learning and changing and acting through caring and understanding and experiencing and travelling and watching and listening and feeling...
Saturday, June 09, 2007
Savaşa Davet
Girin de toplumsal çatışma artık son haddine ulaşsın!
Ama önce gerekli altyapıyı hazırlamayı ihmal etmeyin
İyice kaşıyın açık yaraları…
Kan üzerinden siyaset yapın biraz daha
Siyaset ve askeriye ve siviller…
Hepsini gaza getirin!
Yirmi küsür kez yaptığınız harekatlara bir yenisini daha eklemeden önce
Dökün bizi sokaklara!
Neye alet olduğumuzu bilmeden…
Barıştan, demokrasiden, insanlıktan dem vurup
İyice düşman edin bizi birbirimize!
Kürtlerden nefret edip
Hepsini terörist ilan edelim!
Kuzey Irak’ın sadece PKK’dan ibaret olduğuna inandırın bizi!
Ve nasıl da girer girmez elinizle koymuş gibi hepsini hemen temizleyip
bitirivereceğinize terörü…
Sınırlarımızı koruyamayıp, güvenliğimizi sağlayamamış olmanızı unutturun
Düşmana yükleyiverin tüm sorumluluğu!
Ve yakında siviller de bu nefret tohumlarından beslenip
Birbirini öldürmeye başladığında…
Ayrımcılık, ırkçılık had safhaya ulaştığında da
Mitingleri gösterip bunu halk istemişti diyerek çıkıverin işin içinden…
Diplomasiyle sorun çözülemeyeceğine ikna edin bizi tamamen
Sayıları katlanarak artınca şehitlerimizin
Vatan sağolsun deyiverelim
AB’nin ABD’nin sözlerine kulak tıkayalım
Girelim o batağa sonunun ne olacağını hesaplamadan…
Savaşın ne demek olduğunu ancak tepemizde bombalar patlayınca anlayacağımızdan
Bir iç siyaset malzemesinin nasıl önce ulusal sonra uluslar arası bir faciaya dönüşeceğini
Hep birlikte görelim
Yıllardır yanı başımızda görmezden geldiğimiz savaşların ne demek olduğunu
Kendi başımıza gelince anlayalım hissedelim iliklerimize kadar
Sonra suçu düşmana yükleyelim
O olmazsa hükümete
Ama asla kendi sorumluluğumuzu görmeyelim
Bir romantik hikaye içinde
Devam edelim
Parçalanacağımız o kara güne kadar…
Friday, June 08, 2007
Totti ve Yunus Emre
Dün, haftalardır beni odama gömüp oku-yaz-uyu döngüsüne kilitleyen ödevlerim, projelerim, okumalarım, yazmalarım, sunumlarım sonunda nihayete erdi. Saat 4’te Kent Deneyiminin Temsilleri dersimizin sunumu yapmak için okula gitmek üzere Dilek'le buluştuk. Dilek 9 dakikalık bir kısa film hazırladı Sulukule hakkında. Yıkılmasıyla ilgili insanların neler düşündüğü, neler yaptığı, mahalleye gelen yabancıların neler vaad edip neler yapmadığı üzerine bir çalışmaydı. Filmin bir de aktörü vardı: Totti. Sulukule'ye son gidişimizde, 2 hafta kadar önce tanıştığımız 12'lik bir cingöz olan Totti'nin halasından babannesine, amcasından, ninelerinin kayınçolarına kadar 7 ceddi Sulukuleli'ydi. Mahallesi ve kendi hayatı hakkında son derece bilgili, duyarlı ve kendine güvenli olan Totti, bize mahallesini gezdirdi. Biz de onun gözlerinden anlattık Sulukule'yi filmde. Kendisine sadece 3 cümlelik bir giriş yönergesi verdik ve kalan tüm işi o yaptı, kamerayla nereyi çekmemiz gerektiğini işaret etti, Sulukule'nin tarihin anlattı, yıkım sürecinden bahsetti, o önde biz arkada gezdik ve çektik. O anlatırken ses çıkarmamız gerektiğinden Dilek'le birbirimize bakıp hayretler içinde olduğumuzu bildiren mimikler sergiliyorduk. Çocuk birdenbire hem senarist hem yönetmen hem de başrol oyuncusu olmuştu! Çekimi bitirdikten sonra sadece teşekkür edip ayrılmak istemedik, muhabbeti koyulaştırmamız, arkadaş olmamız lazımdı. Annesinden izin aldık yemeğe gitmek için. Annesi Dilek'in adaşı olan güzel abla "Size verdiğim gibi isterim, emaneti aldığınız gibi getirin" dedi, biz de kulaklarını kesmeyeceğimize söz vererek Totti'yi ve kuzenini kapıp gittik. Vatan Caddesi üzerindeki Burger King'de (çocuklar çocuk menüsü istiyor ne yapalım) sipariş verirken, kasiyer bu çocukların 'çingene' olduğunu, cüzdanlarımıza dikkat etmemiz gerektiğini falan saçmaladı. Sinirlenmedim ama üzüldüm anında hırsız kategorisine dahil edildikleri için. Keyfimizi bozmadan yemeğimizi yemeye çalışırken, Totti büyüyünce müzik öğretmeni olmak istediğinden bahsetti. Dilek'in kardeşinin Tünel'de bir müzik mağazası olduğu ve Totti'ye bir gitar hediye etse çok kıyak olacağını aynı anda beynimizde şimşekler çakarak düşündüğümüzde, Dilek telefona sarılmıştı bile. Kardeşi "tamam tabii" diyince kuzeni mahalleye bırakıp, anneden tekrar izin alarak Taksim'e gittik.
