Monday, December 31, 2007

Botan, Silahlar, Tillo, Marifetname: Siirt (4)

Siirt 9 Aralık 2007

Öğleden sonra saat 2’de Batman’a doğru yoldayız. Minibüs bizi Diyarbakır Batman arası bir yerde bırakıyor ve Siirt için minibüs beklemeye başlıyoruz. Hava eksilerde, beklediğimiz kavşaktan geçen arabalar Siirt’e götürmeyi teklif ediyorlar ama kalabalık olduğumuz için nazikçe reddediyoruz tekliflerini. Bizim gibi çok bekleyen olmuş bu yolda herhalde, yolun kenarı çöp dolu… Sonunda bir minibüs geliyor ve hemen doluşuyoruz içine.

Son birkaç yılda bu güzergahtaki yollar epey düzeltilmiş. Yollar güzel güzel olmasına ama bu yolda bir hüzün var sebebi belirsiz. Yanağım cama yapışmış, etrafı seyrediyorum. Ahmet Kaya çalıyor teypte inceden. Saçlarına Yıldız Düşmüş’le başlıyor, Yakamoz’la devam ediyor, tıpkı lise günlerindeki servisteki gibi. Garip hisler gark oluyor içime. Hüzünle özlem arası, tarifi zor hisler. Buralara gelmekte bu kadar geç kalmaktan dolayı pişmanlık duyuyorum, sonunda geldiğim için sevinç de… Güneydoğu’yla kurduğum ilk duygusal bağı, işte bu yolda hissediyorum. Ve biliyorum yine getirecek bu duygu beni buraya. Birkaç gündür gördüklerimi tanıştıklarımı düşünüyorum, duraklıyorum. Ne karşı olduğum ne de savunduğum fikirlerle, ne Kürt meselesiyle ne hümanizmle ilgisi yok hissettiklerimin. Rasyonel bir açıklaması yok, duygusal bir şeyler, kıpırtılar, heyecan… Çok tuhaf bir mutluluk hissi…

İki saat sonunda bir mola veriyoruz. Çaylar yudumlanırken, minibüsün diğer yolcuları bizim grubun sebeb-i ziyaretini merak ediyor. Çat pat İngilizce sohbetler ediliyor. Evine götürmek isteyenler, gelin bizde kalın diyenler, Tillo’yu görmeden gitmeyin diyenler, herkes çok sıcak davranıyor bu soğuk memlekette.

Öğretmenevine vardığımızda hava kararmış. Şehirde kadınları bilinçlendirme konusundaki çalışmalarıyla tanınan Gökkuşağı Derneği’ne gidiyoruz akşam yemeği için. Sekbilder derneği temsilcileri de katılıyor bize. Çocukları okumaya, kadınları kamusal hayata teşvikle ilgili faaliyetlerinden bahsediyorlar. Perde pilavını yerken bir yandan devam ediyoruz sohbete. Çok geç olmadan ertesi günün planını yaparak uykuya dalıyoruz.

Sabah erkenden kalkıp fotoğraflar üzerine konuşuyoruz yine. Sonra da öğretmeneviyle aynı binada bulunan Milli Eğitim Müdürü’nü ziyaret ediyoruz. Eğitim faaliyetleriyle ilgili bilgi veriyor gruba. Ayrılırken Atatürk büstünün önüne geçip topluca fotoğraf çekilmeyi de ihmal etmiyoruz!

Siirt için fazla vaktimiz yok, hava kararmadan Tillo’ya gidiyoruz. Cumhuriyetin kuruluşuyla adı Aydınlar olarak değiştirilen Tillo, Süryanice’de yüksek ruhlar, Arapça’da ise yüksek yer anlamına geliyor. Yolda bu yüksek yerlerden birinde durup manzarayı seyrediyoruz, fotoğraf çekiyoruz. Bir yandan Botan nehri akıyor huzur içinde, bir yandan silah sesleri geliyor Irak sınırından huzursuzca. Sessizleşiyorum, hissizleşiyorum... Siirt yolundaki o güzel duygular gidiyor, gözlerime bir hüzün çöküyor ki ağırlığını ben bile hissediyorum. Doğulu bir kadın oluveriyorum, susuyorum öylece, donuk donuk, mahsun mahsun bakıyorum… Düşünmek istemiyorum o dağların ardında neler olduğunu, o silahların neden patladığını, hangi sonuçsuz hedefler uğruna kimlerin can verdiğini, geride kalanların bir ömür boyu nasıl acı çektiğini, hiçbirini düşünmek istemiyorum. Beynime engel olamıyorum, hepsi geliyor teker teker hücum ediyor. Birkaç yüz metre yanımda patlayan silahlar gibi patlıyorlar beynimde! Kovalamaya çalışıyorum, kaçıyorum, bu modern kan davasından kurtulmak için huzur bulmaya, Tillo’ya gidiyorum.

İbrahim Hakkı ve İsmail Fakirullah isimli zatların türbelerine gidiyoruz. Anna yine ağlamaya başlıyor. Sebepsiz değil, garip bir enerji, bir atmosfer, bir maneviyat var burada. Önce çember içine alıyor sizi, sonra okuyor içinizi, sonra da götürüyor istenmeyenleri. 15 dakika sonunda 3 saat hamamda kalmış gibi hafifliyoruz.

Köşede bir ev var, içinde İbrahim Hakkı’nın yaptığı çalışmalar, kitaplar, kullandığı pergeller ve birçok araç gereç var. Onun halen bu evde yaşayan 6. Kuşak torunu, evin alt katını müze haline getirmiş. Gelenlere gezdiriyorlar ailece. Anlatılmaz yaşanır bir deneyim, detaylarına girmek sadece sığlaştırır bu anları. Öyle güzel anlatıyor ki hayat felsefesini, tarihi yaşadıklarını, hepimizin yine gözleri doluyor, hepimiz elini öpüyoruz çıkarken. Muhterem kelimesi vücuda geliyor onda.

Siirt’e biraz ağlayıp biraz gülerek dönüyoruz. Hava kararmış. Büryan kebabı kalmamış. Şehirde bir tur atıyoruz, bir şeyler yiyip uyuyoruz, sabah 6’da Diyarbakır’a yolculuk…

Siirt Fotoğrafları

Thursday, December 27, 2007

küçük insanlar'dan 1 anektod

3 hafta önce Koşuyolu'nda bir anaokulunda çalışmaya başladım. Haftada bir gün gidiyorum, psikolog olarak. Nerdeyse böyle bir diplomam olduğunu bile unutmuşken, yeniden alana dönmek ilginç oldu. Artı daha önce özel eğitimdeydim, hiç "normal" çocuklarla çalışmamıştım.

Mesela hepsi için dosyalar hazırlıyorum tek tek. Ve her birinin kaçıncı çocuk olduğu, anne babalarının eğitim durumları, kaç yaşlarında çişlerini kakalarını söylemeyi öğrendikleri, yürüdükleri, konuştukları, kaçta uyudukları, kendi odalarının olup olmadığı, annenin çalışıp çalışmadığına göre fişliyorum çocukları. Farkında bile değiller ama tipin biri bütün gün onları detektif gibi inceleyip raporlar tutuyor.

Kendimi haklarında herşeyi bildiğimden ve ayrıca daha akıllı ve daha yetişkin olduğumdan daha bi güvenli daha bi üstün hissederken bir yumurcak beni dün dumura uğrattı.

Ali, 5 yaşında, esmer kıvır kıvır kirpikleri olan bir güzellik. Ben big brotherlık yaparken farkedip yanıma geldi, oturdu fütursuzca. Ben hafif tedirgin: (okuma yazma bilmiyordur canım bu)

"Ee nasıl geçti bayram, neler yaptın?"
"Güzel geçti, annaneme gittik, şeker yedim"
"Hmmm"
"Sen ne yaptın?"
"Ben mi? (Soruları ben soracaktım ama) ben de babanneme gittim, şeker yedim."
"Şeker mi çikolata mı yedin?"
"Euuu, evet çikolata aslında (nasıl ya?) Nerden bildin?"
"(Yanağımdaki sivilceyi göstererek) Bu çıkmış, şekerden çıkmaz ki"
"(Yüzüm asık yan yan sivilceye bakmaya çalışırken) hmmm (psikolog esasıyla)"
"Ama gene de güzelsin!"

