup Padişah portreleri odasına gittim. Hepsi birbirine benziyordu. 40-50 yaşlarında yay kaşlı, koca göbekli, kavuklu ve çok sakin efendilerdi. Soldan sağa ilerledikçe kıyafetleri azaldı, kavuk yerine fes geldi, vücutları çelimsizleşti, ifadeleri gerileme devrinin hüznüyle doldu. Onlar çökünce ben de Enderun’a gittim, ne okuyorlarmış acaba dedim ama yokmuş kütüphanedeki kitapların hiçbiri. Rehber de perdelerden, halılardan bahsetti, sıkıldım. Hazineye gittim, herkes kaşıkçı elmasının başında toplanmış, hayran hayran, rezil rezil bakıyordu. Aynı tas aynı hamam dedim, kitapların olduğu bir bölüm aradım bulamadım, yatak odaları aradım bulamadım. Avlularını gezdim serin serin, lisede Kemal Kara tarafından öğrendiğim safsataları düşündüm, hayal etmeye çalıştım, pek olmadı. Göktürkler ve Uygurlar baskın çıkıp yıktı hayallerimi.

Manzara olan bölüme gittim. Konyalı diye bir lokanta varmış, yok kardeşler kebap salonu dedim. Manzaranın önündeki minik camiye girmek istedim, görevliye sordum, aslında sadece namaz için ama girin dedi. Girdim. O da girdi. Kuran okumaya başladı. Ertuğrul Özkök ve saz arkadaşları görmesin, görev başında şeriat hazırlığı yapmaktan madara ederler seni demek istedim, diyemedim.

Mutfak bölümüne gittim, kapanıyordu ama iyi kalpli görevliler izin verdi gezmeme, koşar adım hepsi birbirine benzeyen 100 çin çanağı 10 tencere, 5 cezve bir sürü de çatal kaşık görüp kaçtım.

Rehberi verip çıktım saraydan 3 saatin sonunda. Kalan 1 saatimi geçirmek için Cankurtaran’da bir çay bahçesine gittim. Oturup motorun şarj sistemi, ön düzen, şanzuman bölümlerini çalışmaya başladım. Garson gelip de ne içersin demedi, ben de vardır bir hikmet deyip istemedim, uslu uslu dersimi çalıştım.

Abu Ali ve 50 yıllık kankası Dr. Kemal’le Şehzade Mehmet Paşa diye bir yere yemeğe gittik. Bu Mimar Sinan da yememiş içmemiş sürekli bir yerler inşa etmiş dedim. Eski medrese yeni depresif restoranda kebap yedik. İkisi de Filistinli olan tatlı ihtiyarlara hayatlarını anlattırdım. Filistin’den Kuveyt’e kaçışlarını, Kuveyt’ten Ürdün’e geçişlerini, bir hayat süresince nasıl 3 kez mülteci olduklarını, her gittikleri ülkede bir kere daha işgale uğradıklarını, ağaçların altında kaldıklarını anlattılar aylarca. Bizim de 13 askerimiz öldü dedim, hatta 30 bile olabilirmiş. Savaşı anlattılar, kaybedecek bir şeyimiz yoktu dediler, biri diplomat oluşunu diğeri avukat oluşunu anlattı her şeye rağmen. Yıllar sonra biri büyükelçi sıfatıyla anlatacaktı derdini, diğeri de barış görüşmelerinde müzakereci olacaktı. Biz de dedim Türk bayrağı asıyoruz, biz hepimiz Mehmediz hepimiz Türk’üz dedim.

Filistinliler ne ilginç arkadaş, her gördüğümde umut doluyorum dedim, uyudum. Uyandım, İstanbul Üniversitesi’ne gittim. Bir toplantıya katılacağım için izin verdiler girmeme. Heyecanla yürüdüm bahçesinde. Aydın öğrencilerini ve vatansever hocalarını gördüm, bayrakları hazır bekliyorlardı. Sonra Kenan Doğulu söyledi, onlar coştu, şehitler ölmez vatan bölünmez dediler. Bayrak salladılar, marş söylediler, dağıldılar. Toplantı girişinde İsrail başkonsolosuyla selamlaştım. Gördüğüm en nur yüzlü İsrailli’ydi. Hayat ne garip dedim, akşam Filistinliler, sabah İsrailliler. Osmanlı Hukuku’nun Modern İsrail Hukuku’na etkilerini dinledim. Halen Ortadoğu’da birçok ülkenin Osmanlı hukuku uyguladığını öğrenince şaşırdım. Ertuğrul Özkök’e telefon edip bizi bu konuda aydınlatmadığı için kırıldığımı söylemeye karar verdim.

Ben Gurion’la Atatürk arasındaki benzerlikleri dinledim. Ben Gurion’un Nevizade’de oturup, İstanbul Hukuk’ta okuduğunu öğrendim. İkisi de 20’li yaşlardayken İstanbul’da aynı ailelerle ahbaplık ettiklerini, muhtemelen tanıştıklarını, Ben Gurion’un Atatürk’ten çok etkilendiğini anladım. İsrail ve Türkiye’nin azınlıklar ve milliyetçilik ve militarizm ve içe kapalılık ve seçilmiş kavimlik konularında ne kadar benzediğini düşündüm. İki ülkeyi de kuran bu iki insanın TIME’da kapak olmuş gençlik fotoğraflarını gördüm. Saat geç oldu, çıktım. Dayanamayıp dişçime son paramla Sahaflar’da gördüğüm bir minyatür çalışması aldım. 120 senelik bir Arapça kitabın bir nadide sayfası üzerinde kocaman bir diş ve dişin içinde yılanlar ve insanları buldum. Dişin içinde kimbilir ne günahlar işleniyor ki o diş çürüyor dedim. Çerçeveletip çantama koydum, Dolapdere’ye koştum.

Bu kilolar artık gitmeli dedim, spor salonuna gittim, 210 kalori yaktım. Aycan’la buluşup yemek yedim, kalorileri geri aldım. Servisi yakalayıp Santral’e gittim. Saime Tuğrul’un Kutsal Kurban Modernite dersini dinledim. İnsanların kimleri neden kurban ettiğini, bunlara nasıl kutsallık atfettiklerini düşündüm. Eski Ahit’i incelerken heyecanlandım, dinler tarihi okumak istedim. Dersten çıkıp hep beraber Taksim’e giderken arabada mutlu oldum. Aynı dili konuşabildiğim arkadaşlarıma ve hocama baktım, iyi ki de gelmişim Bilgi’ye dedim. Koşarak Taksim Hill’e girdim. Marksistlere bir şans daha vermeliydim.

Yerin 3 at altındaki salonda ırkçılık ve milliyetçilik konuşulurken daraldım. Ulusçuluğa karşı çıkarken sınıfçılığı savunmalarını zaten hiç anlayamadım.

Otobüste biraz daha motor çalıştım. Fren ve soğutma sistemlerini bitirdim. Gelince Facebook’tan arkadaşlarımı dürttüm. Babama artık rejime başlaması ve ülkesini sevmesi gerektiğini, askere gitmediğini Ertuğrul Özkök duyarsa bunun hiçbirimiz için iyi olmayacağını söyledim.

Yine gece oldu. Yine uyku geldi. Sabah da ehliyet sınavı vardı.

Gittim.

Saturday, October 13, 2007

Olmayan Memleketin Peşinde Bir Durak: Edebey

Babannem (AKA Hacannem) ve dedem Kayserililer doğma büyüme. Amcalarım ve babam da Kayseri’de doğmuşlar. Babam bir yaşındayken de Ankara’ya taşınmışlar. Birinci derece akraba olarak sadece amcamın ailesi ve babannem kaldı hayatta, onlar da Ankara’dalar. İkinci derecelerle pek görüşmüyoruz, bir kısmı Kayseri’deler, bir kısmı İstanbul’da. Pek görüşmüyoruz, ne zaman görüşsek anlayamadığım birtakım miras muhabbetleri açılıyor, delicesine yağlama ve mantı yeniyor, onun ötesinde bir aşamaya geçilemiyor ilişkide.

Annanem Bulgaristan’dan göçmüş, pomakmış. Dedem de Isparta’dan manavmış, Bursa İnegöl’de Küçük Yenice Köyü’nde evlenmişler, hemen ardından da İstanbul’a taşınmışlar. Almanya’ya işçi göçü başlayınca, dedem de kervana katılıp gitmiş. Birkaç sene sonra da annemleri almış yanına. O sıralarda (yaklaşık 70 ortaları) Türkiye’de ortam gergin olduğundan, Kurtuluş Lisesi’ni bitiren babam da okumak için Almanya’ya gitmiş. İkili burada tanışıp evlenmişler. Ben de orada doğmuşum. 3 yaşındayken, “memleket”e dönelim demişler, ikinci sınıf vatandaş muamelesinden sıkılıp. Sonra 2 sene İstanbul, 9 sene Tekirdağ, 3 sene Adapazarı, 1 sene İzmit’te yaşamışlar. Bu sırada ben kendilerinden ayrılıp Ankara’ya gitmişim 4 sene orada kalmışım, üstüne de 2.5 sene Washington D.C., son 2 yıldır da İstanbul.

Bu bilgilere dayanarak benim memleketim neresi siz söyleyin! Çoğu zaman o kadar zorlanıyorum ki bu soruyu cevaplamakta… Ne iki kere gittiğim Kayseri benim memleketim, ne de diğer yaşadığım yerler. Hiçbir yere, tamam burasıdır, budur diyerek bağlanamıyorum. İlkokuldayken herkes nereli olduğunu söyleyince hazır o la geçip, ben ne diyeceğimi bilemezdim. Sonra bir yaz, ananemin ablasının yaşadığı köye gittik, İnegöl’ün Edebey köyüne. O kadar sevdim ki orayı, herkesin de bir memleketi olması gerektiğine inandığımdan, Edebey’den memleketim diye söz etmeye başladım. Zehra Teyze ve Süleyman Enişte’nin çeşit türlü meyve sebze yetiştirerek sade bir yaşam sürdükleri evleri o zamanlar bana kocaman bir malikhane gibi görünüyordu. Ezanda açan çiçekleri hayretle izlerdim. Evin dışında tuvalete gitmekten hem korkar hem de başarabildiğim için mutlu olurdum. Çocukluğumun birçok anısına ev sahipliği yapan bu köye 15 yıl sonra tekrar gitmek istedim bu bayram. Annanemi de gaza getirdim, atladık gittik Perşembe günü.

Hava karardıktan sonra vardığımız için pek bir şey göremedim dışarıda. Ama evin içinde aynı sıcaklık duruyordu. Biraz bakımsız, yalnız ve hüzünlü göründü gözüme evin sahipleri gibi. Bir başlarına kalmışlardı. Bütün çocukları evlenip gitmişti. Süleyman Enişte 81 yaşındaydı artık, hala da devam ediyordu bahçesiyle uğraşmaya. Artık şirin bir hacı amcaya dönüştüğünden bazı dini hikayeler anlatıyor, sonra birden eski haline dönüp küfürü basıyordu ana avrat. Ben gülmekten yerlere yattım bu ironiye ama annanem ve Zehra Teyze için durum son derece normaldi. Zehra Teyze de 74 yaşına gelmişti, artık daha çabuk yoruluyordu ama o da hala toprakla iç içe yaşıyordu.

Sabah uyandık, hepsinin ellerini öptüm. Sonra çıkıp dolaştım köyde biraz. Ramazan davulcusu hasılatı topluyordu. Her gittiği evde bir de çiftetelli patlatıyor, ev ahalisi de ufaktan göbek atıyordu. Saf bir bayram yaşanıyordu Edebey’de, çok doğal samimi, trafik yok, alışveriş yok. Çocuklar giyinmişler, el öpüp şeker topluyorlar kapı kapı dolaşıp.

Nermin Teyze’ye gittik annanemle, yan komşuya. Küçükken hep beraber oyunlar oynadığımız Cüneyt ve Ali evlenmişler, hatta 1984 doğumlu Ali’nin bebeği bile olmuş. Bana soruyorlar evlenmiyor musun diye, kısmet diyorum tıs tıs. Ne iş yapıyorsun diyorlar ona da cevap veremiyorum. İçten içe bana acıdıklarını hissediyorum.

Sonra bizimkilerin çocukları ve torunları gelmeye başlıyor, İstanbul’dan İnegöl’den. Hepsi dedelerine sarılıyor çocukların. Çoğunu ilk defa görüyorum torunların. Ethem ve Meltem’e bayılıyorum. Bu kadar mı tatlı bu kadar mı samimi bu kadar mı saygılı olunabilir aynı zamanda. Durmadan fotoğraflarını çekiyorum. Birlikte bahçeyi geziyoruz. Dalında karnıbaharlar, biberler görüyoruz.

Öğlene doğru bahçeye sofralar kuruluyor, temiz hava eşliğinde nefis yemekler yeniyor. Küçüklüğümü anlatıyorlar bana. Sanki 15 sene değil de 15 gün önce ordaymışım gibi sıcaklar. Hep soru sorarmışım, durmadan. “Emine abla, sen kaç yaşındasın? Abin kaç yaşında? Doğum günün ne zaman?” Herşeyi merak edermişim. Gazeteci olacak derlermiş benim için.

Bu sıcak ortamı bırakmak gelmiyor içimden hiç ama İstanbul’da işlerim var. Mudanya’ya gidip bir başka akrabaya uğruyoruz, oradan da deniz otobüsüne bırakıyorlar beni. Eskileri yad edip yeni kuzenler kazanmış olmanın mutluluğuyla dönüyorum İstanbul’a...

