Eylül’ün ilk haftasında, bir Kadınlar ve Kültürler arası diyalog toplantısı için İsveç’teydim. Adetim değil, normalde batı ülkelerine olan seyahatlerimi yazmıyorum. Çünkü zaten her şey söylenmiş gibi hissediyorum. Ya da üzerine bir şey söyleyecek kadar heyecanlandırmıyor beni. Önce biraz İsveç, ikinci bölümde 12 ülkeden 22 kişiyle ilginç toplantımızdan notlar.
İsveç gittiğim ilk İskandinav ülkesi. Gider gitmez, havaalanına iner inmez etkiledi beni. Evet belki başka ülkelerdeki gibi burada da trafik yok, şehir harika tasarlanmış, hayat sakin ama daha fazlası var.
Kadın erkek eşitliği herhalde dünyadaki en üst seviyesinde yaşanıyor burada. Kadınların ücretli doğum izin süresi neredeyse iki yıl. Ve bu sürenin en az üç ayını baba kullanmak zorunda, isterse daha fazlasını da kullanabilir. Devlet eliyle babanın da çocuğun bakımında aktif rol alması sağlanıyor. Göteborg sokakları bebek arabalarıyla gezen ya da kafelerde bebekleri kucaklarında muhabbet eden erkeklerle dolu. İsveç başbakanının da bebeği olmak üzereymiş ve o da 3 ay doğum iznine ayrılacakmış.
Görüştüğümüz kadınlardan küçük çocuğu olanlar en geç saat 3’te işten çıkıyorlar. İnsanlar çocuklarını uzun süre kreş ve bakımevlerinde bırakmama konusunda çok bilinçli. (İnsan karşılaştırmadan edemiyor, bizde veliler 5 te de işten çıksa, nasıl olsa anaokulu 7’ye kadar açık olduğu için, 2 saatlik zamanı kendi için kullanıp çocuğu son dakikada alıyor)
Kadınlar, erkeklerin yaptığı, geleneksel olarak erkeklere özgü olduğu düşünülen birçok iş kolunda çalışıyor. Bunlardan bana en ilginç geleni kadın papazlar oldu. Ayrıca 20 yaşında tır şoförleri, gazete genel yayın yönetmenleri, pilotlar da çok.
Evde yemekleri daha çok erkekler yapıyor. Misafir olduğumuz İsveçli ailenin evinde, ev sahibi erkek biryani, İsveç köftesi ve elmalı payı tek başına yapmıştı. Bizim bu duruma şaşırmamıza da çok şaşırdılar.
7 milyonluk ülke nüfusunun 5.5 milyonu İsveç Kilisesi üyesi ama genel olarak seküler sayılabilecek bir ülke. Zira bu insanların %90’ı vaftiz, evlenme ve cenaze işleri dışında hemen hiç kiliseye uğramıyor.
Devlet çalışanların kazancının 1/3’ünü, işverenlerin kazancının yarısını vergi olarak alıyor. Ayrıca %25 katma değer vergisi var alışverişlerde. Hayat pahalı, yaşam standartları çok yüksek, ama materyalizm güçlü görünmüyor. Sosyal devlet ve kapitalizm el ele güzel bir sistem inşa etmişler gibi.
Mesela kaldığımız otelin lobisinde elmalar, meyve suları, kahveler var, bütün gün serbest atıştırmak. Daha önce görmemiştim böyle bir durum, oteller maksimum kara odaklanmazlar mı? Belki de hostel ruhuyla otel lüksünü birleştirmişler.
İnsanlar sade ve şık giyiniyor, canlı renkler yok, işlemeler, çiçekler, tokalar yok, sade renkler sade tasarımlar ve bence muhafazakar bir giyim tarzı. Şöyle yordum kadınlar için biraz: Zaten erkeklerin olduğu her alanda varlar, eşitler, acaba dişiliklerini vurgulamaya ihtiyaç mı duymuyorlar? (Yoksa içleri mi geçmiş?)
