Friday, June 08, 2007

Totti ve Yunus Emre

Dün, haftalardır beni odama gömüp oku-yaz-uyu döngüsüne kilitleyen ödevlerim, projelerim, okumalarım, yazmalarım, sunumlarım sonunda nihayete erdi. Saat 4’te Kent Deneyiminin Temsilleri dersimizin sunumu yapmak için okula gitmek üzere Dilek'le buluştuk. Dilek 9 dakikalık bir kısa film hazırladı Sulukule hakkında. Yıkılmasıyla ilgili insanların neler düşündüğü, neler yaptığı, mahalleye gelen yabancıların neler vaad edip neler yapmadığı üzerine bir çalışmaydı. Filmin bir de aktörü vardı: Totti. Sulukule'ye son gidişimizde, 2 hafta kadar önce tanıştığımız 12'lik bir cingöz olan Totti'nin halasından babannesine, amcasından, ninelerinin kayınçolarına kadar 7 ceddi Sulukuleli'ydi. Mahallesi ve kendi hayatı hakkında son derece bilgili, duyarlı ve kendine güvenli olan Totti, bize mahallesini gezdirdi. Biz de onun gözlerinden anlattık Sulukule'yi filmde. Kendisine sadece 3 cümlelik bir giriş yönergesi verdik ve kalan tüm işi o yaptı, kamerayla nereyi çekmemiz gerektiğini işaret etti, Sulukule'nin tarihin anlattı, yıkım sürecinden bahsetti, o önde biz arkada gezdik ve çektik. O anlatırken ses çıkarmamız gerektiğinden Dilek'le birbirimize bakıp hayretler içinde olduğumuzu bildiren mimikler sergiliyorduk. Çocuk birdenbire hem senarist hem yönetmen hem de başrol oyuncusu olmuştu! Çekimi bitirdikten sonra sadece teşekkür edip ayrılmak istemedik, muhabbeti koyulaştırmamız, arkadaş olmamız lazımdı. Annesinden izin aldık yemeğe gitmek için. Annesi Dilek'in adaşı olan güzel abla "Size verdiğim gibi isterim, emaneti aldığınız gibi getirin" dedi, biz de kulaklarını kesmeyeceğimize söz vererek Totti'yi ve kuzenini kapıp gittik. Vatan Caddesi üzerindeki Burger King'de (çocuklar çocuk menüsü istiyor ne yapalım) sipariş verirken, kasiyer bu çocukların 'çingene' olduğunu, cüzdanlarımıza dikkat etmemiz gerektiğini falan saçmaladı. Sinirlenmedim ama üzüldüm anında hırsız kategorisine dahil edildikleri için. Keyfimizi bozmadan yemeğimizi yemeye çalışırken, Totti büyüyünce müzik öğretmeni olmak istediğinden bahsetti. Dilek'in kardeşinin Tünel'de bir müzik mağazası olduğu ve Totti'ye bir gitar hediye etse çok kıyak olacağını aynı anda beynimizde şimşekler çakarak düşündüğümüzde, Dilek telefona sarılmıştı bile. Kardeşi "tamam tabii" diyince kuzeni mahalleye bırakıp, anneden tekrar izin alarak Taksim'e gittik.

Totti'ye neden Taksim'e gittiğimizi söylemedik, "sürpriz" dedik. İstiklal Caddesi'nde yürürken bir an çocuklara kötü örnek’ olmamam gerektiğini unutup Dilek'e "Lan işimiz birince şurda bir kahve içsek" deyince, Totti bana dönüp "Selma apla, sen de bizim gibi konuşuyosuuunn" diye yapıştırıverdi. İşte o anda zaten aramızda çoktan erimiş olan buzlar kaynama noktasına ulaştı. Tünel'e gidip gitarı aldık, Totti pek mutlu oldu ama delikanlılığa da leke sürdürmemek için soğukkanlılıkla teşekkür etti. Dilek'in kardeşini de alıp Asmalımescit'e gittik. Cafede ben menüye bakıp limonata içeyim bari der demez, Totti garsona inanılmaz bir özgüvenle "Dilek Abla, Selma Abla ve ben limonata istiyoruz, Dağcan abi daha karar vermedi" diyerek liderimiz olduğunu kanıtladı. “Kardeşim bu ne rahatlık, bu ne sevimlilik, sanki her gün burda takılıyosun" diye çıkıştım kendisine, huzur ve neşe dolu bir aileymişçesine kahkahalar attık. Akşam Totti'yi eve bıraktığımızda hepimiz çok mutluyduk.

Bir de Yunus Emre vardı o gün mahallede arayıp da bulamadığımız. Dünya tatlısı, avukat ya da yardımsever olmayı kafasına koymuş, efendi, çalışkan, şakabaz bir insandı o da.