Wednesday, October 10, 2007

Delhi, Taj Mahal, Dönüş (4)


Delhi

İki haftayı Gujarat’ın çeşitli minik şehirlerinde ilginç deneyimlerle tamamladıktan sonra yine bir Spicejet uçağındayız. Delhi, Ahmedabad’dan bir saat uzaklıkta. Hava pek de farklı değil. Taksiciler yolcuları sürekli kazıkladıkları için pre-paid sistemi geliştirilmiş. Yani daha havaalanındayken adresi söylüyorsun ona göre ücret belirleniyor, direk ödüyorsun. Gayet de hesaplı 30 kilometreyi 10dolara gidiyoruz. Khushbu’nun Şili’den arkadaşı Sandra’nın evine gidiyoruz. Gurgaon isimli bir şehirde yaşıyor, Delhi’den 45 kilometre kadar uzakta. Burası bir expat community ye dönüşmüş. Fransız ve Almanlar’ın çoğunlukta olduğu şehirde onlarca alışveriş merkezi ve telekomünikasyon şirketi var. Kendi ülkelerinde iş bulamayan Almanlar ve Fransızlar (biraz da İngiliz) burada aylık 400 euro maaşla işe giriyorlar. Kiraları ve yol masrafları da işyeri tarafından ödeniyor. Bu parayla son derece rahat bir hayat sürüyorlar. Bu tersine göç öylesine yoğunlaşmış ki son zamanlarda da Hindistan artık Fransızlara vize vermeyi durdurmış. Sandra’nın ev arkadaşı Sevinç de bu yüzden Türk pasaportuyla başvurmuş vize için. Sevinç doğma büyüme Fransalı bir Türk. Diğer ev arkadaşları Selma ise Almanya’dan başka bir Türk. Onlarla Hindistan’da karşılaşmak ve aksanlı Türkçe konuşmak da pek ilginç.

Kızlar burada yaşamayı maddi açıdan çok rahat oldukları için seviyorlar sadece. Hintlilerle mümkün olduğunca muhatap olmamaya çalışıyorlar. Her defasında fazla para almaya çalıştıklarından dert yanıyorlar. Taksilerde taksimetre olmadığı için şoför kafasına göre bir miktar belirleyebiliyor. Onlar da kafalarına göre bir şey veriyorlar ve büyük kavgalar çıkıyor. İki taraf da birbirini kaçılması ya da yolunması gereken varlıklar olarak görmeye başlıyor.

Ahmedabad’daki motorlu rikşalara ek olarak burada bisiklet rikşalar var. Önde bisikleti süren bir genç arkada da iki yolcu ve alışverişleri oluyor. Ortalama 150 kilo çekiyorlar güneşin altında. Alışveriş merkezinden kaldığımız ev 20 dakika sürüyor ve kızlar 1.5 değil de 1 dolar vermek için 10 dakika pazarlık ediyorlar. 50 derece güneşin altında 20 dakika 150 kilo çeken adamcık terden sırılsıklam oluyor. Ama yazık çok yoruldu 2 dolar fazla vereyim dersen de, 5 dolar daha isteyebiliyor. Garip bir denge var aralarında, iki taraf da vahşileşmiş iyice.

Bizim vardığımız günün akşamında Khushbu’nun Türkiye’den başka bir arkadaşı geliyor: Benan. Ertesi sabah üçümüz Delhi’ye gitmek için yola çıkıyoruz. Bu kez taksiye binmeyelim otobüsle gidelim herkes gibi diyoruz, orta sınıf denen kavramın burada olmadığını unutarak. 45 kilometre 3.5 saat sürüyor. Günün yarısını yolda harcıyoruz. Sıcaktan ve pis kokudan iyice sinirlerimiz bozuluyor. Ertesi gün Taj Mahal’e gidelim bari diyip bilet almak için tren garına gidiyoruz. Delhi eski tren garında karşılaştığımız manzara dehşet verici. Öbekler halinde uçan sinekler var insanların etrafında. Koku öyle dayanılmaz ki 2-3 kere dışarı çıkıp tekrar içeri girmek zorunda kalıyorum. Çocuklar çuvallara başlarını yaslamış uyuyor. Muhtemelen günlerdir orada bekleyen, fakirlikten ve pislikten kırılan yüzlerce insan. Bir de bekçi var sırada düzgün durmayanları sopayla hizaya getiriyor, hafiften okşayarak. Dünyanın gerçekliği böyle bir şey işte…

Meğer yanlış gara gelmişiz, 1.5 saat o koku ve yakın temas kuyrukta (haremlik selamlık kuyruk) bekledikten sonra elimiz boş geri dönüyoruz. Otobüs de direk yokmuş Agra’ya, bütün gün bu bilet alamama işiyle geçiyor ve akşam trafiğinde, bir rikşayla dönüyoruz eve. Ertesi gün, bir arkadaşımdan numarasını aldığım, Delhi’de yaşayan Türkler’den biri, Ahmet Bey gezdiriyor bizi. Bahai Temple, Qutab Minar’a, İngiliz özentisi bakanlık binalarına falan gidiyoruz. Bunlardan birinde bir abi yanımıza gelip birlikte fotoğraf çekilelim mi diyor, "Allah Allah, niye acaba" diyemeden ailesinin yanıan götürüveriyor bizi. O çekince dur diyorum ben de istiyorum o zaman. Meğer böyle bir adet varmış. Yabancılarla fotoğraf çekilme...Benim en çok hoşuma giden yer Jama Mescid oluyor. Hem içinde bulunduğu Müslüman mahallesinde süper kuzu tandır yapan Karim’s var, hem de daha önce açık hava camisi görmemiştim hiç. Hafif bir Arap havası esiyor mahallede. Kocaman kazanlarda tatlılar pişiriliyor sokak ortasında.İlginç tesadüfler sonucu her ülkede bir şekilde karşıma çıkmayı beceren Ebru Gündeş, bu kez de bir dergi kapağında…

Jama Mescid’de insanlar rengarenk. Hem ibadet, hem hoş beş mekanı olmuş. Piknik yapanlar bile var. Giriş kapılarının renkleri güneşin konumuna göre farklı renkler alıyor. Müthiş huzurlu bir yer, Mescid-i Aksa’dan sonra en güzeli belki de…Girdiğimiz mabedlerden birinin bahçesinde şu iki sembole rastlıyoruz. Mğer ikisi de Hinduizme ait sembollermiş.