Totti'ye neden Taksim'e gittiğimizi söylemedik, "sürpriz" dedik. İstiklal Caddesi'nde yürürken bir an çocuklara ‘kötü örnek’ olmamam gerektiğini unutup Dilek'e "Lan işimiz birince şurda bir kahve içsek" deyince, Totti bana dönüp "Selma apla, sen de bizim gibi konuşuyosuuunn" diye yapıştırıverdi. İşte o anda zaten aramızda çoktan erimiş olan buzlar kaynama noktasına ulaştı. Tünel'e gidip gitarı aldık, Totti pek mutlu oldu ama delikanlılığa da leke sürdürmemek için soğukkanlılıkla teşekkür etti. Dilek'in kardeşini de alıp Asmalımescit'e gittik. Cafede ben menüye bakıp limonata içeyim bari der demez, Totti garsona inanılmaz bir özgüvenle "Dilek Abla, Selma Abla ve ben limonata istiyoruz, Dağcan abi daha karar vermedi" diyerek liderimiz olduğunu kanıtladı. “Kardeşim bu ne rahatlık, bu ne sevimlilik, sanki her gün burda takılıyosun" diye çıkıştım kendisine, huzur ve neşe dolu bir aileymişçesine kahkahalar attık. Akşam Totti'yi eve bıraktığımızda hepimiz çok mutluyduk.
Bir de Yunus Emre vardı o gün mahallede arayıp da bulamadığımız. Dünya tatlısı, avukat ya da yardımsever olmayı kafasına koymuş, efendi, çalışkan, şakabaz bir insandı o da.
Dün okula giderken Topkapı civarında gaza gelip "Ya Dilek Yunus Emre'yle Totti'yi de alıp götürelim okula" diye tutturdum. "Bütün dönem temsiliyet sorunu üzerine konuşmadık mı? Fotoğrafçının, yönetmenin, nasıl kendi bakış açısıyla illa ki manipülasyon kattığını, bir yeri ancak oralının en iyi temsil edebileceğini? Hem de Yunus Emre benim bilmeceli fotoğraf albümümün, Totti de senin filminin kahramanları, görsünler işin sonuçlarını" Ani bir manevrayla Sulukule'ye döndük. Artık bizi tanıyan ve iyiden iyiye kankaya bağlayan bağlayan mahalleliyle hoş beşi kısa kesip, Totti'nin evine gittik. Önceki gün kolunu kırmasına ve dün de 5. sınıf mezuniyet balosu olmasına rağmen, teklifimizi heyecanla karşılayan Totti ve en iyi arkadaşı Yunus Emre ile birlikte Sulukule'den Kuştepe'ye doğru yola çıktık.
Çocuklar ilk defa üniversite gördükleri için çok heyecanlılardı: Yunus Emre, öve öve bitiremiyordu: “Ne güzel bilgisayarlar var her yerde. Tostlar da süpermiş, önlük de giyilmiyo, sabah zorla beden dersi de mi yok? Hem de haftada 3 gün mü geliyosunuz sadece? Oooooh!”
Gayr-ı ihtiyari, hasta oldular Bilgi'ye ve genel olarak üniversite konseptine.
Sonra derse girdik, ikisi de son derece rahat ve sevimli tavırlarıyla sempati toplarken, bizden önce sunumunu yapacak olan arkadaş başına geleceklerden habersiz filmini gösterdi. Sonra ne anlatmak istediğini açıkladı. Sorular kısmına geçtiğimizde herkesten önce söz alan Totti, "Orada selülit kremleriyle ilgili bir reklam vardı, neden o kızı öyle kullanmışlar, reklamların amaçları hedede, hödödö" diye birşeyler söylemeye başladı. Sunum yapan arkadaş, "Aman da ne sevimli, soru da sorarmış" edasıyla sıvışmaya çalışsa da, Totti cevabını istiyordu en önde kırık koluyla. İstediği cevabı alamayınca, kendisi reklam sektörünün insanları insanlara nasıl pazarladığından bahsetmeye başladı. Ben yine içimden "Ya kardeşim, biz 19 senedir aksatmadan okula gidiyoruz, memleketin ve gayrı memleketlerin en iyi okullarında okuduk, bu kadar özgüvenimiz yok, sen ne ayaksın?" diye geçirirken bir yandan da sevinip gururlanıyordum.
Sıra bana geldiğinde hazırladığım fotoğraf albümünü sınıfa verip projeyi anlatmaya başladım. Görmediğimiz şehirler hakkındaki algılarımızın, bu şehirlere ait görüntülerin genelde kalıp imajlardan oluştuğunu ve kartpostalların bizi nasıl genellemelere sürüklediğinden bahsettim. Kartpostalı olmayan şehirler hakkında ne düşünüyorduk? Kartpostallar ne kadar gerçeği yansıtıyordu? Şehirler, landmarklardan, binalardan mı ibaretti? Binaları yıkık olanlar ne yapacaktı? Filistin deyince ne geliyordu aklımıza? Protesto ve savaş görüntüleri mi? Sulukule deyince, neşeli, durmadan göbek atan insanlar mı? İki bölge ne kadar zıt algılara işaret etse de aslında birbirlerinden ayrılamayacak derecede çok benziyordu birbirine. Hazırladığım fotoğraf albümü bu Sulukule ve Filistin mülteci kamplarından insan ve yıkık bina fotoğraflarından oluşuyordu. Binaları olmasa da insanlarıyla var olan şehirlerdi bunlar. Albümün her sayfasında solda iki sağda iki olmak üzere iki fotoğraf vardı. İkisi Filistin, ikisi Sulukule'den olan bu fotoğraflardan hangisinin nereye ait olduğunu bulmanızı istiyordum. Fotoğrafların yanlarındaki kutucukların altına bakarak da cevabınızın doğru olmadığını kontrol edecektiniz.
