6 Mayıs 2008, Şam
Sabah erkenden başlangıç noktamıza gittik. Pınar’ın omzu kötü olduğu için bugün kullanamadı, basın kamyonetine geçip çekim yaptı. Parkur 50 kilometre, şehir içi ve yokuş aşağıydı. Yokuş aşağı kullanmak zevkli olduğu kadar da tehlikeli. Bugün 3 kaza oldu. Bir tanesinde iyi görüntü alabilmek için boylu boyunca yere yatmış bir fotoğrafçının üzerinden bir bisikletçi geçti, adamcağız hastanede. Başka bir kızın burnu kırıldı.
Şehrin her yerinde Follow the Women billboardları vardı. Halk sokaklara dökülmüş, ellerinde bayraklarla selamladılar bizi.
Aynalarım ve kornam çok ilgi görüyor, bizimkiler Aynalı Tahir diyerek dalga geçse de benim çok işime yarıyor. İlk moladan sonra Ceren’le yan yana gitmeye başladık. Bağıra bağıra şarkılar söyledik giderken, tıpkı lise günlerindeki gibi. O anlarda dert yok tasa yok, başı sonu yok, öylece bırakıyorsun kendini rüzgara ve yola…
Öğleden sonra yine bir mülteci kampına gittik. Yine herkes sokaklarda bizi bekliyordu. Fotoğraf çekeyim derken yine grubun arkasında kaldım. İnsanlara nereli olduklarını sordum, Gazze dediler. Ama 1948’de Gazze’den getirilmişler. Çoğu Gazze’yi görmemiş bile. Ne Filistinliler artık, ne Suriyeli. İşsizler, suları akmaz, sağlık imkanları çok kısıtlı. Bir an hallerini düşününce çok fena oldum, oturdum gene ağlamaya başladım. Bu gerçekliği ne kadar bilsen, ne kadar duysan yine de görünce çarpıyor insanı, her defasında! İnsanların ağladığımı görmelerini, onlara acıdığımı düşünmelerini de istemedim. Derin nefes alıp toparlayarak kendimi gittim birkaçının yanına konuşmaya çalıştım. Yabancı birileri gelip onları ziyaret ettiği için o kadar mutlulardı ki, birkaç saat için bütün sıkıntılarını unutmuş görünüyorlardı.
Çocuklardan biri elinde kocaman bir BM bayrağı tutuyordu, sanki BM onlar için çok bir şey yapıyormuş gibi…
Teyzelerle göz göze geldik, konuşamadık da. Bir tanesinin elini öpecek oldum, öptürmedi, o benimkini öpmeye çalıştı, çok utandım.
Otele döndüğümüzde girişte sağlı sollu elli kadar öğrenci bekliyordu karşılama komitesi şeklinde. Ve bağırıyorlardı: “Bir Allah, bir Esad bir de Suriye!” O kadar gaza gelmişlerdi ki durmadan bunu tekrarlıyorlardı.
Bir saat sonra Esma Esad’ın cumhurbaşkanlığı konutunda bizim için vereceği resepsiyona gitmek üzere aşağıda olmamız söylendi. Odada televizyonu açtığımızda Lübnan’daki olayların büyüdüğünü, Lübnan havaalanının ve kara sınırlarının kapandığını öğrendik. Yani bir gün daha kalmış olsak, ülkeden çıkamayacaktık! Sebebini öğrenmek için gazetecilere sorduğumda aldığım yanıt Beyrut’taki askerlerinkinden farklı değildi: “Politik problemler, mühim bir durum yok, her zamanki gibi” Savaşlar, gerilimler, “politik problem”ler bu coğrafyanın vazgeçilmezleri olmuş artık. İnsanların duygusallığı, politikada da kendini gösteriyor, bir anda yükseliveriyor tansiyon. Ve çok alışıldık olduğu için kimse tepki göstermiyor, böylece akıp gidiyor…
Lobiye indiğimizde birtakım karagözlüklü adamlar bizi bir salona aldılar. Ülke ülke sıraya dizip, isim isim çağırarak otobüslere bindirdiler. Güvenlik konusunda sıkıca tembihlendik, yanımıza çanta, fotoğraf makinesi almamız yasaklandı, her şeyi bıraktık. Birkaç dağ aştıktan sonra konuta vardık. Esma Esad önceki senelerde Follow the Women ekibini sınırda karşılar, sonra da onlarla birlikte korumasız falan bisiklet sürermiş. Bu sene nedendir bilinmez sürüşe katılamayınca bizi eve çağırdı.