Taj Mahal

Taj Mahal’i görmek konusunda pek istekli değilim, hem uzak hem pahalı hem de bir bina alt tarafı diyorum. Ama gelmişken de görmek lazım kalıbıyla mecburen bir seyahat acentasıyla anlaşıyoruz. Sabah 8’de burada olun, akşam da 10’da döneceğiz diyorlar. 6’da çıkıyoruz evden trafiğe yakalanmamak için. 6.45’te kapının önündeyiz, kimseler yok, oturacak yer yok. 7.30’da acentanın sahibi geliyor, çayla bizi oyalıyor 8.30’a kadar. 9’da geliyor otobüs. Delhi havaalanındaki Necla Nazır Tarık akan otobüsünden bu da. İçeride bizden başka yabancı yok. Garip bir yerli turist profili. Sanki gezmeye değil de toplama kampına götürülüyoruz gibi. Kimseden ses çıkmıyor, yorgun bitkin görünüyor hepsi. Rehber de Hindi konuşuyor, saatlerce anlatıyor, ben pardon İngilizce anlatmayacak mısınız deyince de mühim bir şey değildi diyip geçiştiriyor. 3 saatin sonunda ilk molamızı veriyoruz. Pisliğin son haddinde bir yol lokantası, orada sandalyeye otursan Hepatit kaparsın o derece pis. Bizim yolcular önemsemeden yiyor her şeyi. Biz de ekmek alıyoruz, kuru ekmek yiyoruz Benan’la. Herhalde 1 saate varırız derken 2 saat daha sürüyor yol. Toplam 204 kilometrelik yolu 5.5 saatte tamamlamak üzereyken rehber geliyor yanımıza. “Biz şimdi birkaç Hindu mabedine gideceğiz, siz beğenmezsiniz, direk Taj Mahal’e göndereyim ben sizi” diyerek uyku mahmuru olan bizleri kandırıveriyor, kendimizi yol ortasında buluveriyoruz. Kendisinden daha üçkağıtçı görünen taksici arkadaşı bizi Taj Mahal’e götürüyor, kapısında indirirken “Saat şimdi 2.30, 5 te burada olun diyor” Apar topar, ne yaptığımızı bilmez halde bahçe kapısına giriyoruz ve işte o anda senenin ilk musonu düşüyor Agra’ya, müze giriş kapısına gelemeden sırılsıklam oluyoruz. Kapıya geldiğimizde giriş çıkışlar durduruluyor, yerlerde 30 cm su var, herkes bir yere sığınmaya çalışıyor. 20 dakika kadar bekledikten sonra Hintlilere 20 kuruş yabancılara 25 YTL gibi bir fiyattan satılan biletlerimizi alıp paçalarımızı dizlere kadar sıvayıp geçiyoruz kapıdan. Görevli çantamdaki ipod ve çipsleri görünce bunları çantandan çıkarma içeride diyor. Tamam diyorum. Hemen arkamdan gelen Benan’ın çantasında da aynı malzemeleri görünce “bunlarla giremezsin, git emanete bırak” diye tutturuyor. “Ama ablacım bana izin verdin, ona neden vermiyorsun, bak o benim arkadaşım” falan diyorum ama kar etmiyor. Çaresiz Benan, o yağmur altında geri dönüp, tekrar kuyruğa dönmek üzere emanetçiye gidiyor. Girişin yan tarafındaki bir çatı altına sığınarak Benan’ı beklemeye başlıyorum. 10 dakika, 15 dakika bekliyorum, gelmiyor. O sırada gördüğüm şu sevimli, güzellik abidesi bebeğin fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. 10 dakika daha geçiyor, Benan gelmiyor. Sırtımda hem onun çantası, hem kendiminki, fotoğraf makinemi neye saracağımı şaşırmış vaziyette, sandaletlerimi de çıkararak koşmaya başlıyorum sağanak yağış altında. Bir binadan diğerine survival tek amacım bir de Benan’ı bulmak. Bulamıyorum, fotoğraf çekmek istiyorum, çantaları koyamıyorum, herkes canının derdinde kimseden rica edemiyorum. Çekebildiğim en iyi fotoğraf şu oluyor.

Yine koşarak ve artık kesinlikle zatüre olacak kadar ıslanmış şekilde arabaya geri dönüyorum. Benan gelmiş, saat 5.30 olmuş. Taksiciye hemen bizi üst baş alacak bir yere götürüyoruz. Tabii ki kazıkçı, turistik bir kuyumcuya götürüyor bizi ve ben aksırıp tıksırırken herif bana akik taşı satmaya çalışıyor. Dünyanın parasını verip birer Taj Mahal tişörtü ve filli birer pantolon alıp çıkıyoruz dükkandan. Bir lokantada 12 saat sonunda yediğimiz her şeyin tadı mükemmel. 6.30’da otobüse dönüyoruz ve görüyoruz ki grup arkadaşlarımız henüz dönmemişler. Bu arada hava açıyor, biz işportacılardan kurtulmaya çalışırken onlar muhtemelen süper dakikalar geçiriyorlardır Taj Mahal’de diyoruz. Derken çıkageliyorlar, hepsi çok neşeli, süper fotoğraflar çekmişler ve kupkurular. Halimize gülüyoruz yola çıkarken. Dönüş yolu bir türlü bitmek bilmiyor. İki kasabada durup birkaç mabed geziyoruz. Rehber nedense siz çıkmayın size göre değil diyerek engellemeye çalışıyor bizi ama çıkıyoruz. Bir kasabada bulduğumuz en iyi tuvaletin içinde timsah büyüklüğünde kertenkeleler var, bütün duvarlarda geziyorlar. Burası nasıl böyle pis, neden temizlenmiyor bu insanlar akıl sır erdiremiyoruz…Yollarda inekler ve domuzlar yürüyor, hava karanlık, ışık yok, hangi köydeyiz, kasabadayız bilmiyoruz. Rehber zaten bize gıcık, bırakıp gitse kalırız burada. Gruptan ayrı, mabede vardığımızda yine Benan’ı emanetçiye gönderiyorlar. Onu beklerken yan tarafta kendi kendilerine çalıp söyleyen avluya sığınmış yüz kadar insan görüyorum. Şu hayatta her şeyi yaşayarak denemek lazım diyen ben, onların içlerinde yaşadığı pisliği görünce bu durumu anlamaktan vazgeçiyorum. Benan’la aynı Taj Mahal tişörtlerini giydiğimizden mi yoksa hakkaten ihtiyar göründüğümden mi bilinmez, iki kez annesi olup olmadığımı soruyorlar. Ayakkabılarımı çıkarıp leş gibi vıcık vıcık yerlerde yürüyoruz mabede doğru. Yine beklediğimi- ne ben de bilmiyorum- bulamadan çıkıyoruz. Önümüzde birkaç maymun, koşarak dönüyoruz otobüse. Saatlerce devam ediyor yolculuk, bitmek bilmiyor. Sabah bizi getiren taksiciyi arayıp geç kalacağımızı, ne olur bizi beklemesini, iki katı para vereceğimi söylüyorum. Planlanandan yaklaşık 4 saat sonra varıyoruz Delhi’ye. Üstüne 1 saat de ev sürüyor. Khushbu meraktan çıldırmış vaziyette karşılıyor bizi ama salak ve avanağa benzeyen kostümlerimizi görünce de dayanamayıp patlatıyor kahkahayı. Toplam 22 saat süren bu maceranın sonunda 10 saat kadar uyuyoruz. Uyandığımızda benim için dönüş vakti gelmiş. Sandra’yı da alıp hep beraber güzel bir yemek yiyoruz. Bukhara isimli bu restoran, Asya kıtasının en iyi lokantası seçilmiş. Putin Hindistan’a geldiğinde günde üç öğün burada yermiş, Clinton sırf burada yemek için Hindistan’a gelirmiş falan diyince merak edip gidiyoruz kalan son paramızla. Mühim bir numarası yok aslında, İstiklal’deki Otantik gibi bir dekorasyon yapmışlar, yemekleri de Adana’daki Hasan Usta’yı tutmaz.