İşte bu son cümle beni bitirdi. Bacak kadar çocuk nerden bilir gönül almayı, kur yapmayı, benim duygularımı çözümleyip ona göre strateji üretmeyi, cevabı yapıştırmayı? Biz yetişkinler mi herşeyi parçalayıp anlamlandırmaya çalışarak başarısız oluyoruz acaba? Fark ettim ki bu anaokulu benim için önemli bir deneyim olacak. Bu küçük insanlar, herşeyi daha direk ve basit yaşıyorlar. Zaten her türlü duygusal oldukları için, mantıkla birleştirince nefis tipler çıkıyor ortaya...

İlkokula başlayıp, ideolojiye gömülene kadar...

Monday, December 17, 2007

Süryaniler, Kervansaraylar, Yarımkalmışlıklar, Sabunlar ve Prens Charles: Mardin (3)

Mardin 8 Aralık 2007

Sabah erkenden yola çıkıyoruz Mardin’e gitmek için. Otobüste Fatma Girik’in töre cinayetini konu alan ve içinde bol at ve silah ve tecavüz barındıran filmi gösteriliyor. Ieva ve Eva durmadan soruyorlar, şimdi ne oluyor, şimdi ne dedi diye. Olayların alt yapısını, mesela Yeşilçam’ın nasıl bir şey olduğunu mesela töre cinayetlerini mesela dini mesela geleneği mesela tarihi bilmeden, yanlı bir tercümanın aktardıklarıyla o konuda bir fikir sahibi olmaya hatta yargılarda bulunmaya kalkışıyorlar. İnceden hatırlatıyorum bu boyutlarını işin ama 24 yaşında, Avrupa’nın dışına ilk defa çıkan bir Avrupalı ne kadar anlayabilirse o kadar anlıyorlar işte…

Otobüs konforlu, muavin (ya da host) 50 yaşında emektar bir amca, gırgırla ortalığı temizliyor sürekli. Bir de yıllık erzaklarını hazırlayıp, salçaları, yaprakları, turşularıyla yola düşmüş teyzeler de var. Bizden başka herkes bir ‘kamusal alan’ içinde olmanın bilincinde sessiz sakin, fısır fısır konuşarak geçiriyor yolculuğunu. Maalesef ortak bir muhabbet çevirecek kadar kesişmiyor yolumuz. Zaten böyle bir fırsatı her yakaladığımda da peşime takılan ve sürekli tercüme isteyen kuyruklar var.

Saat 1.30 da varıyoruz Mardin’e. Yenişehir kısmındaki öğretmenevine gidiyoruz. Ana’yla odaya yerleştikten sonra camdan dışarı bir göz atıyoruz. Her yer inşaatlarla dolu. Bazısı gecekondu gibi duruyor, bazıları derme çatma iskeletlerle zor ayakta duruyor. Ana da mimarlık son sınıfta okuduğundan başlıyor sormaya neden böyle de, deprem kontrolleri yapılıyor mu da. Bak kardeşim, ben de sürekli bu sorgulamaları yapıyorum zaten ama sen başıma AB’den gelmiş müfettiş gibi tüneyince ben de kendimi belediye görevlisi gibi hissedip savunma yapmak, bizim gelişmekte olan bir ülke olduğumuzu ve bu durumların normal olduğunu falan açıklamak zorunda kalıyorum. Gel güzel güzel cami, müze gezelim, kebap yiyelim, bırakalım bu beyaz adam tartışmalarını!

Havanın kararmasına 2 saatçik kaldığından süratle bir minibüse atlayarak şehir içine gidiyoruz. Mardin’in meşhur o dağ eteğinde kurulmuş eski kısmı koruma altına alınınca Yenişehir diye bir yer yapılmaya başlanmış. Dağınık, yapay ve iç karartıcı bir yapısı var. İnsanların çoğu da oraya taşındığı için eski şehir ruhunu kaybetmiş sanki. Ya yine dişim ağrıdığından ve tercümanlık misyonumdan sıkıldığımdan ya da Urfa’daki insan-mekan devamlılığını burada bulamadığımdan epey hayal kırıklığına uğratıyor Mardin beni. Tabii Mardin’i hissetmek için şehir içinde kalmak lazım, birkaç gün kalmak lazım, Midyat’a Nüsaybin’e gitmek lazım, böyle ekspres olmuyor…

Yine de güzel ve etkileyici yapılar. Özellikle bir tanesi çok hoş. İsmini unuttuğum bir medresede doğum, çocukluk, yetişkinlik ve yaşlılığı temsil eden bir çeşme var. Önce ip gibi akıyor, sonra çoğalıyor tekrar inceliyor ve sonra büyük bir havuza dökülüyor. Büyük havuz da ahireti temsil ediyor.

Postane binası yine çok eski bir yapı, merdivenleri konuşur gibi karşılıyor insanı. Karşısındaki çay bahçesinde çay içerek ısınmaya çalışıyoruz. Hava çok soğuk. Bize eşlik eden Banu öğretmen de sorularımıza cevap veriyor. Harran’daki gibi burada da öğrenciler okula Kasım’da gelip Nisan’da ayrılıyorlar. Kız çocukların okula gitme oranı yükseliyor. Banu’nun şikayeti ise velilerle iletişim kuramaması. Çocukların anneleri Arapça konuşuyorlar sadece okula gitmedikleri için. Babalar da Suriye’ye gidip gelen uzun yol tır şoförleri olduğundan böyle bir kopukluk oluyor okulla aileler arasında.

Hava hem kararıp hem de iyice soğuyunca öğretmenevine dönmek için yola çıkıyoruz. Yolda bir taze meyve sucu var. Birer portakal suyu içerken bir yandan da dükkandakilerle sohbet etmeye çalışıyorum. Güzel mavi gözlü annesi Kürt babası Arap olan kız sorularıma cevap verirken tost yapmaya devam ediyor. Hiçbir konuda şikayeti yok. Tavırları çok rahat. Resmen “sen uğraş araştır dur, biz yaşayıp gidiyoruz burada işte be abla” der gibi bakıyor bir de…

Akşam kaburga dolması yiyoruz, yanında da işkembe dolması var. En güzeli bakır bakraçlardaki ayranlar aslında. Yemek sonrası çektiğimiz fotoğraflara bakıp üzerlerinde konuşmak için buluşuyoruz ve bu iş saatler sürüyor. Bir de ateşim çıkınca akşamı erken noktalıyorum.

Sabah erkenden Deyrül Zafaran manastırındayız. Mardin’in 7 kilometre dışındaki bu kilise, Süryanilere ait. Pazar günlerini burada geçiren birçok aile var. Sabah ayine katılıyorlar, sonra hep beraber yemekler yapılıp yeniyor. Gençlerden bazıları kilise içinde ilahi söylüyor, çocuklar da avluda koşuyorlar ve bana yakalanıyorlar. Birinin adı Daniel diğeri de Samuel. Garip geliyor tabi gayr-ı Müslim kavramı aklımda daha çok yurtdışı ya da İstanbul’da Levantenlerle ilişkili olduğundan, güneydoğunun bir köyünde farklı bir din ve geleneğ, sürdüren ve ona sıkıca bağlı insanları görmek ilginç oluyor, mutlu oluyorum bu zenginlikten.

Vakit olmadığından Hasankeyf’e de gidemiyoruz. Üzülüyorum ama yapacak bir şey yok. Çaresiz şehre dönüp son 2 saati değerlendirmek için yürüyoruz ara sokaklarda. Küçük bir sabuncu dükkanına rastlıyoruz. Prens Charles bile sabun almış buradan. Saç dökülmesine, cilt kuruluğuna ve akneye iyi gelen 3 çeşit sabun imal ediyor bir aile burada. Dükkanın sahibi Mehmet Dede sadece tanesi 1 YTL’den satıyor bunları. (Geldiğimden beri kullanıyorum saç için olanı, süper).