Hoca projeyi çok beğendi, sınıftakiler olumlu yorumlar yaptılar. Dilek'in filmi de harikaydı. Çocuklar da iki projeyi çok beğendiklerini söylediler. Onların adına onları anlatmadığımız, onlarla birlikte bu işi becerdiğimiz için biz de pek memnunduk. Saat 8'de mezuniyete yetişmek üzere sınıftan çıktığımızda dördümüz de sevinç içindeydik. Ayrı ayrı sarılıp, öpüştük, el ele gönül gönüle Sulukule'ye geri döndük. Maalesef mezuniyet balosu bitmişti biz döndüğümüzde. Totti biraz üzüldü, ben ondan da çok üzüldüm ama Yunus Emre'nin aksine okumayı düşünmeyen Totti'nin Bilgi'yi gördükten sonra fikri epey değiştiği için kendisine ilkokul 5 mezuniyeti olduğu saatlerde bir üniversitede yüksek lisans dersine onur konuğu olarak katılmasının bir işaret olabileceğini söyledim. Onayladı, Temmuz'da bu kez onlar bize bir sürpriz sözü verdiler. Harika bir gün geçirmiş olmanın ve yeni arkadaşlar kazanmanın sevinci ve ödevlerimi bitirmiş olmanın rahatlığıyla eve döndüğümde çok mutluydum.
Bu maceranın sonu...
Tuesday, June 05, 2007
Doğum-Ölüm-Zaman
Bugün 5 Haziran 2007.
İnsanlık için bir başka yüzkarası olan bu günden 284 sene önce kapitalizmin kurucularından Adam Smith İskoçya’da dünyaya gelmiş.
Yetmemiş, 160 sene sonra 1883′te yine aynı gün Smith’in yarım bıraktığı işi tamamlamak (ya da kurtarmak) için bir de John Maynard Keynes doğmuş İngiltere’de.
Üzerinden bir 84 sene daha geçmiş, bir türlü bitemeyen Arap- İsrail savaşı başlamış ve İsrail topraklarını 4 katına çıkarmış.
Yine aynı gün 1981′de ise Los Angeles’ta sonradan adı sonradan koyulacak o menem hastalık - AIDS - keşfedilmiş.
Birşey daha olmuş 5 Haziran 1981′de:
Almanya’da Alamancı olamamış bir çiftin ilk çocukları, Duisburg Devlet Hastanesi’nde, ağlamadan zırlamadan sessiz sedasız dünyaya gelmiş.
Pek birşey hatırlamadığı bu ülkeden Türkiye’ye 1985′teki ‘temelli dönüşü’nden ilk hatırladıkları da Sefaköy ve sefalet olmuş.
Akmayan sularla, kesilen elektriklerle tanışması bu yıllara rastlamış. Hep babasının dönüşünü beklemiş Alamanya’dan.
Babası da dönüp dönüp geri gitmiş, ondan geriye kalan aklını nasıl kullanması gerektiğini öğrendiği Ravensburger oyunları olmuş sadece.
Sonra gerçekten dönmüş bir gün babası, Tekirdağ’a taşınmışlar.
İlkokula başladığı Tekirdağ, onun için hep güzel anılarla dolu bir sahil kasabası olmuş.
Etrafta yapacak fazla birşey olmadığından mı yoksa gerçekten öğrenmeyi sevdiğinden mi bilinmez, hep aşık olmuş okula.
Herkes okulu kırmak için binbir bahane uydururken, o hep koşa koşa gitmiş. Şiirler okumuş, bando çalmış, sınıf başkanı olmuş, sevmiş sevilmiş…
Gözlüklü ve büyümüş de küçülmüş tribinde olduğundan “profesör” lakabına layık görülmüş. “Büyüyünce ne olmak istiyorsun” sorusuna da “profesör olucam, beyin cerrahı olucam, insanları kurtarıcam” demiş.
5. sınıfa geldiğinde bir “Anadolu Lisesi” muhabbeti çıkmış piyasaya.
Neden oraya gitmesi gerektiğini anlamamış ama gene de dersaneye gitmiş, sınava girmiş ve kazanmış anadolu lisesini ne beklediğini bilmeden.
“Günde 4 saat çalışacaksın” demişler.
İngilizce öğrenilecekmiş…
“Etrafta bir tane İngiliz yok, yazın Fethiye’ye gidince turistlerle muhabbet etmek için mi bu çile” diyerek açıklama istemiş ama “çok önemli lazım lazım” deyip geçiştirilince öğrenmemiş.
Hazırlık finalinde kahvaltıda ne yediği sorulduğunda “butter” yerine “butterfly” deyince jüriyi epey güldürüp zar zor geçmiş sınavı.