Tayfa beni havaalanına götürüp bırakıyor. Yine Moskova üzerinden, bu kez daha az beklemeli bir yolculukla dönüyorum İstanbul’a. Yakın zamanda tekrar Hindistan’a gidip, keşfedemediğim sırları kurcalamak, mabedlerin gizini öğrenmek, daha değişik bölgelerini görmek için planlar yapıyorum. Her dönüş, bir sonraki gidişi tetikliyor, hiçbiri yetmiyor…

Bu maceranın sonu…

Şehirler arası Yolculuklar, Gaipten Haberler (3)

Şehirler arası Yolculuklar
Ahmedabad’da göreceklerimizi görüp Mehsana’ya gitmeye karar veriyoruz. Khushbu’nun en sevdiği amcasında birkaç gün kalmak için yola çıkıyoruz. Minibüsle gidersek 1 dolar, taksiyle gidersek 20 dolar ve 1.5 saat sürüyor. Halkımızla kaynaşalım diyerek minibüs dedikleri araca binerken klostrofobik duygular kaplıyor içimi. Normal şartlar altında 6 kişinin oturabileceği bu yere tam 15 kişi istif edilmiş, hava 50 derece ve tabii ki klima yok. Sıcağa dayanmak için günde 6 litre kadar tükettiğim sular da birden dışarı çıkma ihtiyacı hissedince fena halde daralıyorum. Elimi kolumu kıpırdatamadan ilk 20 dakika geçiyor. Bu arada minibüsün kapı görünümlü kapağı açık ve iki kişi de orada tutunarak gidiyor. Herkes canının derdinde, kimsenin takati kalmamış sıcaktan. Biraz alışınca, ortamı şenlendirmek için bir paket lokum çıkarıyorum çantamdan, çifte kavrulmuş. Lokumlar elden ele dolaşıyor, insanların kan şekeri biraz yükselince konuşmaya başlıyorlar. Bir beyazın bu araca binmesi için ya çok fakir ya çok salak olması lazım şeklinde bakışlar atıyorlar üzerime. Türkiye’den gittiğimi söylüyorum ama ne böyle bir ülkeden haberleri var ne de nereli olduğum çok umurlarında. Ben yine de kendi çapımda onları keşfettiğim için mutluyum. İçerideki insanlar, mesleklerine bakıldığında varlıklı olabilecek cinsten aslında: Avukat, bilgisayar mühendisi, tüccar. Ama orta yol yok, ya 1 dolar verecek ya 20. Onu da bütçe kaldırmıyor tabii, tek başına çalışınca evde ve en az 4 çocuğun olunca.

1.5 saatin sonunda Mehsana’ya vardığımızda çok mutluyum. Hava alabilmenin ve tuvalete gidebilmenin kıymetini insan böyle zamanlarda anlıyor. Çok fakir bir mahallenin içinden geçerek, Sunil amcanın evine doğru ilerliyoruz. Khushbu’nun anlattığına bakılırsa oranın en zengin ailelerindenmiş. Bana göre ise Dolapdere’nin en diplerindeyiz. Eve vardığımızda çok sıcak karşılanıyoruz. Khushbu'nun kuzeni bilgisayar mühendisi. Birkaç ay sonra evlenecek ve işini temelli bırakıp kayınvalidesine ve kayınlarına ömür boyu hizmet etmek üzere evlerine taşınacak. Aile herşeyden önemliymiş. Seçiminden de çok mutlu.

Sunil amca da avukat, 50 yaşlarında şirin mi şirin bir insan. Saatlerce konuşuyoruz. Hindistan tarihini anlatıyor, Müslüman-Hindu çatışmalarını, Hinduizmi. Ben sordukça o da anlatmaktan keyif alıyor. Arada bir de o bana soruyor: “Sizde evlenince çalışıyor mu kadınlar? Mecliste kaç kişi var? Kışın sıfır derece olunca ne yapıyorsunuz? Evlerde ısınma için aletler mi var? İşte buna bayılıyorum. Bambaşka kültürlerden, geleneklerden, artı cinsiyetlerden ve yaşlardan insanlar olarak ortak bir dil geliştiriyoruz anında. Müslümanlarla ilgili şundan yakınıyor sadece: “onlar kendi dinlerinin tek doğru olduğuna inandıkları için bizi hor görüyorlar, kafir diyorlar. Halbuki biz diyoruz ki tanrıya ulaşmak için birçok yol vardır ve hepsi doğru olabilir. Çatışma bu yüzden çıkıyor.

Her ne kadar Hintlileri birleştiren ana unsur din değil de milliyet olsa da din konusunda zaman zaman ciddi çatışmalar yaşanabiliyor. Dinin günlük hayata yansımasına baktığınızda bir Hindu ile bir Müslümanı ayırd etmek çok zor. Mehsana'da Müslümanlar Hindular'a göre daha fakirler. Evin yakınındaki bir Müslüman mahallesine girdiğimizde koku ve sıcak epey zorluyor bizi.Arap ülkelerinin aksine burada kimlikler erkekler üzerinden gidiyor. Hangi dinden olursa olsun aynı giyiniyor kadınlar, boyun mutlaka örtülüyor, baş genelde açık ama güneşten korunmak için örtenler de var. Müslüman erkekler beyaz ya da açık renk giyiniyor, sakal bırakıyor bazıları.Mehsana’daki Müslüman mahallesindeki camiye kadınların girmesi yasak. Erkeklerin dikkatini dağıtıyorlarmış. Benzer şekilde Hindu kadınlar için de birçok kısıtlayıcı kural var. Bir yandan motor kullanıyorlar vızır vızır, bir yandan da erkeklerle göz göze gelmemeye çok dikkat ediyorlar, kıyafetler son derece muhafazakar. Böylece dünyadaki Müslümanların sadece %10’unu oluşturan Arapların kültürlerinin ne kadarının dine ne kadarının geleneğe dayandığını bir kez daha sorguluyor insan. Yine çocuklar var her yerde gözlerinin içi gülen. Onlar kurtarıyor insanı analiz ve sorgulamalardan birkaç dakiaklığına da olsa...