Artuklu Kervansarayı’nın önünden geçerken giriveriyoruz içeri. Buradaki görevlilerden biri alıp bizi yarım saate yakın gezdiriyor. Bu kervansaray sadece birkaç yıldır faaliyette. Tarihi eser statüsünde olduğu için gelenlere de böyle bir hizmet verip gezdiriyorlar. Odaları 5 yıldız kıvamında. İçinde çeşit türlü dehlizler var. Hala kazılar yapılıyor bazı yerlerinde ve gizli odalar bulunuyor. Kalmak için pahalı olsa da görülmesi gereken bir mekan…

Zaman çabuk geçiyor ve gitme vakti geliyor. Hasta, yarım kalmış ve buruk biçimde Siirt’e doğru düşüyorum yola…

Mardin Fotoğrafları

Friday, December 14, 2007

Eflatun Örtüler, İmam Hatipler ,Harry Potter ve Sıra Gecesi: Urfa (2)

7 Aralık 2007

Neden Şanlı burası? Diğerleri neden Kahraman ve Gazi? Adapazarı’nın Kütahya’nın başı kel mi? Onlar da savaşmadı mı bu topraklar için? Yoksa nüfuslarının tamamına yakını Arap ve Kürt olduğundan kendilerini Türkiye’ye ait hissetmelerini kolaylaştırmak için birer minik teşvik mi bu isimler? Söyleyeyim, kimse kullanmıyor bu şaşalı isimleri…

Harran’dan Urfa’ya dönerken, Ana hayat hikayemi soruyor. Özetle anlatıyorum nereden gelip nereye gittiğimi biraz da neden böyle bir yol seçtiğimi. Bir de bakıyorum ki hüngür hüngür ağlamaya başlıyor kız. Lan nooldu şimdi? Hiç de beceremem teselli etmeyi sarılmayı falan biri ağlayınca… “Bakma sen bana düzelirim birazdan” diyor. Biz de diğerleriyle Türkiye’yi konuşuyoruz.

Urfa’ya vardığımızda tamamen acıkmışız. Çarşıda yürürken bakışlar üzerimizde, Polonyalılar fazlasıyla sarışın çünkü. Örtülü amcalar yanıma gelip “ne iş” bab’ında soruyorlar. Fotoğraf, proje falan diyorum. Tabii ki beni rehber/tercüman sanıyorlar. İşte bu çok acaip! 6 gün boyunca istisnasız herkes beni rehber zannediyor. Neden? Çünkü İngilizce konuşabiliyorum!!! Türkiye’de İngilizce konuşabiliyorsan (böyük şehirlerdeki business people muaftır) ya rehbersindir ya da İngilizce öğretmeni. Yoksa ne işin olur elin gavurunun diliyle?

“Nerde öğrendin bu kadar iyi?”

“Amerika’da”

“E niye döndün?”

(Ettim bi cahillik işte.) “Döndüm, neden dönmeyeyim?”

“Ben bu kadar iyi İngilizce konuşsam hayatta dönmezdim!”

Çoğu dönmüyor zaten, bu yüzden de kendi dilimiz kendi bayrağımızla dışarıda ne olup bittiğini bilmeden, bir yandan kendimize tapıp, bir yandan dışarı özenerek, umutla umutsuzluk arasında son derece romantik bir hayat sürmeye devam ediyoruz…

Büyükfırat kebapçısında yemek yerken keyfimiz yerinde. Adet haline getiriyoruz, 5 çeşit yemek söyleyip hepimiz hepsinden yiyoruz, Hindistan’daki gibi. Batı Avrupalı olmayan Avrupalılar çok uyumlular, bireysellikleri daha az gelişmiş, pek güzel. Yemek devam ederken, 30’lu yaşlarda bir kadın 13’lü yaşlarda bir kız geliyor masaya. “Pardon” diyor “Siz İngilizce öğretmenisiniz galiba, ben de öyle, arkadaşlar da turist herhalde, öğrencim biraz pratik yapsa?”

Bizimkiler, hele Bruno bayılıyor zaten pratik yapmaya. Çekiyoruz birer sandalye. Nedense minik kız hiç konuşmuyor, öğretmense taramalıya bağlıyor heyecandan. İkisi de pek mutlu ayrılıyorlar sohbetin sonunda masadan.

Bilgi’den sınıf arkadaşım Tuğba Urfalı. Kendi İstanbul’da ama ailesi burada. Gelmişken gidip annesinin elini öpeyim diyorum. Takıyorum turistleri de peşime taksiye altılayıp gidiyoruz. Emine hanım dünya tatlısı bir kadın. Yüzünden iyilik güzellik masumluk, ne kadar iyi değer varsa akıyor. Dünyanın kekini, böreğini, sarmasını diziyor önümüze. Kardeşi, onun eşi, çocukları, yeğenleri de oradalar. Hepsi için çok eğlenceli bir durum evde yabancılar olması. Bazısı konuşmaya çabalıyor, bazısı da tepeden tırnağa inceliyor. Yenge abla İngilizce bilmiyor ama Türkçe, el işaretleriyle falan anlatıyor derdini. Bruno zaten 2 günde epey bir kelime dağarcığı yapmış durumda. Tahir Abi, Urfa’da yerel bir gazetede yazıyormuş, aynı zamanda da müzisyenmiş. “İster misiniz sizi bir halk müziği konserine götüreyim bu akşam?” diyor, bizimkiler bayılıyor. Arabaya doluşup gidiyoruz, belediyenin halk eğitim merkezine.

Parçaların geldiği yöreler çok anlamlı, içlerinde Kerkük bile var. Hiç de bana göre olmayan bu müzikte tüm sözler ziyadesiyle acıklı. Hep zalimlerle bahtsızlar. Ieva da tutturuyor çevir diye, anlayamıyorum ki çevireyim!

Yine de memnun oluyorlar böyle bir deneyim yaşadıkları için. Konserin sonunda bir de bakıyorum ki Ana orkestrayı çizmiş karakalem ve süper başarılı olmuş. “Hadi bunu hediye edelim” diyorum. Koşuyoruz kulise. Buluyoruz resimdeki en parlak top sakallı amcayı ve ona veriyoruz. Pek mutlu oluyor o da. Neşe içinde örtmenevimize dönüyoruz.

Bizden biraz sonra 6 kişi olarak hesap ettiğimiz grubun geri kalanı 3 kişi halinde geliyorlar. Organizatörler Salim Bey, Tolga Bey ve Eva. Diğerlerinin gelişleri iptal olmuş. Küçük grup daha iyidir zaten diyerek Eva’yla tanışmaya çalışıyoruz ama biraz arıza kendisi. Litvanyalı ama Danimarka’da yaşıyor 4 yıldır, bunun için de Danimarkalıyım diyor. 24 yaşındayım diyor ama bir yandan da 1999’dan beri çalıştığını hem astrolog hem sosyolog hem gazeteci olduğunu
hem 5 dil konuştuğunu hem 30 ülke gezdiğini ve daha fazlasını anlatıyor. “Kibir en sevmediğim günahtır” diyerek bir şans daha veriyorum kendisine.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı yaparak şehir merkezine gidiyoruz. Bütün o güzel tarihi mekanları, camileri, camilerin avlularını, Balıklı Göl’ü gezerken çok müthiş bir atmosfer var. Zaman ve mekan insanlarla ahenk içinde. Çok doğal çok güzel. Balıklı Göl’ün etrafı özellikle harika. İnsan orada hiç sıkılmadan oturabilir bütün gün. Meşhur eflatun örtülü ablaların fotoğraflarını çekiyorum balıklara yem atarken,

istiyorlar fotoğraflardan, alıyorum adreslerini göndermek için.

Biraz ileride başka bir avluya giriyoruz. O hava o enerji o kadar etkiliyor ki beni, hangi mekanda olduğumuzu unutuyorum. Durmadan Gözleri ayrı, kıyafetleri ayrı güzel insanların fotoğraflarını çekiyorum.

Erkekler sadece puşi takmıyor. Normal örtü de takıyorlar o eflatunlardan aynı kadınlar gibi. Hatta çarşıya gidince fark ediyorum ki aynı örtüymüş tamamen. Gender meselesinin alabildiğine baskın yaşandığı bu memlekette, erkeklerin başlarını örtmesi hem de kadınlarla aynı aksesuarı kullanması çok ilginç görünüyor.

Fotoğraf çekmek için izin isteyince “çek, olur” diyorlar gülümseyerek. Ama ne poz veriyorlar ne de utanıyorlar. Oldukları gibi çok doğal hiç bozmadan. Şu amca biraz sert görüneyim, ağır olayım diyor ki patlatıyorum bir espri hemen gevşiyor.