Çeşme suyu içiliyor, çok temiz ve lezzetli. Bu yüzden de yeni bir karar alınmış, Göteborg’da pet şişeyle su satışını yasaklıyorlar yakında. Herkes çeşmeden içsin, böyle bir ihtiyaç yok diyerek. (şu an yarım litre su 2.5 euro)
Göteborglular şehirlerinden bahsederken “şurayı şöyle yaptık, bu konuda böyle karar verdik” diye sahiplenerek konuşuyorlar devamlı. Demokrasi kuvvetli, yönetime katılım yüksek. Belediye çalışanlarının tamamına yakını part time çalışıyor (sadece 9 kişi tam zamanlı), kalan zamanlarında kendi mesleklerini icra ediyorlar. Belediye başkanı şehirdeki çoğu insan gibi işine bisikletle gelip gidiyor.
Şehri Hollandalılar inşa etmiş, kanallar ve köprülerle dolu sevimli bir şehir. Ulaşım çok kolay, şehrin her yerine tramway ya da otobüs var.
İsveçli olmak için İsveç’te yaşamak yeter diyorlar. Kısa bir zaman öncesine kadar İsveç’te iki yıl yaşamış olmak vatandaşlık almak için yeterliymiş. Irka ve etnisiteye gönderme yok, toprağı kutsallaştırma yok, “şansımıza burası denk gelmiş, belki de yarın başka yerde yaşarız, kimbilir?” diyorlar. Hiç mi milli duygu yok canım deyince de milli maçları örnek veriyorlar.
Afrika’dan ve Ortadoğu’dan çok göçmen var. Vatandaşlık kolay alınıyor fakat göçmenler entegrasyona direniyorlar. Eğitim üniversite dahil ücretsiz ve kaliteli olduğu halde üniversiteye gitmiyor çoğu. Lise sonrası meslek eğitimlerine de katılmıyor. Almancı usulü evlenip bir sürü çocuk sahibi olarak, çocuk parası alıyorlar. Boşanıp ayrı eve taşınan ve devletten daha çok para almaya çalışan çiftler de mevcut. Ve bu insanlar, buraya gelip kendilerine sunulan bütün fırsatları tepip, akılları sıra devletin açık noktalarını yakalayıp tembel tembel yaşıyorlar. Mahallelerinde kahveler var bütün gün boş boş oturdukları. Üstüne üstlük de bunlar kafir gavur diye sürekli sövüyorlar İsveçlilere. (Bunları bana orada 43 yıldır yaşayan bir Türk anlattı, İsveçliler göçmenler hakkında kötü bir laf etmediler, bu ne olgunluk?)
Her yıl üniversitelerdeki bölümlerin puanları 4 yıl sonra gerekecek olan iş grupları, istihdam istatistiklerine göre hesaplanıyor. Her alanda yeteri kadar uzman yetiştirilmeye çalışılıyor. Üniversite son sene çoğunda stajlarla dolu geçiyor. 20 sene öncesine kıyasla daha az insan üniversiteye gidiyor çünkü daha kısa süren meslek eğitimleri de, maddi olarak tatmin edici koşullar sunuyor.
Liberalizm sanki bir ideoloji değil de içselleştirilmiş bir değer gibi burada. İnsanlar hem açık görüşlü hem saygılı hem de mütevazı.
Şehirde bir tek dini kitaplar satan kitapçı var ve adı DIN BOK. (din=din, bok=kitap)
Kilise tarih boyunca güçlü bir kurum olmuş, hala birçok alt kuruluşu, arazileri var. İnsanlar kilise üyeliği için de yıllık aidat ödüyorlar. Çoğu sadece iyi bir cenaze töreni istiyor kiliseden. Şimdilerde belediyeler de sivil cenaze hizmetleri düzenlemeye başlamış, böylece kilise üyeliğinden ayrılanlar artmış.
Kalp krizleri için ve hayvanlar için özel ambulanslar var.
Sosyonomi bilimi yaygın bir anlayış olarak kullanılıyor sistemde. Yani toplumsal olayların insan psikolojisine yön vermekten ziyade insanların sistemi değiştirdiği önermesine dayanıyor. Bireye öncelik var, temellik var. Belki de bu yüzden sistem sürekli değişen şartlara kendini adapte ediyor, yeniliyor.
İsveç hala kron kullanıyor. Yakın zamanda da Euro’ya geçmeyi düşünmüyor. Çünkü her konuda olduğu gibi burada da bireyin faydasını öne koyuyor. Euro kapital için iyi fakat insanlar için kötü.
1967’ye kadar trafik soldan akıyormuş, sonra bir gecede değiştirilip sağa alınmış.
Homoseksüeller, transeksüeller gibi marjinal gruplar ailelerinden ya da yaşadıkları topluluklar tarafından tehdit, ayrımcılık gibi davranışlara maruz kalırsa, valilikler kimlik değiştirmelerine, ev ve iş bulmalarına yardım ediyor. Aynı şekilde namus davalarında da diğer İskandinav ülkeleriyle işbirliği halinde kişiye yeni bir hayat kurması için yardım ediliyor. Fakat şimdilerde bir adım öteye gidip, namus davalarını önlemenin bir yolunu aramaya başlamışlar. Bu noktada da çelişkiler çok çünkü insanların kültürlerine müdahale etmeme üzerine kurulu bir sistemde nasıl bir ayırt edici kriter kullanacakları belirsiz.
Şehir içinde hayat engellilere uygun inşa edilmiş genel olarak. Bunun yanında son gün gittiğimiz Groto adasının büyük bölümü tamamen engellilere özel inşa edilmiş. Restoranlar, yürüyüş alanları, tuvaletler, iskeleler vs.
Nasıl olmuş da bu insanlar bu kadar ilerlemiş, en güzeli de ilerlemenin teknolojiden bağımsız olabileceğini kanıtlamış? Bence 200 yıldır hiçbir savaşa katılmamış olmalarının etkileri büyük. Herkes birbirini çatır çatır öldürürken, onlar üretim yapmışlar. Konuştuğum birkaç İsveçli savaşa katılmamış olmamakla övünmüyor da müdahale etmedikleri için kendilerine ödlek diyorlar.
*İsveç’e gitmeden iki gün önce bir dolaptan düşüp hem dolabı hem makinemi kırdım hem de omzumu incittim. Bu yüzden fotoğraf çekme konusunda çok isteksizdim İsveç’te, pek de fırsat olmadı :(
5 comments:
ben sana makine veririm
zenit e 200
bana özellikle iskandinav memleketlerindeki atmosfer, yüksek tavanlı binalar gibi geliyor.
bizim memleket ise alçak tavanlı, hatta darbe dönemlerinde eğilmeyi gerektirecek kadar, insan boyundan da alçak.
şimdilerde kafamın üzerinde 50 santim boşluk var gibi, üç artıyor beş azalıyor.
sakin sakin yürürsen sorun yok, zıplamaya kalkarsan kafayı çarpıp kırıyorsun. alçak tavanlı bir evde oturmanın sıkıntısı, bungunluğu, kasveti de cabası.
yine de bu isveçlilere, atılgan'daki turist ömer gibi "zızzzt erenköy" yapıp ezberlerini bozup, devrelerini yakmanın da başka bir zevki var!
"İsveç’e gitmeden iki gün önce bir dolaptan düşüp hem dolabı hem makinemi kırdım hem de omzumu incittim."
Geçmiş olsun Selma'cım :(
Dolaplar çok tehlikeli bence. Ben de daha önce düşme tehlikesi atlattım defalarca :(
Öpüyorum.
objektifle gövdeyi birbirine kenetleyen plastik parçalar parçalandı. Dün servise verdim, bakalım...teşekkür ederim yine de sezgihan
Ya gıcık olsam kesin devrelerini yakmak isterim de (mesela beyaz afrikalılar olasalardı) ama çok tatlılardı, hiç aklıma bile gelmedi. Tavanlar yüksekti, yeşillikler boldu, bisikletler her yerdeydi, bi de işte sistem bana en cazip gelen. Sen nerelere gittin İskandinav'da Bora abi?
Meren'cim, tam diğerinden iyileşmeden geçen gün sabah yağmur yağarken ıslanmıyım diye karaköy'de alt geçidin merdivenleriden aşağı doğru salınırken, bu kez fena helde kayıp çatır çutur 6-7 basamak kaymak suretiyle yine düştüm. Bu sefer de diğer omzum ve bitakım kababölgelerim incindi, ama gene ucuz atlattım. Sabitlenmemiş dolaplar ve yarısı kayıp merdivenler mi suçlu, avanak ben mi bilemedim...
Post a Comment