Hazırlıktan sonra sıkılmış okuldan.
Nerede ne için kullanılacağı belli olmayan bir sürü bilgi ve milyonlarca gereksiz yorum yüklemeye çalışmışlar kafasına.
İçten içe karşı çıksa da, öğretmen, devlet, okul kutsaldır vardır bir bildikleri deyip kurcalamamış, sınavları vermiş, sınıfları geçmiş, diplomaları almış.
Derken ortaokul bitmiş.
Baba bu kez de Adapazarı’na gitmiş.
İş ya kutsal ya herşeyden önemli ya gene sesini çıkarmamış.
Sonra onlar da gitmişler babanın peşinden.
Sevmemiş Adapazarı’nı önce.
Ne denizi varmış ne de hiç tanımadığı bu insanlar Tekirdağlılar gibi şen şakrakmış.
Sakarya Anadolu Lisesi’ne adım attığı ilk gün, okul müdürü “Kesin sesinizi lan, SIĞIRLAR” diye bağırınca doğru bir yerde olmadığını anlamış ama yine mecburen sineye çekmiş.
Ergenliğinin en neşeli günlerini bu yeni insanlara uyum sağlamaya çalışırken, Pınar’ı bulmuş.
“Metalci” dünyaya ilk adım atışıyla birlikte, içindeki sessiz sistem karşıtlığını aynı düşünüp hissettiği insanlarla paylaşabilmeye başlamış.
Sonra Türkay gelmiş, Emel gelmiş, Ceren gelmiş.
Hepsini çok sevmiş.
Çarşambaları okuldan kaçıp İzmit’e hatta bir keresinde İstanbul’a Akmar’a bile gitmişler.
Küçücük dünyalarından, büyük dünyaya her kaçış, özgürlüğün ne güzel birşey olduğunu hissettirmiş onlara.
Bu kocaman sevimli köyde yalnızca bir sinema ve tek film gösterildiği için sürekli İzmit’e gider olmuşlar film seyretmeye.
“Şeytanın Avukatı”, “Fight Club”, “The Sphere” gibi filmler yeni ufuklar açmış hayatlarında.
Bir filmleri, bir müzik bir de birbirleri varmış hayatta birşeyler öğrenebilecekleri.
Okul, baskı ortamı ve buluşma mekanı olmanın ötesinde fazla bir işleve sahip değilmiş.
Derken Lise 3 olmuşlar…
Bakmışlar ki buradan kurtulup daha çok film seyretmenin ve daha çok öğrenebilmenin tek yolu “büyük şehir”e gitmek.
Topluca dersaneye yazılıp gece gündüz test çözer olmuşlar.
Grup halinde ders çalışıp sabahların 5′lerinde annelerinin arabalarını kaçırıp Adapazarı sokaklarında hız yapmışlar. Çok çılgınlarmış, çok özgürlermiş.
Sonra ÖSS gelmiş.
Anadolu Lisesi sınavında olduğu gibi ÖSS’de sınav soruları çalınıp iptal edilmiş.
Bu sınavı kazanamazlarsa Adapazarı’nda bir sene daha kalmaları kabusunun dünyanın sonunun geleceğinin yaklaştığına dair bir işaret olduğuna kanaat getirip yemeyip içmeyip çalışmışlar.
Ve sonunda 6 Haziran’da girmişler sınava…
Sınavın hemen ertesinde hayatının en büyük hayalini gerçekleştirmek üzere Amerika’ya gitmiş.
İlk defa uçağa biniyor olmanın, ilk defa yalnız uzun bir seyahate çıkmanın, ilk defa yurtdışına çıkıyor olmanın heyecanıyla olsa gerek New York’a indiğinde etrafına attığı ilk bakıştan sonra epey bir küfretmiş sebebini bilmeden.
Sonra Arizona’ya gitmiş, sonra California’ya. Arkadaşlarından çok uzakta, yaşadığı tüm heyecanları biriktirmiş dönüşte anlatmak için.
Bir gece Ceren’le internette konuşurken bağlantı kopmuş…
Sadece Ceren değil Adapazarı’ndaki herkes düşmüş.
Tarih 17 Ağustos 1999′muş…
Birkaç dakika sonra deprem haberini almış.
Panik halinde televizyondan ve internetten bilgi almaya çalışmış ama sadece Türkiye’de büyük bir deprem olduğunu söylüyormuş haberler.
Hayatının en heyecanlı deneyimi bir anda kabusa dönüşmüş…
Phoenix’te, Adapazarı’ndan tam 11.120 km uzakta başını ellerinin arasına alıp, kimlerin ölüp kimlerin yaşadığını düşünmeye, ailesinin, arkadaşlarının kimbilir ne durumda olduğunu hayal etmeye çalışmış…
Aradan saatler geçmiş…
Merkezlerden birinin Adapazarı olduğunu ve depremin şiddetini öğrendiğinde daha da dehşete kapılmış.
Adapazarı değil, İstanbul ve Ankara’daki akrabalarına da ulaşamıyormuş telefonla…
İlk haberi 28 saat sonra alabilmiş: Ailesi evden çıkabilmiş ve İstanbul’dalarmış…
Biraz rahatlamış olsa da, hala hayatta tanıdığı insanların çoğunun durumu hakkında birşey bilmemesi fena halde canını sıkıyormuş.