Yine kebap yiyoruz. Canına yandığımın çiğ köftesi çok acı burada çok! Benim için bile! Öğleden sonra ara sokakları dolaşarak başka bir camiye gidiyoruz. Biz içerideyken bir grup kız geliyor başörtülü. Ieva Türkiye’deki durumları az çok bildiğinden konuşmak istiyor kızlarla. Hepsi Şanlıurfa İmam Hatip Lisesi’nde okuyorlar. Öğretmenleri gezi için getirmiş. Havadan sudan yasaklarla ilgili sohbet ediyoruz epey. Yarısı kendi isteğiyle, yarısı aile baskısıyla gitmiş bu okullara. Okuldan, baskıdan, aşağılanmaktan, dışlanmaktan, 2. Sınıf olmaktan değil de okuyamayacak olmaktan şikayetleri. O kadar safiyane dile getiriyorlar ki bu acımasız uygulamayı. “Puanım kesilmese anaokulunda öğretmen olmak isterdim” diyor biri. Diğeri de doktor olmak istermiş. Ama böyle vebalı bir okuldalar işte. Buradan çıkınca ancak evine hanım olabiliyorsun. Bir imam hatip’te din öğretmeni bile olamıyorsun. Çünkü hayatının merkezine dini koyduğun için başını örtmeyi tercih etmişsin ve bu yönde bir eğitim almışsın ama aynı eğitimi aynı şekilde aynı düşünenlere vermek istediğinde yapamıyorsun çünkü başın örtülü. Böyle de çelişkili bir devlet sistemi işte. Zorlanıyorum Ieva’ya anlatmakta. Kızların devletle aile baskısı arasında sıkışıp kalmış hayatlarını dinlerken fena olup atıyorum kendimi dışarı ağlamaya başlıyorum. Bu kez yüce devletimizin akıl almaz politikalarını sorgulamıyorum. Bire bir gencecik insanlara ne yaşattığını görünce hüngür hüngür ağlıyorum. Hem Kürtler, hem başörtülüler, hem fakirler hem ataerkil bir toplumda yaşıyorlar hem de kadınlar. Çile bülbülüm çile…

Bir dia makinesi çevikliğiyle kendimi toparlayıp hemen başka bir sahneye geçiyorum. Kadınlar akşam için patlıcanlı kebaplarını hazırlamışlar, ellerinde tepsiler, Urfa’nın dar sokaklarında fırınlara gidiyorlar. Ben merak edip bakınca da hemen yemeğe çağırıyorlar. Bir ülkede nasıl millet bu kadar sıcak ve açık, devlet bu kadar soğuk ve baskıcı olabilir?

Akşama doğru kendimi hem tercüme yapmaktan hem de öğrendiklerimden yorgun düşmüş hissediyorum. Eva’nın bavulu kaybolduğu için mağaza mağaza gezip kıyafet arama, Ieva’ların biletini değiştirme, Brunolara bilet alma gibi bir sürü angarya işi bitirdikten sonra bitkin şekilde örtmenevine dönüyoruz. Bir saat dinlenip çok da bir şey beklemediğim sıra gecesine katılmak üzere Gülizar Konukevi’ne gidiyoruz. 100 senelik konak restauranta çevrilmiş. Aynı zamanda kalacak yerleri de var. (Hem de kahvaltı dahil gecesi 30 YTL!). Önce bizden başka kimse yok. Buğdaylı yoğurt çorbası, üzerine ezogelin çorbası, yanında salata ve ezme ve lavaş, üzerine karışık kebap, üzerine çiğ köfte, çay, mırra ve hatırlayamadığım birkaç şey daha getiriyorlar. Fena halde doyuyoruz. Ana yemek bittikten sonra yer sofraları toplanıyor. Orkestra (ya da saz ekibi mi deniyor bilmiyorum) geliyor odaya. Onların çıkış saatini bilen diğer seyirciler de geliyor. Toplam 15 kişi kadarız. Ağırdan başlıyorlar çalmaya. Bir yandan hala ikramlar, çaylar gelmeye devam ediyor. Bağdaşları kurmuşuz, keyif çatıyoruz. Hemen çaprazımda 4 kişilik bir grup var. 2 kadın 2 erkek. Evli olmadıklarını tahmin ediyorum, daha bir flört edalarındalar ama yaşları da 35 civarı olsa gerek. 2 gündür pek başı açık ya da pek flört eden insan görmediğimden merak ediyorum bu grubu. Hatta yargıladığımı bile hissediyorum inceden. Garip bir durum, belki de sadece nasıl olmuş da böyle bir ortamda gelenekten kopmuşlar (ama hala sıra gecesine geliyorlar!) onu merak ediyorum. Hemen yanımda da iki kadın ve çocukları var. Karşıda da kocaları oturuyor. Aslında bir süre hep beraber oturuyorlar ama sonra erkekler karşıya geçiyorlar. İstedikleri kadar modern görünsünler, saçlarına balyaj yaptırsınlar, tırnaklarını boyasınlar, kadınlar kadınlarla erkekler erkeklerle konuşuyor. Ortak bir muhabbet yok. Çok tuhaf.

Küçük çocuklarına Yurek’i gösterip “Harry Potter” diyorum. Çocuk kahkahalara gömülüyor. Utanıyor bakamıyor falan cidden o zannediyor. Düşünemiyor ki Harry Potter neden Urfa’ya hatta sıra gecesine gelsin? Yavaş yavaş yaklaşıyor, sonra oynamaya başlıyorlar.

Bu sırada bizim bölüme yaklaşan davulcu Bruno’yu kaldırıp oynatmaya başlıyor. Bazı insanlarda içlerinde bulundukları dile ve kültüre uyum sağlama konusunda özel bir yetenek oluyor sanki. Bruno da onlardan biri galiba. Anında adımları ve dansı öğreniyor. Yurek de tam tersi. Onu da zorla atıyorlar ortaya, Marmaris’te discoya gitmişçesine garip dans figürleri sergiliyor.

Sonra assolist geliyor yanıma, Hasan Kırmızıgül. Siz grubun rehberiniz galiba diye mikrofonu bana uzatıyor. Artık uğraşmıyorum açıklamaya, “evet” diyorum. Geldiğimiz için teşekkür ediyor, nereden geldiklerini soruyor, ben de anlatıyorum, çeviriyorum. Sonra hep birlikte halay çekiyoruz. Sonra Hasan, ‘Nemrut’un Kızı’nı söylüyor. İyice mest oluyorum. Hakkında pek fikrimin olmadığı bu sıra gecesinden –turistik bile olsa- son derece mutlu ayrılıyorum.

Geç kalmışız. Saat 12’ye geliyor ve artık minibüs yok örtmenevine. Bir fabrika servisi çevirip soruyoruz durumu, hemen “atlayın ben götürürüm” diyor. İçindeki insanlar şaşkınlıkla bakıyorlar halimize. Hızını alamayıp hala eğlenen grubu görünce uzun uzun inceliyorlar, tabii ben de onları.

Odamıza gidip uyumaya hazırlanıyoruz, ertesi sabah Mardin’e gidecek olmanın heyecanıyla…

Tüm Urfa Fotoğrafları





Thursday, December 13, 2007

Güneydoğu'yla Tanışma: Harran (1)

Gidiş


Urfa’da karanlık bir otel odasındayım… Yanımda Letonya asıllı bir Polonyalı, onun karşısında Litvanya asıllı bir Danimarkalı, onun yanında İspanya asıllı bir Portekizli uyuyor. Karenin diğer ucunda da ben, Türk oğlan Türk… Uyumaya çalışıyorum. Nerden geldim buraya, gene nerdeyim?

Bir fotoğraf projesi varmış: Demo in Photo, Siirt’te, Urfa’da, Mardin’de bir grup Avrupalı öğrenciyle fotoğraflar çekilecekmiş, kutsallık, çoğulculuk, demokrasi vs. temalı. Masrafların tamamına yakınını da karşılıyorlarmış, gelir misin diyorlar. Havada yakalıyorum! Hemen öğrencilerimin günlerini değiştirip, zaten yazmadığım tezimi de yarım bırakarak koşuyorum havaalanına.

Proje 6 Aralık’ta başlıyor ama Harran dahil olmadığından bir gün erken gidiyorum ben. Havaalanında yine erken gelmiş olan 2 Portekizli ve 2 Polonyalı var. Hemen tanışıp, kaynaşıyoruz ve 10 dakika içinde benimle Harran’a gelmeye, 30 dakika sonra da dönüşte projeye dahil olmayan Diyarbakır’a gelmeye karar veriyorlar. Oynaya zıplaya, biraz da hava boşluklarında sarsılarak varıyoruz Urfa’ya.