Kabul edildiğimiz salon tipik bir Osmanlı sarayını andırıyordu. İki kız bir köşede kanun çalıyorlardı. Yemek yoktu, kanepe servisi yapıldı. İçeride oturacak yer olmayınca bari manzarayı izleyelim diyerek dışarı çıktık. Uçsuz bucaksız dağlar uzanıyordu önünde. Şehirden epey uzaktaydı. Uzunca bir zaman bekledikten sonra nihayet First Lady’miz geldi. Kısa kollu pek şık siyah bir mini elbise vardı üzerinde, siyah oje sürmüştü ve yüzük takmıyordu. Pınar’la “böyle metalci First Lady mi olur, vay be” diye konuştuk aramızda. 10 dakikalık bir konuşma yaptı. Burada bulunmamızın öneminden bahsetti. Eninde sonunda dünyanın her yerindeki kadınların hayallerinin aynılığını vurguladı. İngilizcesi mükemmeldi. Sonradan, Londra’da doğup büyüdüğünü, New York’ta çalıştığını, evlendikten sonra Suriye’ye yerleştiğini öğrendik. Bir yandan konuşmasını dinlerken bir yandan da “ne müthiş kadın, hem akıllı, hem güzel, hem 3 çocuğu var, hem First Lady, hem sporcu, bir de mütevazı vs. vs.” diye fısıldaşıyorduk aramızda. Kıskanmakla özenmek arasında, hayran hayran izledik kendisini. Konuşmasını bitirdikten sonra tek tek tüm grupların yanına giderek sohbet etti. Herkesle konuşacak ortak bir nokta buluyordu. Bir kızın omzunda gördüğü dövmeyi sordu, ben de istiyorum, nerde yaptırdın, dedi. Bizim yanımıza geldiğinde 23 Nisan’da Türkiye’den kendisini ziyarete giden çocuklardan bahsetti. Ben de yaramazlık yapmadılar inşallah deyiverdim. “Döndüğünüzde burada yaşadıklarınızı gördüklerinizi anlatın e mi?” dedi, ben de “sizi daha çok anlatacağız galiba” dedim. Topluca fotoğraf çekildik. Bize birer cumhuriyet altını dağıtacağı söylentisi de asılsız çıktı.(Detta Regan, Etiyopyalı animatör, ben)
Konuttan ayrılırken bütün gün bisiklet kullanıp bütün gece ayakta durmanın yorgunluğundan perişan durumdaydık. Yemek de yemediğimiz için iyice bitkin düşmüştük. Saat 10 olduğu için bir an önce uyumak istiyorduk, yemeğe gideceğimiz haberi geldi. İstemeye istemeye gittik. Restorana vardığımızda yorgunluğumuz geçiverdi. 1001 Gece isimli masal gibi bir yerdeydik. Bir yanda kocaman Pisa Kulesi uzanıyor, diğer tarafta yel değirmenleri dönüyor, tam karşıda da Taj Mahal tüm ihtişamını sergiliyordu. Tüm bunların ortasında en az 2000 kişilik bir yemek salonu uzanıyordu açık havada. Masaların önünde ise kocaman bir sahne vardı. Soğuklar servis edilirken sahnede bir Hint müzikali/tiyatrosu başladı.