Sonra ikinci haberi almış: Agah ve Kubilay ölmüşler…
Çok yakın arkadaşları olmasa da, aynı okuldan her gün görüp selamlaştığı iki kişinin öldüğü gerçeğini bu kadar uzaktan, depremin sadece CNN’de birkaç dakikayla yansıtıldığı bir zevk-ü sefa memleketinden, kabullenmek kolay olmamış…
Biletini değiştirememiş, yer bulamamış, kabus gibi geçen 4 günün ardından, dönüşe geçmiş…
Uçakta o kadar üzgün ve endişeliymiş ki “şu uçak düşse de ben arkadaşlarımın öldüğü gerçeğini öğrenmeden kavuşuversem onlara” demekten alamamış kendini.
Biliyormuş, bir tanesinin öldüğünü hissediyormuş. Ceren müstakil eski bir evde oturduğundan, en çok ondan korkuyormuş.
24 saat süren bir yolculuk sonrası ölemeden gelmiş İstanbul’a ve annesinin kan çanağına dönmüş gözleriyle karşılaşmış.
Kendisinden birşey sakladığını düşünerek kızmaya bağırmaya başlamış “kim kim hangisi” diye.
“Bilmiyorum” demiş annesi, “bizi gelip aldılar o gece Adapazarı’ndan ve bir daha kimseden haber alamadık”.
Hemen yola çıkmışlar.
22 Ağustos günü Adapazarı’na ilk girişlerinde şehir hala “ölü” kokuyormuş.
Herkesin maskelerle dolaştığı yerle bir olmuş şehri tanıyamamış.
Gözyaşlarını yutarak Ceren’e koşmuş ve köpeğini görünce sokakta çok sevinmiş. Ev sağlammış, Ceren de İzmir’e gitmiş.
Sonra Emel’e gitmişler…
Haberler Emeller’in mahallenin sağlam olduğunu söylese de bir bakmak istemiş.
Yıkık binaların önüne geldiğinde, hangisinin Emel’in evi olduğunu hatırlayamamış.
Tek bildiği 3 bina olduğu ve altında bakkal olanda Emel’in yaşadığıymış.
Binalar öyle yıkılıp üste üste geçmiş ki anlayamamış ne olduğunu.
Yol ortasında sandalyede oturmuş kendi kendine konuşan bir adama, altında bakkal olan binanın yerini sormuş.
“Ortadakindeydi” demiş adam “Ama artık yok”
Hiç bozuntuya vermemiş, “peki Emel vardı nereye gitti onlar, ablası Canel babası Ali Öğretmen, Karasu’ya falan mı gittiler?”
Adam boş boş bakıp gülmüş…
“Hepsi öldü, aslında 3 gün sesleri geldi enkazdan ama çıkardığımızda ölmüşlerdi, hatta küçük olan mıydı senin arkadaşın? Bağırsakları dışarı çıkmıştı”
“Ne, ne diyorsun sen?”
Daha fazla birşey söyleyemeden annesi ve babası alıp arabaya götürmüşler.
Yığılıp kalmış arka koltuğa, ağlamaya bağırmaya başlamış…
“Bir alıştırma evresi olsaydı…
cenazeye gitseydim…
o gece orada olmasaydı…
belki de değildir ha, gidip bir daha soralım…
bilmiyodur o adam…
kötü adam!
evet yalan söylüyor kesin!”
Sonra ağlamaya başlamış…
sonra uyumuş…
sonra uyanmış…
ağlamış…
uyumuş…
uyanmış…
Rüyasında emel’in evine gitmiş.
“Ben ölmedim ki o gece evde değildim” demiş Emel.
Sonra uyanmış, aynaya bakmış, baktığı için utanıp yine ağlamaya başlamış…
Yemek yediği için suçluluk hissedip yine ağlamaya başlamış.
Uyuşturulmuş ve yarı ölü yarı diri geçen birkaç günün ardından İzmir’e Ceren’in yanına gitmiş.
Paylaşmak iyi gelmiş ama yine de o gün orada bulunmadığı için müthiş bir suçluluk duymuş.
Atlayıp Adapazarı’na gitmişler, sonra yaşayanlardan birkaç kişiyi bulup çalışmaya başlamışlar… İlaç dağıtmışlar, form doldurmuşlar, bir işe yarayıp ucundan tutmak için ne gerekiyorsa yapmışlar.
Sonra diğer ölenlerin haberlerini almışlar.
Sadece onların lisesinden 60 kişi ölmüş.
Ayrılmak için can attıkları o küçük sıkıcı şehir, bir anda ayrılamayacakları bir memlekete dönüşmüş.
ÖSS sonuçları gelmiş.
Emel ve Pınar ODTÜ Psikoloji’yi o da Hacettepe Psikoloji’yi kazanmış.
Aylarca birlikte hayal kurup ter döktükleri sınavın ve emeğin sonucunu göremeden göçüp gitmiş işte.
Pınar’la Ankara’ya gittiklerinde birşeyler hep eksik kalacakmış.
Ankara’da ilk sene depresyonda geçmiş.
En eğlenceli en özgür geçeceğini zannettiği ilk sene, geçmişe saplantılı ve karanlık bir asosyallik ve takıp takıştırıp derse gelen sınıf arkadaşlarına karşı olumsuz duygularla geçmiş.
Depresyondan çıkışı kolay olmamış ama atlattığında da artık epey bir kabullenmiş hayatı ve ölümü.