Havaalanı şehrin epey dışında. Huzurlu havası oraya kadar gitmiş. Bizi karşılayıp kalacağımız yer olan öğretmenevine götürüyorlar. Artık öğretmenevlerinde öğretmen olmayanlar da kalabiliyormuş. (Gecesi ortalama 25 YTL) Hemen odaya eşyalarımızı atıp, karşıdaki ciğerci/kebapçıya gidiyoruz. Besleyici isimli bu mekan çok ciddi olarak dünyanın en iyi kebabını yapıyor. Bu kadar yumuşak ve bu kadar lezzetli olunca kebap, bizim de keyfimize diyecek olmuyor.

Bruno, Portekizli, 23 yaşında, Lizbon’da yaşıyor, film prodüksiyonlarında çalışıyor aynı zamanda fotoğrafçı. Kız arkadaşı Ana 22 yaşında, o da Lizbon’da, mimarlık son sınıfta. Jertzy Polonyalı, 25 yaşında, Varşova’da yaşıyor, sosyal bilimler lisans eğitimini henüz bitirmiş, Avrupa Gönüllü Öğrenci Programında çalışıyor. Ieva da onun patronu, 26 yaşında aslen Letonyalı. Ana ve Bruno ilk andan itibaren açık ve samimiler, Polonyalılar sonradan açılıyorlar. İlk akşamın sonunda fark ediyoruz ki hemen ortak bir dil konuşmaya başlamışız. Herkes rahat ve komplekssiz, fotoğraf çekmek, insanlarla tanışmak, öğrenmek ve iyi zaman geçirmek istiyoruz…

Odamızın güzel manzarasından Urfa’ya bir selam çakıp dalıyoruz uykuya. 7’de uyanıp Harran’a gideceğiz. Bizi karşılayan öğretmenlerden biri Harran’daki öğretmen arkadaşını arıyor bizimle ilgilenmesi için, kahvaltıya bekliyorlar. Güneydoğu sıcaklığını gider gitmez hissettiriyor, Filistin gibi…

Harran

Süper eski bir minibüsle bol muhabbetli bir saatlik yolculuk sonunda Harran’ın meydanına iniyoruz. Hemen birkaç çocuk sarıveriyor etrafımızı, bir şeyler satanlar, rehberlik yapmayan isteyenler… Su almak için bakkala giriyoruz meydandaki, 5 tane puşili amca oturmuşlar yer sofrasına kahvaltı ediyorlar, o görüntü İstanbul’dan ne kadar uzakta olduğumu fark etmemi sağlıyor. İnce pil almak istiyoruz, yokmuş bakkalda, karşıdaki kamyonetin arkasına işporta tezgah açmış tesettürlü amcayı gösteriyor. Ben tek Türk olmanın sorumluluğuyla arkadaşlarımın kazıklanmaması için hemen soruyorum “ne kadar” diye. Amca söylemiyor, “tak bakalım olsun hele” diyor. Huysuzlanarak veriyorum pili Bruno’ya, uyuyor, tekrar soruyorum fiyatını,” gerek yok” diyor, “canınız sağolsun.” Israr ediyorum ama almıyor para. Zaten kış kış müşteri yok, zaten üç kuruşluk mal var tezgahta, ama almıyor işte, belki de beni utandırmak için bir kez daha…

Harran’da bir ilköğretim okulunun müdürü olan Tamer Hoca gelip kahvaltıya götürüyor bizi Harran'ın tek oteline. Hemen soru bombardımanına tutuyoruz kendisini. “Nüfus kaç? Kızlar okula gidiyor mu? Hangi diller konuşuluyor?” En çok Arapça konuşuluyor. Son yıllardaki kampanyaların da desteğiyle hemen hemen tüm kız çocuklar geliyor okula. Öğrenciler okula Kasım ayında gelip, Nisan sonunda ayrılıyorlar. Aileleriyle birlikte tarlaya gidiyorlar uzaklara. Kimse de bir şey diyemiyor bu duruma. Sonra başka birçok durumda örneğini görebileceğiniz gibi burada devletin kurallarını pek önemsemiyorlar.

Çok eşli evlilik yaygın değil. “O kadar paraları yok insanların” diyor Tamer Hoca. Bazı köy ağaları yaşayabiliyor ancak bu lüksü. Büyükşehirlerdeki metres sahibi saygın işadamları gibi. Pozisyonlar değişiyor ama roller aynı.

Kahvaltı bitince gezmeye başlıyoruz Harran’ı. Kazı çalışmalarının yapıldığı tepede inanılmaz bir rüzgar esiyor. Dünyanın ilk üniversitesinin kalıntıları var burada. Etrafı pamuk tarlalarıyla çevrili. Uçsuz bucaksız bir ova. Hemen 40 kilometre ötesi Suriye. Tarifi zor duygulara sürüklüyor insanı burası.

Dikenli tellerin arasından iki yöresel kıyafetli abla geliyor, bir şeyler taşıyorlar. Fotoğraflarını çekerken biri Ieva’ya yaklaşıp İngilizce konuşmaya başlıyor. O kadar şaşırıyorum ki, nerede öğrendiğini soramıyorum. (Yöredeki kadınların çoğu ilkokula gitmedikleri için Türkçe dahi bilmiyorlar.) O sırada başka bir ikili geliyor aynı yoldan. 70’li yaşlarda iki amca, örtülerini sıkıca sarınmış, rüzgara aldırmadan, sigaralarını tüttürerek geliyorlar. Ben de karşıdan çıkırt çıkırt çekiyorum fotoğraflarını. Yanıma yaklaşıp gülerek “hoşgelmişsan” diyor bir tanesi. “Hoşbulduk” diyorum.

“Nereden gelirsiniz?”

“Ben İstanbul, arkadaşlar Portekiz, Polonya”

“Sen Müslüman mısın?”

“Evet”

“Onlar?”

“Yok.”

“E ne yapiirsan o zaman onlarla?”

“Kültürümüzü tanıtıyorum işte!”

“He. O zaman ileri git onlarla, şu tepedeki evlerde kültür var, görsünler” (Eski Harran evlerinin bir kısmını restore etmişler, müze gibi gezdiriyorlar).

Amcanın içtenlikle yaptığı bu kültür muhabbetine gülümserken diğer amca ona çıkışıyor: “Bilmiyorsan. Öyle kültür değil. Tarih gibi, gelenek gibi, cahil ettin bizi”

Üçümüz de gülüyoruz kahkahalarla. Selam verip devam ediyorlar yollarına. Kültür evlerini geziyoruz. Yazın 55 dereceyi bulan sıcaklıkta bu kubbeli evler çok iş görüyor. Kışın sıcak, yazın serin tutuyor evi. Ama artık bu evlerde yaşayanlar kalmamış pek. Yöre halkı oldukça fakir. Kültür evleri turistlere açık, kahvaltı dahil 30 YTL’ye kalınabiliyor.

Nedense bende hiçbir duygu ve anlam uyandırmayan kalıntıları gezerken kırmızılı bir kız geliyor yanıma ufaktan. Taş çatlasa 10 yaşında. 1 milyona yaptığı süslerden satıyor bir tane. Alınca da bonus olarak kalenin tarihini anlatıyor. Kasetten dinler gibi dinliyorum. Ezberlemiş. Durdurup soru sorarsam, bir önceki cümlenin yarısından başlıyor tekrar. Tabii ki 8 kardeşi var ve tabii ki babası hasta çalışmıyor. Ben ona üzülüyorum, o bana seviniyor. Kalenin karanlık gizli merdivenlerine götürüyor beni. Keçilerin arasından geçerek köye geliyoruz.