Gece o kadar sıcak ki klima bile kesmiyor bunaltımı. Kapının önüne çıkıyorum ve etrafta onlarca kişinin dışarı yataklarını çıkarıp uyuduklarını görüyorum. Siteden dışarı çıkınca manzara daha da vahimleşiyor, yataksız öylece yollarda uyumaya çalışıyor insanlar. Sabahı zor ederek erkenden kalkıyorum. İki genç kız var yine evde her gün gelip temizliyorlar, bulaşık, çamaşır yıkıyorlar. Çamaşır makinesinden daha ucuza geldiği için bu yolu tercih etmelerine ne denebilir ki?

Günlerden Pazar, bir saat uzaklıktaki Mahudi şehrindeki Jain Temple’da mühim bir ayin varmış. Önde amca ve yenge, arkada kızları, Khush ve ben, 70’lerde Türk-Hint ortak yapımı bir neşeli aile filmindeymişçesine güle oynaya gidiyoruz. Tanımlayamayacağım bir güzellik var ortamda, samimiyette ve nedense eski bir zamanda gibi hissediyorum kendimi, 2000’lere ait olamayacak bir şeyler var burada. Mabede geldiğimizde on binden fazla insanla karşılaşıyoruz. Herkes sıraya girmiş, bir şey almaya çalışıyor bankolardan. Burada yalnızca Pazar günleri özel bir tatlı pişirilir ve sadece bu tapınak sınırları içinde yenilirmiş, dışarı çıkarmak yasakmış. Övgülere dayanamayıp o pislik ve sıcak içinde nasıl yapıldığını düşünmemeye çalışarak yiyorum Sukhadi’yi hapur hupur. Helva gibi bir şey ama tadı farklı, dedikleri kadar varmış diyorum. Tatlı faslından sonra içeri giriyoruz. Fotoğraf, video falan yasak tabii. Şaşkınlık içinde içerideki adamın eteklerini öpen insanları, ateş yakanları, dua okuyanları izliyorum. Herkes ayrı bir alemde. Bu sırada bir başka rahip kırmızı bileklikler takıyor herkese. Bir ip ve üzerine sarılmış küçük bir kumaş parçasından meydana gelen bilekliği hemen herkes takıyor Hindistan’da. Yargıtay binasındaki yargıçta da, marketteki kasiyerde de ilkokul öğrencisinde de var. Sağlık ve mutluluk getirdiğine inanılıyor. Bunu bir kere takınca kendi kopana kadar çıkarmak yasak, yoksa kötü şansmış. Muska niyetine alıyorum ben de bir tane, rahipten rica ediyorum birkaç tane de arkadaşlarım için veriyor bana. Çıkışta mabedin önünde kurulmuş meydan pazarındayız. Sanki bir derginin renkli sayfalarının içine ışınlanmış gibiyim. Herkes herşey çok renkli ve hepsi gözleriyle birşeyler anlatıyor...

Dönüş yolunda bir çiftlikte durup, çiftçilerle konuşuyoruz. Öyle kendi hallerinde, öyle huzurlu ve mütevazı insanlar ki… İneklerini okşarken konuşuyorlar onlarla, birlikte poz veriyorlar. Ve yine orada da rengarenk kıyafetleriyle yapıyorlar bütün işleri.

Gaipten Haberler

Evliliklerin hala yoğun olarak görücü usulü yapıldığı Hindistan’da, fallar ve hatrı sayılır büyüklerin görüşleri çok önemli. Yaygın uygulamalardan bir tanesi, gelinin ve damadının doğum haritalarının çıkarılıp karşılaştırılması. Çift her konuda anlaşsa bile doğum haritaları denen falda bir uyumsuzluk görülürse, aile evliliği onaylamayabiliyor. Bir yandan avukatlık yapıp, bir yandan hukuk fakültesinde öğretim üyeliği yapan Sunil Amca da fal işini çok ciddiye alanlardan. Avucuma bakıp hayat çizgim olmadığını görünce, beni pek meşhur bir falcıya götürmeyi teklif ediyor. Ben de tabii bu fırsatı kaçırmıyorum ve sokaklarında keçiler koşan bir mahallede ismini hatırlayamadığım falcının evini bulmak için yola çıkıyoruz.

İronik bir şekilde elinin yarısı yok falcının. Önce elimi alıp uzun uzun inceledi, 10 dakika kadar hiçbirşey söylemedi. Sonra Khushbu’ya Gujuratice bir şeyler anlattı, o da çevirdi. Bir kısmı doğru çıkan ama gelecekle ilgili bir kısmında kültürel farklılıkları gözetmeden yaptığı tahminlerin gerçekleşmesi zor. 4 kızım 2 oğlum nasıl olur ki? Bu arada öğreniyoruz ki Hindistan’ın halihazırdaki en önemli sosyal problemlerinden biri, kadınların erkek çocuk doğurma konusunu saplantı haline getirmiş olması. Bu yüzden bu sıralar her gün gazetelerde kız bebeklerini öldüren ya da çöpe bırakan annelerin haberleri var. Bir yandan hayvanları yemeyecek kadar insaflı olan insanların diğer yandan cinsiyetinden dolayı kendi çocuğunu öldürebilmesi anlaşılması zor bir ikilem.

Ahmedabad’a dönüşümüzde musonla karşılaşıyoruz. Öyle birdenbire başlayan bir yağmur ki bu, insanı çok fena hazırlıksız yakalayıveriyor. Hava günlük güneşlikken bir anda yukarıdan kovalarla su boşaltmaya başlıyorlar sanki. Herkes kaçacak delik arıyor, trafik kitleniyor, insan neye uğradığını şaşırıyor resmen. Olup biteni takip etmeye çalışırken zar zor bir rikşaya atıyoruz kendimizi ve o sırada çırılçıplak sokaklarda koşan insanları görüyorum. Çoluk çocuk hep beraber yağmura ellerini açmış koşuyorlar. Khushbu muhtemelen aylardır yıkanmadıklarını söylüyor, sevinçleri bu yüzden… Bu anları fotoğraflamak konusunda tereddüt ediyorum, istemiyorum. Kendime dışarıdan bakınca gördüğüm o batılı fotoğraf makineli avcı modeli hiç hoşuma gitmiyor. Hem bazı anları yaşamak gerekiyor hissedebilmek için. Hindistan da fena halde hissedilesi bir yer, ne kadar anlatsam, göstersem yavan kalacak biliyorum.