Yine allak bullak oldu kafam. Bir mülteci kampı, bir First Lady, bir acaip restoran, hangisine şaşıracağımı, bu ülke hakkında ne düşüneceğimi bilemedim. Yanımdaki Danimarkalı gazeteciye döndüm, o da aynı şaşkınlık içindeydi. “Bu kadar şatafat biraz aşırı değil mi böyle bir organizasyon için” diyordu. Yoksa Suriye bize sadece güzel yanlarını gösterip, hakkında olumlu düşünmemizi mi sağlamaya çalışıyordu? Mülteciler tamamen İsrail’in yarattığı problemler miydi? Bir iki güzel yer görünce tav olacak kadar saf mıydık? Baktık içinden çıkamayacağız, sohbete başladık Medi’yle. Tüm ekiplerin aksine Danimarka ekibi kıyafetlerinde ya da bisikletlerindeki etiketlerin arkasında bayraklarını kullanmıyor. Sebep geçen sene yaşanan karikatür krizi. Kendilerini (onlar sorumlu olmadığı halde) ülkelerinin medyalarının duyarsızlığından ötürü suçlu hissediyorlar ve tepki çekmekten korkuyorlar. Bu yüzden de üzerinde İngilizce, Arapça ve İbranice “diyalog” yazan tişörtler yaptırmışlar. Medi, ulusal bir radyoda çalışıyor ve krizin medya tarafından provokasyon amaçlı çıkarıldığını, arkasında da devletin olduğunu iddia ediyor. Kendi içimizde sağladığımız ifade özgürlüğünü, başka bir kültürden, hem de önemli değerlerine saldırarak beklemek saçmalık diyor. Bir Danimarkalı’nın bu şekilde özeleştiri yapabilmesine hayran kalıyorum.
Düşüne düşüne tuvalete gidiyorum. Lavabonun başında Filistinli kızlardan biri var. Muslukla oynuyor. Elini sensora yaklaştırıp suyun akışını kesilişini tekrar akışını izleyip kendi kendine eğleniyor. Baktığımı fark edince ilk defa böyle bir musluk gördüğünü söylüyor. İlgilendiğimi görünce anlatmaya başlıyor. Meğer ilk kez yurtdışına çıkıyormuş, yaşadığı çoğu deneyim onun için yepyeni. Ben gereksiz lüksten şikayet edince, “haklısın” diyor “ama ben ve diğer Filistinlilerin çoğu için bu aynı zamanda bir tatil, dışarı çıkmamızın gezmemizin başka bir yolu yok, keşke ben de senin gibi düşünebilseydim ama benim bunlara ihtiyacım var” “Doğru” diye geçiriyorum içimden. “Madem öyle, biraz pozitif ayrımcılığın kimseye zararı dokunmaz!”
Dopdolu bir günün ardından yorgun argın otele döndüğümüzde yapılacak işler henüz bitmemiş. Ceren ve Pınar aslında Ürdün’de seyahati bitirip Filistin’e katılmadan döneceklerdi (Plaza insanları o kadar izin alabildiler) ama şimdi kalmaya karar verdiler (patronlar da ağlar). Organizasyon açısından sakıncası yok fakat İsrail konsolosluğuna durumun bildirilmesi gerekiyor. Annesi Azeri olduğu için Azerice bilen İranlı Kian bize laptopunu tahsis ediyor. Gerekli yazışma ve dökümanları gönderiyoruz konsolosluğa. Kian, “ben de göndersem beni de alırlar mı” diye soruyor. Bir İranlı… İsrail’e girmek istiyor… “Kian, valla imkansız, mümkünatı yok” diyorum ama öyle saf öyle iyi niyetli ki, “sınıra kadar gelicem ben yine de belki alırlar” diyor. Bireysel iyiliklerin, ilgilerin, profesyonelliklerin, ölüm kalım meselelerinin uluslar arası ilişkilerde hiçbir geçerliliği yok maalesef…
7 Mayıs 2008, Golan Tepeleri
Keşke hayat hep böyle olsa. Birileri bütün günlük programımızı ayarlasa, o program içinde bol bol yeni yerler görme, yeni insanlarla tanışma, spor ve leziz yemekler olsa, arkadaşlarımızla oradan oraya gezip dursak, aynı çatı altında uyusak, birlikte keşfetsek, öğrensek, bir şeyler yapmaya çalışsak…
Kahvaltıda Türkmen asıllı bir kameraman oturuyor masamıza, Suriye boyunca ekibi takip ediyor. Ayda 200 dolar kazanıyormuş, “çok şükür geçinip gidiyoruz” diyor, halinden memnun. Onunla Türkçe anlaşabilmek, Kian’la Azerice-Türkçe anlaşabilmek çok güzel. Kalan herkesle İngilizce konuşmak zorundayız. Araplarla kültürlerimiz bu kadar benzerken İngilizce gibi iki kültürden bağımsız ve alakasız bir dilde anlaşmaya çalışmak çok yavan kalıyor. Şarkılar aynı, yemekler aynı, misafirperverlik, sıcaklık, duygusallık desen yarışır ama ortak dil yok…
Organizasyon konusundaki sıkıntıları konuşmaya başlıyoruz kendi aramızda. Daha fazla bilgilendirici toplantı, seminer olabilirdi, workshoplar yapabilirdik, yıl içinde kampanyalar düzenleyip, para toplayıp geldiğimizde kalıcı bir şeyler bırakabilirdik.
İnsanların birbiriyle en çok kaynaştığı zamanlar, arada yaptığımız otobüs yolculukları. Şoförler hareketli müzikleri koyunca herkes neşelenip sohbete kimi zamanda dansa başlayıveriyor. Filistin ekibi de göbek atma konusunda baya iddialı. Yaser Arafat’ın manevi kızı Lina Arafat da bizimle ama İngilizce bilmediğinden konuşamıyoruz. Arafat, zamanında Lina gibi anne-babasını kaybeden birçok çocuğu mülteci kamplarından alıp evlat edinmiş. Hala hepsi iyi koşullarda yaşıyorlar.
Suriyeliler de Lübnanlılar gibi politika konuşmaktan çok çekiniyorlar. Beşir Esad’ı sevdiklerini söylüyorlar ve hiçbirşeyden şikayet etmiyorlar. Biraz üsteleyince de “ortalık sivil polis dolu, sakata gelmeyelim, karıştırma” diye geçiştiriyorlar.
Ceren’le Pınar’ın gelişi benim için bu seyahatin en güzel yanlarından biri. İki yıldır anlatıyordum onlara Ortadoğu’yu, Filistin’i, şimdi kendileri yaşıyorlar, birlikte yaşıyoruz, hala inanamıyorum. Ceren her şeye hayret ediyor, şaşırıyor, zaman zaman panikliyor. Pınar da şaşkın ama daha sakin karşılıyor olanları. Bazen bir hikaye ya da şiir duyuyorlar, açıyorlar çeşmeleri. Her dakika birlikte değiliz, herkes kendi deneyimini yaşıyor ama istediğimiz anlarda da birbirimize hemen ulaşabiliyoruz.
Sabah Golan Tepeleri’ne gitmek üzere yola çıkıyoruz. Benim için en heyecanlı rotalardan biri çünkü buraya gelmek, tek başına izin alıp içeri girebilmek hiç kolay değil. Golan tepeleri Suriye ve İsrail açısından büyük stratejik önem taşıyor. 1967’ye kadar Suriye’ye ait olan bölge, 67’deki Altı Gün savaşları ile İsrail tarafından işgal edilmiş. Hala da işgal atında. Yani bölgede yaşayanlar tamamen Suriyeli, İsrailli yok ama İsrail toprağı. Türkiye’de örneği olmayan bir durum. Tepenin iki yanında iki köy var, iki taraftaki insanlar akrabalar. O kadar yakınlar ki hoparlörlerle konuşuyorlar devamlı. Hala kız alıp veriliyor. Ama gelin bir kere diğer tarafa geçtiği zaman bir daha asla kendi tarafına (ziyaret için ile olsa) dönemiyor. İki taraf ne bayramda ne cenazede ne düğünde birbirini ziyaret edemiyor, tam 41 senedir durum bu. Golan tepeleri İsrail’in ne işine yarıyor onu da anlamak zor, yönetmiyor, ekmiyor, biçmiyor, gene her zamanki terane:”Vaadedilmiş!” (Golan Tepeleri trajedisi üzerine bir film, Syrian Bride, durumu çok güzel açıklıyor.)
Golan Tepeleri’ne giden yolda Kuneytire isimli bir şehirden geçiyoruz. Şehir tamamen bir harabe görünümünde. Sanki birkaç gün önce deprem olmuş. Bütün binalar yıkık dökük, etrafta birkaç çoban dışında insan yok ve tarlaların etrafında dikenli teller var. 1967’de bölgeyi ele geçiren İsrail, 1973’te tekrar gelip yerle bir etmiş. Trajikomik bir şekilde kiliselere dokunmamış ama hastaneyi de bombalamış. Hastanenin içinde gezmek hayret verici, insan zaten içinde acı çeken insanların olduğu bir yeri nasıl bombalar, kurşuna dizer? Savaşın da bir raconu, bir onuru yok mu?
Biraz ileride Shouting Hills’a gidiyoruz. Biz bir tepedeyiz, karşımızda İsrail işgali altındaki Suriyeliler diğer tepede. Hoparlörle bizi selamlıyorlar, karşılıklı konuşuluyor. Burası tamamen BM kontrolü altında. Ama 1 kilometre ilerisi İsrail, 1 kilometre gerisi de Suriye, çok tuhaf…
Dönüş yolunda yine herkes bitkin, ama bu Suriye’deki son günümüz, bari bir Şam’ı gezseydik? Otelden Opera Binası’na gitmek üzere bir otobüs kalkıyor akşam, ne gereği var, biz yolda iniyoruz, atlayıp bir taksiye eski şehrin merkezine gidiyoruz. Kudüs’e benziyor. Hava kararmış ama dükkanlar hala açık. Etrafta bir canlılık var. Yine o tuhaf duygu geliyor içime, çocukluğuma dönüyormuş gibi, 20 sene öncesine dönüyormuş gibi.
Biraz dükkanlara bakıyoruz. Bu sırada 20 yaşlarında bir kız bir erkek iki kişiyle tanışıyoruz. Hayatlarında ilk defa yabancı birileriyle tanışıyorlarmış. Konuşurken heyecanlanıyorlar, ikisi de üniversitede okuyorlar. Biri aslen Filistinli, diğeri Ürdünlü, birbirinizi nereden tanıyorsunuz diye sorunca gülüşmeler başlıyor. Ne oluyor anlatın deyince, anlamayacağımızı düşünerek süt kardeşiz diyorlar. Biz de başlıyoruz gülmeye, aynısı bizde de var, biliyoruz, biliyoruz diyoruz. Önce inanmıyorlar, sonra hep beraber gülüyoruz. Bütün akşam gezdiriyorlar bizi. Biz de onları alıp hep birlikte yemek yiyeceğimiz yere götürüyoruz. Utana sıkıla kabul ediyorlar. Gitmeyin, bize gidelim, sabah yine buluşalım diyorlar ama ertesi gün Ürdün’e gideceğimiz için yapamayacağımızı söylüyoruz.
8 Mayıs 2008, Swaida
Bacaklarım iyice sızlamaya başladı, artık esnemeler, kremler, uyku kar etmiyor. 10 kilometre kullandıktan sonra bırakmak zorunda kaldım bisikleti. Pınar da aynı durumdaydı, birlikte otobüse bindik. Her ne kadar bunu yaptığım için kendimi suçlu hissetsem de Radiohead dinleyerek tarlalar arasından geçerek, güneşli bir yolda, yanağımı otobüsün camına yaslayıp gitmek çok zevkliydi. Tabii sonra hemen kendimi toparlayıp medya kamyonetine geçerek çekime devam ettim.
Geçtiğimiz köylerde ilgi yoğundu, bu birbirini selamlama işinden hiç sıkılmıyordum. Swaida’nın girişinde bizi karşılamak için bekleyen insanların arasından geçerken, Amerikalılardan biri “Şalom” dedi. İnsanlar önce şaşırıp, birbirlerine baktılar, sonra onlar da “Şalom, şalom” diye cevap verdiler. İnsanların dinle (ya da kültür)siyaseti bu kadar olgunlukla ayırabilmesine inanamıyorum.