Bir köşede yere çömelmiş umutsuz bakışlı amcalar. Ve onların üstü başı perişan, güzel gözlü çocukları. Öyle bir bakıyorlar ki, konuşup anlatsalar hallerini, bu kadar vurmaz insanı. En son arabaya doluşup giderken bir tanesi geliyor ki, acaip mavi gözleri var. İnemeden, ayar yapamadan iki pozunu çekiyorum. Sonra da bakakalıyorum arkasından…

Tamer Hoca, fotoğraf çekmeyeceğimiz konusunda garanti alarak okula götürüyor bizi. Bütün çocuklar, sınıflarından koşarak geliyorlar “turist”leri görmek için. Öyle bir sarıyorlar ki etrafımızı, neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Arada iki tarafın da dilini bilen tek kişi ben olduğum için yüksek sesle çevirmeye çalışıyorum çocukların sorularını ve bizimkilerin cevaplarını. Öğretmenler bizi alıp öğretmenler odasına götürüyorlar. Yaşasın ki iki İngilizce öğretmeni var,Tamer Hoca, fotoğraf çekmeyeceğimiz konusunda garanti alarak okula götürüyor bizi. Bütün çocuklar, sınıflarından koşarak geliyorlar “turist”leri görmek için. Öyle bir sarıyorlar ki yarım saatliğine yırtıyorum çeviri yapmaktan. İsmini telafuz edemediğimiz için çocukluk ismi olan Yurek’i kullanmamıza izin veren Jertzy hayatında ilk defa bir öğretmenler odasına girmenin heyecanı içinde. Onun mutluluğunu gören müdür, götürüp kendi koltuğuna oturtuyor birkaç dakikalığına. Bir garip memleketin bir garip köyünde, yılların acısını çıkarıyor Yurek. Bir zamanlar ona çok çektiren, hem korkup hem de saygı duyduğu o otoriteye geçici de olsa sahip olmak en azından dokunmak çok etkiliyor onu. Hele ki çocuklar onu Harry Potter’a benzetip özel alaka gösterince keyfi neşesi iyice katlanıyor.

Öğretmenler hayatlarından memnunlar ama sosyal hayatın yokluğu sıkıyor biraz canlarını. Sadece haftasonları Urfa’ya gidebiliyorlar ara sıra. Lojmanları yok, ev bulmakta zorlanıyorlar. Yine de bu sene okula bilgisayar ve projeksiyon cihazı gelmesi mutlu etmeye yetiyor onları.

İngilizce öğretmenleri kitaplardan şikayetçi. Tamamen ezbere dayalı bu gramer kitaplarından bir şey öğretmenin mümkün olmadığını söylüyorlar. Nitekim sınıflardan birine girdiğimizde hakkaten çocukların “hello” ve “how are you” dan başka hiçbir şey bilmedikleri, hatta bunlara da karşılık veremedikleri çıkıyor meydana. Biraz da okulda aniden karşılarına çıkan yabancıları görmenin şaşkınlığıyla olsa gerek hiç konuşmuyorlar. Ayakta bekliyorlar mahsun bakışlarıyla. Okuldan çıkarken hepsi camlara çıkıp el sallıyor bize, “baaaayyyyy” diye bağırıyorlar.

Harran geçmişiyle değil şimdisiyle vuruyor beni…


Harran Fotoğrafları

Shukran Jazilan Urfa, Zor Spas Diyarbakir, Teşekkürler Mardin, Thank You Siirt

Photos from "Demo in Photo" Project, 5-11 December 2007

Mardin

Diyarbakir

Urfa

Siirt

Monday, November 19, 2007

Kızarmış Yeşil Domatesler Kars’ta

9 Kasım Cuma, geceyarısını biraz geçe, Yeşilköy havaalanına doğru yoldayım. 2 yıldır görmediğim kuzenim, alt üst olan hayatını sorgulayıp kendini bulmak üzere yine Türkiye’ye geliyor Bush’un ülkesinden. Her dibe vuruşunda annanesinin evinde buluyor kendini, sıcacık aile ortamındaki nostaljik konuşmalar ve otantik yemekler unutturuveriyor acı hataları. Geldiğinde yorgun, inanılmaz ama tam 45 kilo vermiş. 2’de evdeyiz. Türkiye’nin durumundan kızının ilk kelimelerine, kapitalizmden sufizme, Afrika’nın bölgesel farklılıklarından akademik hayata binlerce konuyu hallediyoruz ekmek köftesi eşliğinde. Sabah 6:30’da 24 saatlik uykusuzluğun verdiği enerjiyle yine yoldayız. İstikamet Sabiha Gökçen Havaalanı. Uluslar arası Gezici Film Festivali’ne katılmak üzere Kars’a gidiyorum. 3 gün önce, aslında organizasyona dahil olmadığımız halde bir anlık dört yollu gaz sonucu, Aslıhan, Beril, Dilek ve ben düşüyoruz yola. Oteller dolu olunca Beril’in babası giriyor devreye ve ortağının arkadaşı olan hatrı sayılır bir ağanın şehir merkezindeki muhteşem konağını tahsis ediyor bize.

08:30, havaalanındayız, 6 milyonluk çaylarımızı yudumlarken neşeliyiz. Neler yapacağımızdan, aman da bu seyahatin pek iyi denk geldiğinden bahsediyoruz. Nisan’da katıldığımız Nisi Masa projesinden arkadaşların da geldiğini öğrenince iyice neşeleniyoruz.

10:00, yavaş yavaş uçağa doğru gidiyoruz. Ortalıkta haberler dolaşıyor, Kars’ta havanın kötü olduğuna dair ama önemsemiyoruz.

10:45, 15 dakika önce havalanması gereken uçak hala yerde. Önce kaptan biraz beklememiz gerektiğini söylüyor. Sona kabin görevlileri bu beklemenin uzun süreceğini söyleyip transit salona alıyorlar bizi. Kötü haberi alıştıra alıştıra veriyorlar. Saat 11.10’da kötü hava koşulları nedeniyle uçuş iptal ediliyor. Alternatif? Bir sonraki uçuş? Açıklama? Yok! Trenle giden arkadaşlarımızla dalga geçerken, kendi başımıza geleceklerden habersiziz. Her defasında eleştirince başımıza geleceğini biliyoruz ama yine de devam ediyoruz yapmaya.

11:30, 6 milyonluk çaylardan birer tane daha söylüyoruz. Aslıhan’ın şikayeti yok, çay olduktan sonra strese lüzum yok. Ben Beylikdüzü’ne nasıl geri döneceğimi düşünürken, Dilek THY’ye çıkışıyor, Beril ‘Trabzon’a ya da Erzurum’a gitsek nerde kalırız’ın peşinde. Bu sırada yan masada iki “ecnebi” oturuyor, Kars’a ağa ziyaretine gitmedikleri çok açık, onlar da festival yolcusu. İki kızkardeşten Stephanie senarist, Celine yönetmen. Onlarla ne yapsak diye konuşurken başka bir yan masadan bir cengaver hatunun sesi geliyor: “Tamam Falan Bey, özel uçak demek ulaştırma bakanı, Kars, festival, Atatürk Havaalanı” diye bir şeyler duyuyoruz. CNN Türk’ten bir basın mensubu bu, en dişlisinden. “Atatürk’ten de kalkmamış Kars uçağı ama orada bekleyen 50 kişi varmış, onların yanına gidelim, Ulaştırma Bakanı özel uçak kaldıracakmış” diyor. Hemen tav olup, İsveçli kızkardeşleri de alarak atlıoruz taksilere, 30 dakika sonra Yeşilköy’deyiz. Ankara Film Derneği Müdürü Ahmet Bey sevgiyle karşılıyor bizi. “Siz oturun ben size haber vereceğim” diyor. İç Hatlar’ın boğucu kafesinde 11 milyonluk sandviçlerimizi yerken umutluyuz. 2 saat sonunda hala haber gelmeyince, İsveçliler’i karşıma alıp başlıyorum anlatmaya, Ermeni meselesinden girip, başörtüsü sorunundan çıkıyorum. Onlar merak ettikçe ben daha çok anlatıyorum. Bilmiyorum ki ertesi gün bu konulardan esinlenip film çekecekler ben de başrolde oynayacağım! Hayat böyle bir şey işte…

Saat 2 mi 5 mi öyle bir şey oluyor. Uykusuzluk ve belirsizlik, stres ve umutsuzluğa dönüşmek için fırsat kolluyor. Zaman mefhumu kayıplarda… Sonunda haber geliyor, 19:45’te Erzurum’a gidiyoruz. Oradan da otobüsle Kars’a gideceğiz. Zaman mefhumu geri geliyor. Saat 3.30muş. 11 milyonluk sandviçlerden tekrar yemek istemediğimizden, 10 kişilik bir öğrenci tayfası halinde dış hatlar Burger King’e doğru yol alıyoruz. (Oluyor bazen, yoksunluk, sosyal kabul, mecburen). CNN’ci ablanın pek gönlü yok Burger’da, her yere uzanabilen uzun kollarıyla çakıyor bir telefon, hepimize bir güzellik yapıp, TİKE isimli tiki restoranda yemek ısmarlatıyor. Gün batarken, inip kalkan uçakları seyrederek nezih bir akşam yemeği yiyoruz. Tanıdıklar görüyoruz, daha iyimser konulara geçip Aydın Doğan’ın Romanya’daki televizyonlarından ve Türk Sineması’ndan bahsediyoruz.

19:30, tekrar uçaktayız. Her an iptal olabileceği ihtimaline kendimi hazırlamak için elim kemerimde bekliyorum. Ve 19:45’te kalkıyor uçak. Aslıhan ve Beril eşgüdümlü olarak Orhan Pamuk Kar’ı okuyorlar, ben yine Lombak, Dilek uyku peşinde.

22:00, Erzurum Havaalanınayız. Hava süper soğuk. Dışarıda bizi bekleyen otobüse biner binmez kafayı koltuğa vurup sızıyorum. Bir zaman sonra Aslıhan dürterek uyandırıyor gökyüzünü göstererek. Şimdiye kadar yalnızca bir kere Kelebekler Vadisi’nde gördüğüm güzellikte bir yıldız şöleni var yukarıda. Karlı dağların arasında, üzerinde, işlenmiş gibi ahenk içinde milyonlarca yıldız. Aslıhan heyecan içinde. Yarı baygın bakıyorum yukarı, büyülenip tekrar dalıyorum uykuya, Aslıhan yine dürtüyor, yine bakıyorum, yine düşüyorum. Bir süre sonra otobüs aniden durup U çekiyor ve geri gitmeye başlıyor. Bizim ekibin devamını taşıyan arkamızdaki minibüs yolda kalmış. 20 dakika geri gittikten sonra -18 derecede halay çeken bir güruhla karşılaşıyoruz. Donmamak için hareket etmeye ya da donarken mutlu olmaya falan karar vermişler herhalde, otobüse atlıyorlar, gidiyoruz.

02:15, normalde 2 saat sürmesi gereken yol, 4 saat 15 dakika sürüyor. Herkesle birlikte otelin önünde inip ağamızın adamı Hacı’yı arıyoruz. Vın diye geliyor, Asmalı Konak’aki Kirve’ye benziyor. Bagaj donmuş, açılmıyor, bavullarımızı kucaklayıp konağa gidiyoruz. Ağa uykusundan kalkıp buyur ediyor bizi. Hatırlayamadığım ufak bir sosyalleşme sohbeti sonrası bir daha görmüyoruz kendisini. “Konak sizin, takılın” minvalinde bir şey söyleyip kayıplara karışıyor. 3’te dalıyoruz uykuya. Niyetim 9’da uyanıp, Kars’ta 10 Kasım törenlerini izlemek ama vücudum itiraz ediyor, 10’a kadar uyuyorum.

Kaymaklı, kaşarlı, ballı bir Kars kahvaltısından sonra konağı geziyoruz. 150 senelik konak, işgal sırasında şehirdeki birçok bina gibi Ruslar tarafından yapılmış. İçinde bi sürü bi sürü odalar var. Özenle döşenmiş. Normalde kalan yokmuş burada, misafirhane olarak kullanılıyormuş. Konaktan çıkınca tam karşıda Rus konsolosluğu var. Yer yön bilmeden, spontane başlıyoruz yürümeye. Yollar taş ve geniş. Seksen bin nüfuslu şehir soğuk ve güçlü bir şekilde hissettiriyor kendini. Bir sokak arasındaki bedesteni fotoğraflamaya çalışırken, gaipten bir amca bitiyor dibimde 1955 basımı bir Kars Zaferi kitabı tutuşturuyor elime. Şüpheyle baktığımı görünce “hediye, para istemiyorum” diyor, sürekli ayar, sürekli ayar!

Cumhuriyet Caddesi üzerinde yürüyoruz. Köşeyi dönünce Atatürk İlkokulu var. Biraz ileride Cumhuriyet Lisesi, onun hemen ilerisinde Fevzi Paşa Lisesi, sonra yine bir Cumhuriyet yine bir Paşa. Yüzyıllardır Ermeni, Rus ve Kürt şehri olmuş böyle kozmopolit bir yer, az biraz daha kültürel çeşitliliğini yansıtsa, az biraz daha az militarist ve siyasi olsa, buram buram kafamıza gözümüze sokmasa unutur muyduk buranın Türkiye olduğunu?

Dolanıp dururken Valiliğin önüne geliyorum. 10 Kasım için çelenkler, yarıya inmiş bir bayrak ve iki asker var. 10 Kasımlara gitmeyip de duygulanmayalı 10 sene oldu herhalde diye geçiriyorum içimden. Liseden sonra bir yolunu bulup devam ettirmeliler aslında işyerlerinde falan bu geleneği, maazallah insan vatan haini falan olabiliyor. İlkokul günlerim geliyor aklıma. İstiklal marşını söylerken, Türk Bayrağı’na bakıp da nasıl da gözlerimin dolduğunu, haftada üç gün andımızı okuduğumu, “Türküm, Doğruyum” diye bağırırken damarlarımdaki asil kanın nasıl da kalbime pompalanıp beni heyecanın doruğuna ulaştırdığını…Asil kanın değil ama Türk Milli Eğitim sisteminin anti analitik düşünce sisteminin iliklerimde dolaştığı o zamanlar geçip de, bugünleri gördüğüm için mutlu oluyorum. Atatürk’e saygılarımı sunarken askere yaklaşıp “fotoğraf çekebilir miyim” manasında bir işaret çakıyorum. “Çaktırmadan” bab’ında sallıyor başını. Yaklaşıp çekiyorum fotoğraflarını. Bir tanesi “Bizim de alma şansımız olur mu bunlardan” diyor. “E-mailınız varsa göndereyim” diyorum. Adresi veriyor: mahkum**16°hotmail.com diyor. Tebesüm ediyorum…

Birkaç saatlik huzurlu şehir turundan sonra Kars Sanat Merkezi’ndeyiz. 3.5 sene Beytepe’de okuyup da YOL’u seyretmemiş olmak nasıl bir duygudur ancak Beytepe’deki tikiler, olmayan İslamcılar ya da benim gibi deprem sonrası travma geçirip her şeye ilgisini kaybetmiş olanlar bilir. Kısmet bugüneymiş diyerek heyecanla seyrediyoruz filmi. Tamam o döneme ve o şartlara göre başarılı bir film ama yarım bırakılan hikayeler, her konudan her öğeden bir şeyler katmaya çalışıp bütünlüğü kaybetme, tam bir duruş belirleyememe ve Kürt kültürünü birilerine göre gerçekçi bana göre olumsuz yanlarını vurgulayıcı bir bakışla anlatan sorunlu bir film bu. Kısacası “overrated”. Ne yasaklanmasını gerektirecek bir durum var, ne de solcuların ölümüne sahiplenmesini gerektirecek bir anlam yükü.

Film sonrası 2.5 saatte bir tecelli eden açlığımızı bastırmak için hemen köşebaşındaki konağımızdayız. Biraz sonrasında ise film üzerine tartışmayı dinlemek üzere Kars Sanat Merkezi’nde tekrar. Oturum başkanının Hasan Bülent Kahraman olması göz doldurucu. Şu kadar işinin ve akademik derdinin arasında zaman ayırıp gelmiş. Oturumun diğer konuşmacıları çeşitli eleştirmenler, Tarık Akan ve filmin montajını yapan Fransız bir teyze. O kadar teknik detay anlatıp, mazeretlere sığınarak filmi övmekle geçiyor ki tartışma, o kadar bir arka plan v bilinmeyen yönler anlaşılmayan noktalara açıklık sağlamıyor ki hayal kırıklığımda haklı olduğumu görüyorum. Bir kişi de Yılmaz Güney’in neden bu hikayeyi anlatmak istediğinden, Şerif Gören’in nelerden beslendiğinden, vurgularından bahsetmiyor. Varsa yoksa Tarık Akan’ın at sahnesinin zorluğu, Cannes’a yetiştirmek için filmin bilmem ne kadarının kesilmiş olduğu konuşuluyor. Tamamlamadan çıkıyoruz.