Yıllarca uğraşıp elde edilen, bağlanılan heşeyin bir anda gidebilecek olmasını kabullenmek ve hayatını buna göre düzenlemek zor bir süreç olmuş.
Ama sonunda öğrenmiş hiçbirşeye ve hiçkimseye çok bağlanmaması gerektiğini.
Ve onun depremde yaşadıklarıyla, dünyanın her yerinde bir sürü insanın sürekli mücadele ettiğini.
Onun tanımadığı, bilmediği, görmediği rengi, dili, dini başka bir sürü insanın bir sürü acıyla mücadele ettiğinin farkına varmış.
İkinci sınıfa doğru kendine gelmiş ve takıp takıştırmayan birkaç güzel insan bulmuş.
Acı tatlı birkaç sene geçirmişler birlikte.
2001′de Güney Afrika’ya gitmiş bir aylığına, “kuzenler sağolsun, sömürgecilik kahrolsun”diyerek dönmüş Cape Town’dan.
Adapazarı’ndan daha az sıkıcı olmayan Ankara’da sene 2002 olduğunda artık son sınıf olmuş ve çok sıkılmış.
İlk dönem 25 kredi alarak okulu bir dönem erken bitirmiş.
Saygınlığını kazanmamış olsa da bir psikologmuş artık.
Mezun olduğu gece, “Artık yeter, okuduk ve baydık yeterince hadi biraz macera yaşayalım” diyerek eşyalarını toplayıp kuzenlerinin yanına gitmiş Washington D.C.’ye.
2 ay içinde Arizona’ya taşınan kuzenlerinin arkasından epey ağlamış.
Ne parası ne tanıdığı varmış koca şehirde.
Hazırlıktayken öğrenmediği İngilizce için hayıflanmaya başlamış önce ama sonra birkaç ay içinde kıvırmış bu işi.
Okuldan ilanlarla kalacak bir yer bulmuş, Bosnalı bir ailenin yanına taşınmış geçici olarak.
Bir de okulun kitapçısında işe başlayınca kendini geçindirebiliyor olmanın keyfine varmış.
Sonra Faslı ve El Salvadorlu ev arkadaşları bulmuş.
Ardından Hintliler ve Filipinliler gelmiş.
Okul ve iş düzeni her dönem değiştiği için sürekli taşınmak zorunda kalmış.
Bir sürü milletten bir sürü insan tanımış.
Bazıları ile ömürlük dostluklar kurmuş, bazılarıyla kavga ederek ayrılmış.
1.5 sene boyunca hem çalışmış hem gezmıiş.
Meksika’ya, Kanada’ya Jamaika’ya, Birleşik Arap Emirlikleri’ne ve Amerika’nın çeşit türlü eylatine gitmiş, karış karış gezmiş.
Gezdikçe gördükçe tanıdıkça fikirleri değişmiş, duyguları değişmiş…
En baştan herşeyi sorgulamaya başlamış…
Bir yandan Yunan lokantalarında aşağılanan 3. sınıf illegal bir Türk garsonken…
Bir yandan Amerikan diplomatlarının çocuklarına dadılık yapan sevimli doğulu psikologmuş.
Farklı rollere ve pozisyonlara aynı anda sahip olmayı zaten hep çok sevmiş.
Okulu bitirmiş, çalışma izni almış ve DC’nin en iyi özel eğitim okulunda işe başlamış.
Biraz öğretmenlik, biraz psikologluk, biraz hemşirelik yaptığı bu okul, büyük bir hayat deneyimi olmuş.
“En alttakiler”i tanımış.
Öğrenciler, utanılan, gizlenen, yokmuş gibi davranılan sakat, özürlü, gerizekalı, otistik, mongol tayfasıyken;
Çalışanların çoğu hırsız, katil, fakir, yasadışı zenciler ve Güney Amerikalılarmış.
Madunlar ve mağdurlarla, mazlum ama neşeli ve sevgi dolu bir sene geçirmiş.
Bir yandan da gezmeye ve dadılığa devam etmiş.
Yavaş yavaş hayatıyla ilgili karar vermesi gereken bir dönemde, ne devamlı Türkiye’de ne devamlı Amerika’da yaşamayı isterken, ona beşiklik eden memleket amcasına mezar olmuş:
Canı gibi sevdiği amcası 2005 yazında Almanya’da ölmüş…
Yine uzaktaymış, yine ani bir ölümmüş ve yine çok üzgünmüş…
Pılını pırtını toplayıp dönmüş Türkiye’ye çat diye.
Birkaç ay kalayım derken, işe girivermiş.
Türkiye’nin farklı kesimlerinden birçok insanla tanışmasına vesile olan bu iş, aynı zamanda Suriye’ye, İtalya’ya, Fransa’ya falan da gitmesine izin verince kalmış Türkiye’de.
Başka ülkeleri, insanları, yaşam kurgularını görmek bağımlılık haline gelmiş.
Avrupa sıkıcı gelmeye başlayınca rotayı Ortadoğu ve Afrika’ya çevirmiş.
“Şu işin bir de ilmini okuayım, bakınca neye baktığımı bileyim” diyerek Kültürel İncelemeler yüksek lisansına başlamış.
Medyanın yalanlarından, siyasetinden, ikiyüzlü yüzeyselliğinden bunalıp kendi haberini kendi almak için Filistin’e gitmiş.
Dünyanın her anlamda merkezi olduğuna inandığı bu memlekette öyle şeyler görmüş, öyle şeyler yaşamış ki, “budur” demiş, “artık başka yere gitmeye gerek yok, buraya geleyim ben hep”.
Nitekim 6 ay sonra arkadaşlarını da toplayıp tekrar gitmiş.
Sonra Kenya’ya gitmiş…
Afrika’yla ikinci teması daha sancılı olmuş.
Dünya meselelerine, insalığa, insanlara, siyasete, açlığa, savaşlara ciddi ciddi kafa yormaya başlamış.
Yazılar yazmış, fotoğraflar çekmiş, sergi açmış, konuşmalar yapmış.
Kendi gördüklerini başkalarının da görmesi gerektiğine inanmış.
Herkesin kendi gibi olmayanları da anlaması ve onlar için sorumluluk duyması gerektiğini düşünmeye başlamış.
Kapitalizme yürekten bir gıcık kapmış.
Tüketim karşıtlığını hayatının her alanına yaymış ama ateşli bir aktivist olup marjinalleşmekten de korkmuş.
Sistem zaten ona bunu yapmak istiyormuş…
Düşündürtüp, depresyona sokup, bir köşeye hapsetmeye ya da çok konuşursa fiziki bir hapse mahkum etmeye çalışıyormuş.
“Hadi bakalım, görüşürüz sistem efendi” diyerek sabırla işlerin bir ucundan tutmaya uğraşmış kendi çapında.
Takvimler 5 Haziran 2007′yi göstediğinde, 26 yaşına gelmiş.
Hayattaki ilk kartvizitini bastırmak üzere bir matbaaya gitmiş.
Grafikçi, Türkay’ın tasarladığı karta bakmış ve
“ünvan yok burda” demiş “çalışmıyor musunuz, mesleğiniz yok mu?”
Sistemin kategorizasyon bileşenleriyle her karşılaştığında yaptığı gibi kekelemeye başlamış:
”şey ben yani” falan demiş. “Birşey olmak değil birşey yapmak” diyememiş bir türlü…
İnine geri dönerek sömürgecilik ve şizofreni konulu dönem ödevlerini yapmaya devam etmiş.
Arkadaşları sağolsunlar arayıp doğum gününü kutlamışlar ama onun için artık ne doğum kutlanacak, ne de ölüm üzülecek birşey değilmiş.
İçinde hapsolduğumuz minicik akıllarımızın kavrayamadığı o büyük zaman kurgusunda bu küçücük çember teğetlerine bu kadar anlam yüklemek manasızmış.
Olsunmuş, o da onlardan biriymiş.
Onlar mutluysa o da mutluymuş.
Üzüntüleri ve mutluluklarıyla, ne zaman biteceğini bilmediği hayatını yaşamaya devam ederken biraz buruk olmuş kalbi geride kalanlar için…
Herşeye rağmen kendi bildiği doğru yolda biraz daha yürümeye karar vermiş…
Muradına bu dünyada ermesi çok zor olduğundan
Kerevete çıkmayı da bir başka diyara bırakmış…
Monday, June 04, 2007
Rachel Corrie ve Empati
İnternete girip hakkında araştırma yaptığınızda karşınıza çıkan bilgilerin çoğu ölümüyle ilgili olacaktır. Benim için Rachel’ın kazayla ya da kasten öldürülmüş arasında bir fark yok. Meselenin bu kısmını bu kadar önemsemek, onun hiç hoşlanmadığı bir takım ayrıcalıklara sahip olmasından dolayı her gün öldürülen yüzlerce Filistinli’yi azımsamak anlamına gelmez mi?
Onu sizlere kendi sözleriyle anlatmak istiyorum...
Daha çocukluğunda kurduğu hayalleri ve onun sahip olduğu ayrıcalıklara sahip olamayan insanlara karşı duyduğu empatiyi net bir şekilde ifade eden Rachel’ın 10 yaşındayken kurduğu hayalleri ve ideal dünyasını anlatan ‘Dünyada Açlık’ konusundaki şiiri, bir çocuğun dünyayı anlayabilme ve hissedebilme limitlerini gösterir:
“Diğer çocuklar için buradayım…
Buradayım çünkü önemsiyorum…
Buradayım çünkü dünyanın her yerinde çocuklar acı çekiyor ve her gün kırk bin insan açlıktan ölüyor…
Buradayım çünkü bu insanların çoğu çocuk…
Yoksulların her yanımızda olduğunu ve onları görmezden geldiğimizi artık anlamak zorundayız…
Bu ölümlerin önlenebilir olduğunu anlamak zorundayız…
Üçüncü dünya ülkelerindeki insanların tıpkı bizler gibi düşündüğünü, önemsediğini, güldüğünü ve ağladığını anlamak zorundayız…
Onların bizim hayallerimizi ve bizim onların hayallerini kurduğumuzu anlamak zorundayız…
Onların biz olduğunu anlamak zorundayız… Biz onlarız…
Hayalim 2000 yılına kadar açlığı bitirmek…
Hayalim her gün açlıktan ölen kırk bin insanı kurtarmak…
Hep birlikte geleceğe ve orada parlayan ışığa bakabilirsek, hayalim gerçekleşebilir…
Açlığı görmezden gelmeye devam edersek o ışık sönecek…
Hep birlikte yardım eder ve çalışırsak büyüyecek ve yarın yanmaya devam edecek.”