İlginçtir, hiç huyum olmadığı halde burada alışverişe veriyorum kendimi. Kıyafetlerin özgünlüğünden ve sadeliğinden mi yoksa renklerin canlılığından mı bilmem dayanamıyorum, her gördüğümü almak istiyorum. Üstüne bir de fiyatlar Türkiye’dekinin onda biri gibi bir şey olunca dayanamıyorum. Bazılarını günlük hayatta giymek çok abes kaçacağı halde dolduruyorum. Birkaç tane de diktiriyorum, hem kendime hem arkadaşlarıma…

Özentilik ve batılılaşma dertleri burada da mevcut. Gittiğimiz restoranlarda et ve alkol olmamasına rağmen menülerinde varmışçasına yemek ve içki isimleri var. Alkolsüz bloddy marry de var vejeterjan şiş kebap da. McDonald’s bile vejeterjan Ahmedabad’da. Et içeren yemeklere “non-veg” deniyor. Hepsi birbirinden güzel, sebzeleri çok hafif pişiriyorlar, meyve püreleri var yanlarında. Buradaki gibi inanılmaz baharatlı yemekler değil hepsi. Her zevke göre var ama bilen biriyle gitmek lazım insan tek başına anlayamıyor muhtevayı.

Bir Sonraki Yazı: Delhi, Taj Mahal

Monday, October 08, 2007

Gandhi'nin Evi, Popüler Kültür, Günlük Hayat (2)

Gujarat, Hindistan’daki 29 eyalet içinde en muhafazakar olanı. Alkol yasak. Hindular ağırlıkta olsa da ciddi bir Müslüman nüfus da var. Arada kavgalar var ama genel olarak saygıda kusur etmiyorlar. Dinden ziyade etnisite ve kast kimlik belirlemede daha etkili görünüyor. Müslümanlar Hindulara saygılarından inek yemiyorlar, et yiyen Hindular da Müslümanlara saygılarından domuz yemiyorlar.

Orta sınıf kavramı yok. İnsanlar ya çok zenginler ya da çok fakir. Ortası yok. Mesela inanılmaz geniş ve lüks bir alışveriş merkezi var, 300 dolarlık ayakkabılar satılıyor içinde ve kalabalık içerisi. Kapının önünde de açlıktan güneşin altında bayılmış kadınlar ve çocuklar. Dilenciler sarmış binanın her tarafını. Ben bu durumdan çok rahatsız oluyorum ama iki taraf için de durum çok normal. Afrika’daki fakirlik öfkesi ve saldırganlık burada yok. Onları hem gelişmekten alıkoyan hem de aralarındaki huzuru sağlayan kast sistemi ve reenkarnasyon inancı sayesinde herkes kaderine razı. Tüm yaşam bir test olarak kabul edilmiş. Böylece zenginler gönül rahatlığıyla sefalarını sürebiliyorlar. Fakirler de zengin olarak doğacakları hayatın hayaliyle bir ömrü sefalet içinde geçiriyorlar.

Mecburen çok iyi yerlerde yemek yiyoruz, orta sınıf olmama durumu yemek konusunda da geçerli. Kallavi bir yemek, tatlı ve içecek, asansör müzikli elit bir lokantada adambaşı 8 dolara patlıyor en fazla. İnanılmaz lezzetli çeşit çeşit vejeteryan yemekleri mideye indirip kahveni yudumlarken camdan dışarı bir bakıyorsun ki yine aç insanlar var her yerde. Dışarı çıkınca yediğim burnumdan geliyor. Vicdan azabı içinde, yolun iki yanını doldurmuş o sıcakta ve pislikte uyumaya çalışan insanların arasından hızla eve doğru yol alırken, sorgulamalar yine peşimi bırakmıyor.

Türkiye’de böyle bir fakirlik yok. Bu kadar evsiz, bu kadar sokakta yaşayan insan yok. Yetersiz beslenmeden boyu kısa kalmış, çelimsiz, konuşmaya mecali olmayan insanlar yok. En azından daha azlar ve bu yüzden de daha az göz önündeler. Ve her gün görmedikçe onları, yoklarmış gibi geliyor ve normal yaşayabiliyorum. Hintlilerse her gün onlarla iç içe yaşayabiliyorlar huzur içinde. Ben mi gerçeklerden kaçıyorum, onlar mı, bilmiyorum.

Motor kullanan insanların sayısı epey fazla.Özellikle kadınlar bu ulaşım biçimini çok iyi benimsemişler. Ve punjabileriyle çok şık görünüyorlar motor kullanırken.

Rengarenk ve eğlenceli bir Hindistan beklerken, böyle tezatlarla dolu bir manzarayla karşılaşmak epey sarsıyor beni ama yine de Goa’da eğlenmeye gitmek yerine turist olmayan bir eyalette Hindistan’ın gerçek yüzünü gördüğüm için çok mutluyum. Yemeklere ve kıyafetlere bayılıyorum. Çeşitlilik hayatın her alanına yansımış. Bazıları epey acı ve baharatlı olsa da sebzelerin pişirilişi ve meyvelerle birlikte kullanılışı gayet leziz. Tadına bakıp da beğenmediğim hiçbirşey olmadı. Eti hiç aramadım. Sabah kahvaltısında haşlanmış fasulye, hardal taneleriyle kavrulmuş patates, saç üzerinde pişirilmiş hamur ve mango sosu yemek çok eğlenceli ve sağlıklı. Elimle yemekte biraz zorlansam da, pis yabancı durumuna düşmemek için hemen kıvırıyorum işi.

Gandhiji Ashram

Mehul ve Nilima beni rahat ettirmeyi kendilerine amaç ediniyorlar. Her gün ne yemek istediğimi sorup ona göre dışarı yemeğe götürüyorlar. Yemekleri bana seçtirip, sonra ne yapmak istediğimi soruyorlar. Bu kadar ilgi biraz baskı gibi çöküyor üzerime ama geleneklerin başka hiçbir yerde görmediğim kadar önemli olduğu bu ülkede, kimseyi kırmamak ve kurallara uygun davranmak için azami çaba sarf ediyorum.

Mahatma Gandhi’nin evine gidiyoruz. Sadece burayı görmek için bile değer Ahmedabad’a gelmeye. Böylesine akıllı ve samimi bir insanı daha yakından tanıma şansını bulmak çok heyecan verici. Hayatının son yıllarını bu evde geçiren Gandhi, burayı bir komün yaşam alanına dönüştürmüş. Yaşamak isteyen herkese kapılarını açmışlar ve hepsine birer görev verilmiş. Kendi işlerini yapıp para kazanmak için örgü makineleri yapmışlar. Tüm kararlar demokratik biçimde hep birlikte verilmiş. Gandhi sürekli düşünmüş, yazmış, konuşmuş. O kadar sevilmiş ki dünyanın her yerinde, kendisine gönderilen mektuplara adres yazılmaz olmuş. Sadece Gandhi / Hindistan yazıldığında ulaşıyormuş bu eve mektuplar. Yazık ki Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığını göremeden kansız bir milliyetçi tarafından öldürülmüş.

‘ji’ eki bizdeki ‘cim’ ekine karşılık geliyor. Sevilen ve saygı duyulan birinin adının sonuna ekleniyor. Herkes Gandhi’den Gandhiji olarak bahsediyor. Ama insanların yaşam tarzlarına baktığımda Gandhi’yi pek anlayamadıklarını düşünüyorum. Bir çeşit kitsch haline getirilmiş ve her şeye taptıkları gibi ona da tapmaya başlamışlar ama neden taptıklarını unutmuşlar. Gerçekten Gandhi’nin yolunu izlemiş olsalardı bugün durum daha farklı olurdu sanırım.

Popüler Kültür

Televizyonun sesini kapatıp izlerseniz bir Türk televizyonu izlediğinize inanabilirsiniz. Bizdeki dizi furyası ve jürili yarışma şaklabanlıklarının aynıları fazlasıyla burada da mevcut. Televizyondaki insanlar sokaktakilere göre daha açık renkli. Sanki hiç o sefalet yokmuş gibi herkes sürekli dans ediyor. Klipler ve filmler genelde Londra’da çekiliyor. Biraz parası ya da eğitimi olan hemen İngilizce konuşmaya başlıyor günlük hayatta. Kimse Hindi konuşmuyor zaten televizyonda. Hindistan genelinde konuşulan bir dil değil bu. Her eyalet hatta şehir ve köyler kendi dillerini konuşuyorlar. Bir yandan yerellik bir yandan evrensellik derken Hindi arada kaynıyor, bu yüzden İngilizce daha yaygın. Ancak bu durum günlük hayat ve sokaktaki insan için geçerli değil. Çoğu insan sadece kendi yerel dilini konuşuyor.

Televizyonda sürekli 70’li yılların filmleri dönüyor. Konular da müzikler de kalite de aynı Türk filmleri. Belli karakter oyuncuları var mesela, ve kullanılan setler. 52 derecede dışarı çıkmak pek mümkün olmadığından epey Hint filmi izliyoruz evde.

Her ne kadar kadınlar zenginleştiklerinde de yerel kıyafetlerini giymeye devam etseler de, oturuşları, konuşmaları ve tavırlarıyla son derece İngiliz ve Amerikan özentisi olmuşlar. Bu duruma Türkiye’den alışık olduğumdan ilginç gelmiyor aksine rahatsız oluyorum.

İnançlar ve Mabedler

Her köşebaşında, etrafındaki diğer binaların aksine son derece ihtişamlı, ince bir işçiliğin eseri olan tapınaklar ve mabedler var. Dışarıdan çok havalı görünen mabedlerin içinde aynı havayı bulmak zor. Maalesef saygı duyacak kadar anlayamadığım ve bu halde olmalarından sorumlu tuttuğum garip birtakım fil ve maymun tanrılar var. İnsanlar içeri girip onlara tapınıyorlar, bir adama para verip çıkıyorlar. Belki de çok tanrılı dinlere alışık olmadığımdan çok saçma geliyor bana her şeye bu kadar anlam yükleyip sonra aç gezmek ya da aç gezenleri önemsememek.

Mahkelemeler ve Okullar

Mehul Bay, şehre yeni inşa edilen alışveriş merkezine götürerek ülkesinin modernliğini göstermek istiyor bana ama ben tutturuyorum beni Yargıtay binasına götür diye. Pek anlam veremese de bu isteğime gerekli izinleri alarak götürüyor. Bürokrasi bizdekinin sekiz katı daha fazla ve ağır. İçeri girerken defalarca aranıyoruz, belgeler gösteriyoruz. Burada tam 700 avukat ve 32 yargıç görev yapıyor. Hepsi siyah pelerinler giyiyor. İçerisi o kadar sıcak ki, avukatlar boş mahkeme salonlarına girip klimayı çalıştırmışlar, oralarda bekliyorlar. Bir davaya giriyoruz. Neden sonra İngilizce konuştuklarını anlıyorum çünkü hem aksan çok kuvvetli hem de tamamen kalıp hukuksal ifadelerle konuşuyorlar. Yavan, içi boş bir resmiyet, saygı gösterisi var, çok samimiyetsiz görünüyor. Eve döndüğümüzde Nilima bize evlilik fotoğraflarını gösteriyor, çok daha sahici her şey. Kendileri üretmişler, sonradan üzerlerine giydirilmemiş.

Bir aile dostu Rajiv amca komşu bir şehre götürüyor bizi, Nadiad’a. Küçücük bir yer, fakirlik ve sıcaklık aynı. Ve insanlar yine rengarenk. Rajiv’in arkadaşı şehrin özel bir okulunun müdürü. Onu ziyarete gidiyoruz. 200 metrekare genişliğindeki heybetli odası altın kaplama eşyalarla dolu. Türk olduğumu öğrenince hemen kebapları soruyor, kimbilir ne süperdir diyor. Kendi şehrinde et bulamadığından ya da dedikodu olacağından sık sık Delhi’ye gidişinden bahsediyor. Kebap yemek için!

Müdür yardımcısı disiplin timsali bir teyze geliyor içeri. Müdür beni gezdirmesini söylüyor. Sınıflara doğru ilerlerken kadın soğuk bir ciddiyetle okulun ne kadar iyi olduğundan bahsediyor, sonra da sınıflar yerine laboratuarlara götürüyor beni. Oradan spor salonuna ve kütüphaneye. Hindistan’da okulların çoğu özel ama fiyatları da cüzi. İngilizce eğitim veren imkanları iyi bir okulun aylığı 8 dolar civarında. Nihayet promosyon bitiyor ve bir sınıfa giriyoruz. Kadını görünce hepsi asker gibi ayağa kalkıyor: “Good Morning Children”, çocuklar cevap veriyor: “Good Morning Teacher” Son derece otoriter bir tavırla devam ediyor: “Sit Down” Muhtemelen 15 yaşlarındaki 50 kadar öğrenci tedirginlikle yerlerine oturuyorlar. Hepsi üniformalılar. Kızların saçları yanlardan örülmüş, kızlar ve erkekler ayrı ayrı oturuyor. Mahçupça bana bakıyorlar, ben de ne yapacağımı bilmez halde duruyorum başımı öne eğip. Kadın bana yabancı ve beyaz olduğum için saygı gösteriyor ve yukarıda bir yerlere koyuyor: İstediğin gibi takıl” dercesine bakıyor. Kendimi müfettiş gibi hissediyorum. Sınıfta çıt yok. Bir tanesiyle konuşmaya çalışıyorum, utanıyor. “Fotoğraf” diyorum, “fotoğraf çekebilir miyim?” Tabii diyorlar, bu onların da benim de çok hoşumuza gidiyor, birkaç poz çekip çıkıyoruz sınıftan. Sonra ilkokul ve anaokulu sınıflarına da uğruyoruz. Küçücükten alıştırılıyorlar disipline ama bir yandan da inanılmaz bir inanç özgürlüğü var. Üniformaları giyiyorlar ama alınlarına kınalarını da yakıyorlar, başlarına türbanlarını da takıyorlar. Hatta her sabah okula girerken hep birlikte dua ediyorlar andımız niyetine.


Bir sonraki yazı: Şehirler arası Yolculuklar, Gaipten Haberler