Salonun dışında EBRU isimli bir Türkiye Kültürel Çeşitliliği Sergisi var. Atilla Durak isimli insan, Türkiye’yi diyar bucak gezip, binbir kültürden kareler getirmiş, New York’ta, İstanbul’da ve Kars’ta sergiliyor. İçlerinde Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, Sünni Türkler var. Her şey tamam da her fotoğrafın altında şöyle tanımlamalar var: Ermeni, Hatay; Süryani, Mardin; Sünni Türk, İstanbul. İyi güzel de bey ağabeycim, sen biz bunları unutmayalım, bunlar da var derken, hayvan türü gibi sınıflamak da neyin nesi? Üstüne üstlük böyle bir sınıflamayla tüm bireysel ayrılıkları yok sayıp, aynı türün tüm üyeleri aynı özelliklere sahipmiş gibi göstererek tektipleştirmek de ne oluyor? Neyin peşindesin, çözemedim…

Her şeyin farkında olmaya çalışıp, gerçekçilikle idealizm arasında sıkışıp kalmak böyle bir şey işte. Memnun olmak çok zor…

İsmini unuttuğum süper bir Ocakbaşı’nda Hollandalı ve Makedonyalı arkadaşlarımızla yemek yiyoruz. İstanbul’da ortalama 25 YTL tutacak adambaşı hesap burada 8 YTL tutuyor. Pek mutluyuz pek…

Zamana takmayı bırakıyoruz. İlerleyen saatlerde diğer grup üyeleriyle buluşuyoruz, muhabbet sohbet güzel zaman geçiriyoruz. Bu arada dördümüz arasında süper bir iletişim var. Konuşacak ne kadar çok şeyimiz olduğunu ve aynı dili konuştuğun insanlarla (hangi kelimeyle ne demek istediğini bilen ve yargılamayan) bir arada olmanın ne kadar rahatlatıcı olduğunu fark ediyoruz. Konular bazen kişisel bazen aktüel oluyor, durmadan çay kahve içip anlatıyoruz.

Pazar sabahı kahvaltı için KAMER’e gidiyoruz. Kadın hakları için Karslı kadınların kurduğu bir dernek bu. Bütün yemekleri de servisi de onlar yapıyorlar. Herşey çok leziz. Laf lafı açarken sohbet bir türlü bitmiyor, dışarıdaki yağmur da bir türlü dinmeyince devam ediyoruz üç saat. Sonunda kaleyi görmeye karar verip yağmura rağmen çıkıyoruz dışarı. Hava gerçekten çok soğuk ve yağmur gayet şiddetli. Kaleye doğru yürürken fotoğraf çekiyoruz, iki sevimli çocuk bulup onlarla uğraşıyoruz. Kaleye uzaktan selam verip merkeze dönüyoruz. Pastanede otururken havaalanında tanıştığımız Celine geliyor yanımıza. Çekmek istediği kısa filmden bahsediyor, “oynar mısınız?” diyor, Dilek ve ben memnuniyetle kabul ediyoruz. Film, aynı şehirde yaşayan iki kızın toplum ve devletten gördüğü baskı üzerine. Biri başörtülü olduğu için üniversiteye alınmıyor, diğeri de başörtüsüz ama kamusal alanda hep bakışlar üzerinde, internet kafeye gitse tek başına içerisi silme erkek ve illaki kafalar çevriliyor ona doğru…

İnternet kafe sahnesini çekmek için kafelerden birindeyiz. Sahibine ne yapmak istediğimizi ve nasıl çekeceğimizi anlatıyorum, kabul ediyor. Toplum baskısı deyince yüzü buruşuyor biraz, “Bizi kötü göstermeyin” diyor. Rolünü anlatıyorum, sadece ben içeri girdiğimde gözleriyle oturacağım yeri işaret edecek. Ama dinlemiyor. Ben içeri giriyorum, ayağa kalkıp hoş geldiniz diyor ve sandalyemi falan çekerek yerleştiriyor beni bilgisayar başına. Celine’e anlatıyorum, adamla tekrar konuşuyorum, bu sefer oluyor. Hakkaten de kafedekiler bakışlarını atıyorlar, muhtemelen kameradan dolayı…

Ertesi sabah Dilek’in okul kapısında başörtüsü sahnesi için belediye başkanının tahsis ettiği özel otomobille Kafkas Üniversitesi’ndeyiz. Sahne şu: Dilek okula girmeye çalışacak, görevli eliyle hayır diyecek ve Dilek çıkacak. Tartışma yok, diyalog yok. Girip, belediye görevlisiyle birlikte güvenlik görevlisine soruyoruz. Ben bilmem amirim bilir diyor, ona gönderiyor, o idare amirine yönlendiriyor o da rektörlüğe. Zamanı yeniden önemsemeye başlıyoruz çünkü saat 10.30 ve bizim 12’de havaalanında olmamız gerekiyor, İstanbul’a dönmek üzere! En son görüştüğümüz rektör özel kalemi direk giriyor lafa: ”Ülkemizi kötü göstermek isteyen yabancıların işleri bunlar, siz de alet mi oluyorsunuz? Bence o sahne yerine şunu çekin, ayrıca bu konuya da eğilin vs. vs.” Onun mantığıyla empati kurmaya çalışarak bir sürü açıklama getiriyorum, biraz ikna oluyor, rektöre sormam lazım diyerek aşağı gönderiyor bizi. Yarım saatlik çaba sonucunda haber geliyor: Red! Bir kurum zaten uyguladığı bir yasağın bir filme 15 saniyeliğine konu olmasından neden bu kadar tırsar ki?

Biz içerideyken Dilek’in başörtüsü taktığını gören belediye görevlileri yanına yaklaşıp, “abla sen örtü mü takıyordun, helal olsun, her zaman takıyor musun” şeklinde yorumlarda bulunuyorlar. Aynı şehirde aynı devletin iki kurumundan biri bu örtüyü düzen bozucu bir sembol olarak algılayıp aşağılarken, diğeri belki kutsal değerleri belki geleneği temsil ettiğinden göklere çıkarıyor. Erkler ve erkekler anlamları yüklüyor, kadınlar da çilesini çekiyor…

Rektörün gerekçesiz red kararı bana “eeeeh” çektiriyor, atlıyoruz arabaya ilerideki Fen Edebiyat Fakültesi önüne gidiyoruz. “Girin ve çekin hemen” diyorum. Belediye görevlisini de güvenlik görevlisi yapıyorum, rolünü anlatıyorum. Binanın kantin girişi kısmında 15 dakikada çekiliyor sahne. Bu sırada gerçek görevliler gelip “ne yapıyorsunuz, bu kamera ne, hele bu örtü ne” diye çıkışınca hep beraber kaçmak suretiyle uzaklaşıyoruz.

Onlar içeride çekim yaparken ben de yine bir belediye görevlisiyle siyaset konuşuyorum. Referandum günlerinde şehit olan askerlerden dördünün Karslı ve Kürt olduklarını anlatıyor ve bu yüzden de Kars’te PKK karşı yapılan büyük mitingi. İşin ironik tarafı ise bu mitinglerde yürüyen kişilerin ailelerinden komşularından birinin mutlaka “dağda” olması. Sanki insanlar bu bağlantıyı kuramıyorlar. Sanki onlar da medyada ne görürlerse, bu devletten kabul görmek için uyguluyorlar. Anlamak çok zor. Sadece şunu görüyorum ki işi olan kimse ayrı bir Kürt devleti istemiyor, biz kardeşiz diyor ve Türklerle kız alıp vermeye devam ediyor.

Konağa dönüp eşyalarımızı topluyoruz. Hacı havaalanına götürüyor bizi. Yolda uçsuz bucaksız dağları seyrediyoruz, huzur dolu. Uçak zamanında kalkıyor, biraz uyuyor biraz konuşuyoruz ve geliyoruz yine İstanbul’a.

Kars, tadı damağında kalmışlık hissi bırakıyor hepimizde. Sadece 3 gün kaldığımız için, çok fazla insanla konuşamadığımız için, çevre ilçelere gidemediğimiz için üzülüyoruz ve hemen başlıyoruz yaz için Doğu Anadolu planları yapmaya. Tüm çelişkilere, anlam karmaşalarına, üzüntülere ve umutsuzluklara rağmen…

Bu maceranın sonu…


Fotoğraflar