Washington eyaletinin en liberal üniversitelerinden biri olan Evergreen State College’a kaydolduğunda dünyada yapacak çok işi olduğuna inanan 18 yaşında bir aktivisttir. Savaş karşıtı ve küresel adalet komisyonlarında çalışır. Mezun olduğunda artık gerçeği gidip yerinde görme vaktidir. 2003’te çatışmaların yoğun olduğu bir dönemde Gazze’ye giderken şu satırları geride bırakır:
“Hepimiz bir gün doğduğumuz gibi öleceğiz. Büyük ihtimalle yalnız olacağız ölürken.
Ya yalnızlığımız bir trajedi değilse? Ya yalnızlığımız korkmadan gerçekleri söylememize izin veren şeyse? Ya yalnızlığımız dünyayı dinamik bir varlık olarak değiştirilebilir ve interaktif olarak deneyimlememizi sağlayan bir maceraya atılmamıza izin veren şeyse?
Eğer Bosna’da, Ruanda’da ya da daha kimbilir onlar gibi nerelerde yaşasaydım, gereksiz ölüm uzak bir sembol, bir metafor değil, gerçeklik olacaktı.
Ve bunu metaforlaştırmaya hakkım yok! Ama muazzam ve gereksiz bir konuda kendimi avutmak için kullanabilirim.
Bunun farkına varmak… Hayatımı bu dünyada hep ayrıcalıklarımın olduğu yerlerde yaşayacak olmanın farkına varmak…
Rusya’da kaynayan suları soğutamam. Picasso olamam. İsa olamam. Küçücük ellerimle dünyayı kurtaramam.
Bulaşıkları yıkayabilirim.”
Gazze’ye vardıktan sonra karşılaştıkları ve bunlar karşısında hissettikleri hakkında ailesine ve arkadaşlarına sık sık yazdığı e-maillarla duyduğu üzüntüyü, öfkeyi ve diğer tüm duygularını dile getirmiş Rachel. Bu e-mailların, gerçekten dünyayı önemseyen, kendisinden bambaşka bir kültürü, yaşam tarzı, dili, dini olan insanları anlamak ve yaşadıklarını paylaşmaya çalışan bir insanın iç dünyasını çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Malesef Türkçe’leri yok, çünkü ortada Türkiye’yi ilgilendiren bir durum yok (!)
Rachel’ın öl(dürül)meden birkaç gün once Rafah’da olanlarla ilgili anlattıkları şöyle:
Sunday, June 03, 2007
Gönüllü Sürgün Olmak
Sürgün olmak, bir seçim değildir. Ya içinde doğarsın ya da başına gelir.
Sürgün bilir ki seküler ve değişken dünyada evler ve memleketler geçicidir. Sınırlar ve duvarlar kendimizi güvende hissetmemizi sağlarken aynı zamanda mantıkdışı ve gereksiz biçimde savunulan hapislere de dönüşebilirler. Sürgünler, düşünce çitlerini kırıp, sınırları aşarlar ve deneyimlerler.
Edward Said
Sürgün olmak, işleyen akıl için geniş bir erdem hazinesidir. Yavaş yavaş görünmezliğe gider. Her şeyi geride bırakabilmek için geçici anlamları değiştirir. Vatanını en değerli bulan yolun başındadır; dünyanın her yerini kendi toprağı gibi gören güçlüdür, bütün dünya toprağı kendisine yabancı olan ise mükemmelliğe yaklaşmıştır. Yolun başındaki hassas ruh, sevgisini dünyanın sadece bir noktasına vermiştir; güçlü olan sevgisini tüm topraklara adamıştır, mükemmel ise toprak sevgisini feshetmiştir.
Saxony’den bir XII. yüzyıl rahibi
İnsanlığı anlamak için milli ve geçici kimlik ve sınırlardan kurtulmak, çeşitliliği ve kendine haslıkları anlamak bir zorunluluktur. Bu sınırları aşamayan her insan önyargı ve mahrumiyetlere mahkum kalır. Bu bağlardan, kimliklerden ve sınırlardan kurtulmak onları reddetmek anlamına gelmez. Özgürleşmek, bu bağların temellerini anlayarak ve onları çözerek sağlanabilir. Aksi, bir ideolojiden kaçıp diğerine hapsolmak olur.
Friday, June 01, 2007
Darfur neresi? Ben nerdeyim?
Şayet gündeminizi
Darbe olacak mı?
Şeriat gelecek mi?
Bağcılar Lisesi'nde gerçekten toplu namaz kılındı mı?
Mesut Yılmaz DP'den aday olacak mı?
Ertuğrul'un karısı başörtülü olduğu için BJK'ye teknik direktör olamaz mı?
Zorlu Holding Dubai şeyhlerine nasıl ayar verir?
haberleri oluşturuyorsa, aşağıdaki videoyu izlemeyiniz!
Geçmişteki soykırımların sözde mi özde mi olduğunu tartışmak yerine bugün devam edeni anlamak isterseniz buyrun!
Duyarlılık sağlamanız için romantik acıklı müzikler ve dehşet görüntüleri gerekiyorsa burada yok, biraz daha beklemenizi, ölenlerin sayısı 1 milyonu bulduğunuda Türkiye'nin geçip geçip bitiremediği zorlu ve birlik beraberliğe muhtaç olduğu günleri atlatır da medya da siyasetten iki kuruş sıyrılıp, insanlığa yönelirse diye beklemenizi öneririm.