Mola verdiğimiz yerlerden birinde sadece tek bir tuvalet olduğu için civardaki evlerden birine gidiverdik. Ortak dil yine yok, “Marhaba, bathroom, tuvalet” falan diyince anladı teyzeler derdimizi, hemen bizi buyur ettiler. İşimizi gördük, üzerine suyumuzu içtik, yola devam ettik. Tabii civarda ev olmadığı durumlarda başka çözümler üretmek zorunda kaldığımız da oldu.
Japonya’dan gelen tek bir kişi vardı, Mio. Çok sevimli görünen bu arkadaşı bir mola esnasında yakalayıp tanıştık. 26 yaşındaki Mio, Japonya’da bir bisiklet dükkanında çalışıyor ve Afrika’ya tur organizasyonları yapıyor. 2 sene önce Kenya’dan Güney Afrika’ya bisikletle gitmiş, yolculuğu tam 6 ay sürmüş. Saçlarını kazıtmış erkek gibi görünmek ve tehlikelerden korunmak için. Hastalanmış, sıtma olmuş. Ama yine de çok güzel geçmiş. Tek başına hatta kız başına 6 ay Afrika’da pedal çevirmek baya yürek isteyen bir olay değil mi? Mio da ufacık tefecik sakin kendi halinde bir kız ama bu işlerin görüntüyle hiç ilgisi yok işte…
Suriye’den çıkmadan önce bir dağın tepesinde, etrafında başka hiçbir yapı olmayan bir lokantada yemek yedik. Herşey tarih kitaplarındaki gibiydi. Sanki bir handaydık. Durumlar biraz değişikti sadece, fethe değil de keşfe çıkmıştık, erkek değil de kadındık, atımız yoktu da bisikletimiz vardı. Dağların heybetiyle yemeklerin lezzetiyse değişmeden devam ediyordu.
Akşamüstü Suriye’den Ürdün’e doğru yola çıktık. Buralarda sınır değiştirmek şehir değiştirmek gibi bir şey, çok kısa sürüyor, dil de değişmediği için insan tam algılayamıyor.
Ürdün sınırına vardığımızda bizi Kraliyet senfoni orkestrası tadında bir ekip bekliyordu. Organizatörler daha biz yemek yerken pasaportlarımızı alıp sınıra götürmüşlerdi. İşlemlerin yapılmasını beklerken bizi karşılamak/eğlendirmek üzere gelen orkestra hemen başladı çalmaya. Türk ekibi hemen halaya başladı. Gazı alan diğer ekiplerle birlikte kocaman bir çember oluştu. Herkes çok mutlu görünüyordu. Müzik güçlüydü, insanlar coşkuluydu. Herhalde benim gibi onlar da ne için coştuklarını bilmiyorlardı. Herkesin bir araya gelmesinden doğan olumlu bir enerji vardı ortamda, sebepsiz yere. Hoplaya zıplaya, halay çekerek sınırı geçtik. Hemen ardından sınırda yemek servisi yapıldı. Bu sırada etrafta bekleyen Has Turizm otobüslerini görünce bir tanesinin içine dalıverdim: “Nereden gelir, nereye gidersiniz?” “Hatay’dan Cidde’ye” “Neden?” “Orada yaşıyoruz, izne gelmiştik dönüyoruz” Meğer bu şekilde Suudi Arabistan’da yaşayan çok insan varmış. Otobüsle baya zor oluyormuş, iki gün sürüyormuş. Air-arabia’nın çok uygun fiyata uçuşları olduğunu anlattım. İnsanlar merakla sorarken, şoför şakayla karışık kovdu beni, işimizi baltalama diyerek…
İşlemlerimiz hallolduktan sonra Amman’a doğru yola çıktık. Hava kararmış, bir ülke daha geride kalmıştı…
Suriye 1
Suriye 2
Suriye 3
2 comments:
lovely pictures, Selma.
As for the text, am I the only person in "Follow the Women" group who cannot read Turkish?
Maybe a miracle will take place and I'll wake up tomorrow saying "merhaba"
Thank you Jeremy!
I always get confused either to write in English or Turkish. I think there is a vacancy in Turkish about the Middle East, so I better give Turkish priority...
Miracles...It's been a long time since I have seen one :(
Post a Comment