Dün okula giderken Topkapı civarında gaza gelip "Ya Dilek Yunus Emre'yle Totti'yi de alıp götürelim okula" diye tutturdum. "Bütün dönem temsiliyet sorunu üzerine konuşmadık mı? Fotoğrafçının, yönetmenin, nasıl kendi bakış açısıyla illa ki manipülasyon kattığını, bir yeri ancak oralının en iyi temsil edebileceğini? Hem de Yunus Emre benim bilmeceli fotoğraf albümümün, Totti de senin filminin kahramanları, görsünler işin sonuçlarını" Ani bir manevrayla Sulukule'ye döndük. Artık bizi tanıyan ve iyiden iyiye kankaya bağlayan bağlayan mahalleliyle hoş beşi kısa
kesip, Totti'nin evine gittik. Önceki gün kolunu kırmasına ve dün de 5. sınıf mezuniyet balosu olmasına rağmen, teklifimizi heyecanla karşılayan Totti ve en iyi arkadaşı Yunus Emre ile birlikte Sulukule'den Kuştepe'ye doğru yola çıktık.

Çocuklar ilk defa üniversite gördükleri için çok heyecanlılardı: Yunus Emre, öve öve bitiremiyordu: “Ne güzel bilgisayarlar var her yerde. Tostlar da süpermiş, önlük de giyilmiyo, sabah zorla beden dersi de mi yok? Hem de haftada 3 gün mü geliyosunuz sadece? Oooooh!

Gayr-ı ihtiyari, hasta oldular Bilgi'ye ve genel olarak üniversite konseptine.

Sonra derse girdik, ikisi de son derece rahat ve sevimli tavırlarıyla sempati toplarken, bizden önce sunumunu yapacak olan arkadaş başına geleceklerden habersiz filmini gösterdi. Sonra ne anlatmak istediğini açıkladı. Sorular kısmına geçtiğimizde herkesten önce söz alan Totti, "Orada selülit kremleriyle ilgili bir reklam vardı, neden o kızı öyle kullanmışlar, reklamların amaçları hedede, hödödö" diye birşeyler söylemeye başladı. Sunum yapan arkadaş, "Aman da ne sevimli, soru da sorarmış" edasıyla sıvışmaya çalışsa da, Totti cevabını istiyordu en önde kırık koluyla. İstediği cevabı alamayınca, kendisi reklam sektörünün insanları insanlara nasıl pazarladığından bahsetmeye başladı. Ben yine içimden "Ya kardeşim, biz 19 senedir aksatmadan okula gidiyoruz, memleketin ve gayrı memleketlerin en iyi okullarında okuduk, bu kadar özgüvenimiz yok, sen ne ayaksın?" diye geçirirken bir yandan da sevinip gururlanıyordum.

Sıra bana geldiğinde hazırladığım fotoğraf albümünü sınıfa verip projeyi anlatmaya başladım. Görmediğimiz şehirler hakkındaki algılarımızın, bu şehirlere ait görüntülerin genelde kalıp imajlardan oluştuğunu ve kartpostalların bizi nasıl genellemelere sürüklediğinden bahsettim. Kartpostalı olmayan şehirler hakkında ne düşünüyorduk? Kartpostallar ne kadar gerçeği yansıtıyordu? Şehirler, landmarklardan, binalardan mı ibaretti? Binaları yıkık olanlar ne yapacaktı? Filistin deyince ne geliyordu aklımıza? Protesto ve savaş görüntüleri mi? Sulukule deyince, neşeli, durmadan göbek atan insanlar mı? İki bölge ne kadar zıt algılara işaret etse de aslında birbirlerinden ayrılamayacak derecede çok benziyordu birbirine. Hazırladığım fotoğraf albümü bu Sulukule ve Filistin mülteci kamplarından insan ve yıkık bina fotoğraflarından oluşuyordu. Binaları olmasa da insanlarıyla var olan şehirlerdi bunlar. Albümün her sayfasında solda iki sağda iki olmak üzere iki fotoğraf vardı. İkisi Filistin, ikisi Sulukule'den olan bu fotoğraflardan hangisinin nereye ait olduğunu bulmanızı istiyordum. Fotoğrafların yanlarındaki kutucukların altına bakarak da cevabınızın doğru olmadığını kontrol edecektiniz.

Hoca projeyi çok beğendi, sınıftakiler olumlu yorumlar yaptılar. Dilek'in filmi de harikaydı. Çocuklar da iki projeyi çok beğendiklerini söylediler. Onların adına onları anlatmadığımız, onlarla birlikte bu işi becerdiğimiz için biz de pek memnunduk. Saat 8'de mezuniyete yetişmek üzere sınıftan çıktığımızda dördümüz de sevinç içindeydik. Ayrı ayrı sarılıp, öpüştük, el ele gönül gönüle Sulukule'ye geri döndük. Maalesef mezuniyet balosu bitmişti biz döndüğümüzde. Totti biraz üzüldü, ben ondan da çok üzüldüm ama Yunus Emre'nin aksine okumayı düşünmeyen Totti'nin Bilgi'yi gördükten sonra fikri epey değiştiği için kendisine ilkokul 5 mezuniyeti olduğu saatlerde bir üniversitede yüksek lisans dersine onur konuğu olarak katılmasının bir işaret olabileceğini söyledim. Onayladı, Temmuz'da bu kez onlar bize bir sürpriz sözü verdiler. Harika bir gün geçirmiş olmanın ve yeni arkadaşlar kazanmanın sevinci ve ödevlerimi bitirmiş olmanın rahatlığıyla eve döndüğümde çok mutluydum.

Bu maceranın sonu...

No comments: