Monday, September 09, 2013

Filistin’in Vicdanı Naci Ali ve Bir Direniş Kahramanı Olarak Hanzala




Naci Ali 1937'de İsa'nın memleketi Nasıra yakınlarındaki Şacara köyünde doğdu. 15 Mayıs 1948'de 11 yaşındayken Büyük Felaket'i -Nakba- yaşadı, 750.000 Filistinli ile aynı kaderi paylaşarak memleketinden kovuldu.  Bir parçası Lübnan'ın güneyinde bir mülteci kampında büyüdü, diğer parçası ise Filistin'de kaldı, küskün ama keskin bir gözlemci olarak hep 11 yaşında kaldı. 1973'de Amerikalı dış işleri bakanı Kessinger'in Filistin ile ilgili çözüm planının çözümsüzlüğünü fark ettiğinde bir karikatür karakteri olarak Hanzala adıyla Naci Ali'nin kaleminden gördüklerini göstermeye başladı. Filistin'de direnişin sembolü oldu. Yüzünü hiç göstermedi,Hep Filistin'e dönebilmeyi bekledi, umudunu hiç yitirmedi. Naci Ali'nin 1987'de başına bir kurşun sıkılarak öldürülmesiyle tamamen öksüz kaldı, sustu.
1948'de İsrail'in kurulmasıyla ilk anda boşaltılan 500 köyden birinde yaşayan Naci Ali'nin annesi, diğer tüm Filistinliler gibi bir gün evine döneceğine inandı, evinin anahtarını ölene kadar boynundan çıkarmadı. İnsanın birçok evi olabilir, hepsine bağlanabilir ama hep ilk evini özler, hele de oradan zorla çıkarıldıysa. Naci Ali ve ailesi de evlerinden, topraklarından zorla çıkarıldı. Ali, hem kendisi, hem annesi hem de diğer tüm Filistinliler için topraklarından vazgeçmedi.

Naci Ali, Filistin direniş hareketinin önde gelen birçok ismi gibi önce siyaset yolunu denedi, Lübnan ve Kuveyt’te çeşitli hareketlerin içinde yer aldı. Her defasında tutuklanınca, hareketleri amacına ulaşamayınca, derdini yeteneğiyle birleştirerek  çizmeye başladı. Karikatür çizmeyi cezaevinde öğrenen Ali, ilk çizimlerini mülteci kampının duvarlarına yaptı. Önce kendi hikayesini anlattı, sonra Filistinlilerinkini ve sonra tüm Arap dünyasını. İyisiyle kötüsüyle doğrusuyla yanlışıyla herşeyi göstermeye çalıştı. Yolsuzluk yapan Arap yönetimlerini  de, sessiz kalan batı ülkelerini de, her türlü zalimliğiyle İsrail'i de gösterdi. Temel öğesi sıradan Arap  insanı ve onların yaşadıkları savaş, acılar, kayıplar ve haksızlıklardı.

1960’ların başında Filistin mücadelesinin önderlerinden Gassan Kanafani onun yeteneğini farketti ve bu alanda profesyonel olarak çalışmasına ön ayak oldu.
Çizmeyi ciddiye almaya başlayan Naci  Ali, daha sonra Kuveyt’teki Talia dergisinde çizer olarak çalışmaya başladı. 1968den 1975’e kadar Es-Siyase gazetesinde çalıştı. Sonrasında Lübnan gazetesi Es-Sefire geçti. Artık çizimleri yayılmaya ve çizgisinin karakteristik özellikleri belirginleşmeye başlamıştı. Karikatürlerinde çizimden çok fikirler ön plandaydı.Çizgisi, cesur, açık sözlü ve keskindi. Sade, net ve anlaşılması kolay karikatürler çizdi.

Sıradan Arap dünyası vatandaşlarını anlatan karikatürler aynı zamanda sıradan Arap vatandaşlarına hitap ediyordu.

Sosyal adalet kavramı ve bununla birlikte gelen işsizlik, fırsat yoksunluğu, zenginle fakir arasındaki uçurum, insan hakları ve demokrasi ve ifade özgürlüğünün olmayışından bahsetti.
Karikatürlerin temaları güzel- çirkin, iyi- kötü, zengin-fakir, adalet-haksızlık, güçlü-zayıf ve kendini feda etmek ile vatanı satmak üzerine kuruluydu.

Konular, Filistin'de işgal, mülteci kampları, dönüş hakkı, Filistin Kurtuluş Örgütü, Direniş Hareketi, Lübnan'da iç savaş ve İsrail istilası, Arap İsrail Çatışması, geri kalmış Arap rejimleri ve Batılıların Arap Dünyası’na müdahalesi etrafında şekilleniyordu. Naci Ali sadece İsrail'i, Amerika'yı ve Batı'yı değil, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'ne ve Arap ülkelerine de tepkiliydi. Odak noktası insanlara yapılan zulümdü. Zayıflarin tarafındaydı. Arap ülkelerini de Amerika'nın sözünden başka çözüm bulamamakla suçlar. Bir karikatüründe iki Arap erkek aynı kayığı farklı yönlere çekmektedir. Ve karikatürün altındaki yol levhasında şöyle yazar: Sol, Amerika; Sağ, Amerika Birleşik Devletleri'ne gider.

Naci Ali karikatürlerindeki sembollerin hepsi ayrı anlamlar içeriyordu. Haç, mücadele ve fedakarlıktı.; çiçekler, umut, barış ve sevgiydi; kalemler, demokrasi ve ifade özgürlüğüydü; İsrail, silahlar, askerler, dikenli teller, benin varilleri ise zulüm ve işgal sembolleriydi. Puşinin anlamı kim tarafından kullanıldığına gore değişiyordu: İyi bir karakter tarafından giyildiğinde sevgiyi, kötü bir karakter tarafından giyidiğinde ise ‘dava’dan kişisel çıkar sağlamayı temsil ediyordu. Karikatürlerin yarısından fazlasında yazı olmadığından anlaşılmaları kolaydı.

Gerçek karakterleri direk çizmedi ya da gönderme yapmadı bunun yerine kendi karakterlerini üretti. Bunlardan Fatima, sade ve keskin hatlarla çizilmiş güzel bir kadındı. Tıpkı diğer Filistinli kadınlar ve Naji Al Ali’nin annesi gibi evinin anahtarını boynunda taşıyordu. Kökeni Filistin olan Fatima, adanmış bir eş ve anne figürü, bir mülteci, acı çeken bir kadın ve koruyucuydu. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinde erkeklerle omuz omuzaydı. Birlik ve beraberliği temsil ediyordu.

İyi Adam - Sıradan Adam, dürüst ve iyi bir adamdı. Fakir ve mazlumları temsil ediyordu. Özgürlük savaşçıcı ve mülteciydi. Filistinli ve Araptı, hem Müslümandı, hem Hıristiyandı. Karikatürlerden birinde Şişman bir adam gelir ve iyi adama sorar: “Müslüman mısın, Hıristiyan mısın?”  İyi adam cevap verir: “Açım!”

Kötü Adam zalimdi. Şişman, çirkin, tembel, pis ve aptal bir karakterdi. Ayakları ve halk desteği yoktu. Kötülüğü ve zalimliği temsil ediyordu. Direnişe katılmadı ve her fırsatta ihanet etti.  Direnişten kişisel çıkar sağladı. İsrail ve Batı’nın maşasıydı. Bazı karikatürlerde birkaç kötü adam topluca Arap rejimlerini sembolize ediyordu.


Hanzala ise  bu karakterler içinde en önemlisiydi. 5 Haziran 1967’de  doğdu, babasının adı önemli değildi, annesinin adı Nakbah yani Büyük Felaket’ti, ayakkabı numarasını bilmiyordu çünkü hep yalınayaktı. Sıradan bir Arap’tı. Zor şartlarda yaşamasına rağmen kehribar kokardı. Eğitim ve deneyimi sağlamdı, tüm şiveleri bilirdi, iyi, kötü, çirkin herkesi tanırdı. Sürekli savaş meydanlarına gittiğinden; kimin savaştığının, kimin sadece konuştuğunun farkındaydı. O, bazen sessiz bir tanık, bazen dobra ve lafını kimseden esirgemeyen bir aktivistti. 11 yaşındaydı ve Filistin’e geri döneceği güne kadar o yaşta kalacaktı. Adı “acı ot” demekti. Karikatürlerde hep arkası dönüktü, yüzünü hiç göstermedi. Elleri arkadan bağlıydı, 1982’ye kadar olan karikatürlerde hareketsizdi. 1982’de İsrail'in Lubnan'ı işgali ve Sabra Shatilla katliamlariyla Hanzala değişti, hareketlendi, ellerini açıp tepki göstermeye, taş atmaya başladı.
 
Hanzala’nın yüzünü göstermemesi küskünlüğünün sembolüydü. Aynı zamanda mistik bir yanı da vardı. Bu kadar çatışan duygu ve düşüncenin bir çocuğun yüzüne nasıl yansıdığını hiç göremedik.  Haznala’nın duruşunda hem bir meydn okuma hem de bir naiflik vardı. Filistin mücadelesinin direnişçi unsurlarını ve Arapların acısını temsil ediyordu, ama bir yandan da Arapların bölünmüşlüğünü ve Filistin halkının acılarına kayıtsızlığını da eleştiriyordu. Arapların sessizliğine, İsrail’in işlediği savaş suçlarına, dünyanın ikiyüzlülüğüne ve Arap yönetimleri ile Filistin Kurtuluş Örgütü içindeki yozlaşmaya da sırtını dönmüştü.

Hanzala, Naci Ali’nin imzası haline geldi. Ali onu, kendisini hata yapmaktan alıkoyan bir dayanak, çocukluğunun sessiz tanığı olarak tanımladı. Filistinli bir karakter olarak doğduysa da zaman içinde farkındalığı arttıkça daha genel bir Arap karakterini temsil etmeye başladı. Savaşın ortasında kalmış, neşesini kaybetmiş, büyüyememiş bu çocuk, herşeye rağmen
yapılan tüm haksızlıkları herkese göstermeyi görev edindi, yıllar boyunca tarihe tanıklık etti. Hanzalanın elleri arkasında sessizlik içinde tanıklık ettiği göç, yoksulluk ve kamp hayatı, aslında tamamen  Naci Ali’nin kişisel gerçeğiydi. Onun gibi canayakın, dürüst, biraz serseri, biraz da sivri dilliydi. Arap dünyasının vicdanını temsil eden bu sade ama güçlü çocuğu insanlar fazlasıyla benimsedi. Naci Ali, Hanzala’nın yüzünde göstermediğini kendi başına yaşadı. Silah taşıyan gemileri, bayrağından çadır yapmış mülteci anneleri, onların zor hayat koşullarını, İsrail’in acımasızlıklarını gördü ve gösterdi, ama yüzüni hep sakladı, ne hissettiğini hiç göstermedi.

Naci Ali’nin karikatürleri Kahire, Beyrut, Kuveyt, Tunus, Abu Dhabi, Londra ve Paris’te aşırı soldan aşırı sağ tandansa kadar pek çok gazette ve dergide yayınlandı. ABD’de de epey ses getirdi; New York Times, Time gibi yayınlar, Naci Ali'yi ve kara mizahını görmezden gelemediler. Hakkında genelde saygı duyulan çok yazı yazıldı.

Mahmud Derviş, Naci Ali’yi “sade fakat mucizevi” olarak tanımladı. Hanzala’nın ise bu mucizeye duyulan ihtiyaçtan dolayı çocuk olarak seçildiğini ve hep çocuk olarak kalmak zorunda olduğunu anlattı. Hanzala’nın güç ve zorbalık karşısında geri çekilmeden tanıklığını sürdürmesi için, sadeliğini koruması ve mucizelere inanması gerekiyordu. Naci Ali bu kadar erken ölmeseydi, muhtemelen daha da küreselleşecek, Iraklı, Afrikalı, Afgan da olacaktı.


Öldürülmesinden iki hafta önce yayınlanan bir karikatürde Hanzala’nın posteri istenen kişi ‘wanted’ olarak duvara asılıyordu ve onlarca Hanzala postere bakıyordu. Ali, sanki öldürüleceğini biliyordu, poster yalnızca şöyle diyordu: “Vatanım, güzel vatanım, bütün sevgim ve yüreğim senindir” Diğer bir karikatürde ise Hanzala’ya zarar vermek isteyen güçleri İsrail ve kötü adam yani Arap rejimleri olarak çizmişti. Kendisini ‘dava’ya adayan ve herşeye rağmen gerçekçiliğini koruyan ve gerçekliği anlatmaya devam eden Ali, 22 Temmuz 1987’de Londra’da, sokakta, başından vurudu. İki hafta hastanede direndi fakat 29 Ağustos 1987’de yaşam mücadelesine yenik düştü. Onu hangi güçlerin öldürdüğü hala bilinmiyor. Bir grup Mossad’I bir grup ise Yaser Arafat’ı suçluyor.

Naci Ali, geridede onbinlerce eser bıraktı. Bugün, ölümünün üzerinden 25 sene geçmesine rağmen hala Arap dünyasının en önemli çizeri olmayı sürdürüyor. Hanzala ise UNESCO’nun bir parçası olan Mizah Yoluyla Özgürlük ve Adalat Komisyonu’nun resmi logosu oldu. Naci Ali taraından çizilmeye devam edilmese de Filistin ve Lübnan sokaklarında, mülteci kamplarının duvarlarında temsil ettiği insanlar tarafından çizilmeye, gerçekliğin tanıklığını yapmaya devam ediyor.

Selma Şevkli

*Haziran 2012'de Roman Kahramanları adlı edebiyat dergisinden yayınlandı. 

Kaynaklar: 
http://www.najialali.com/
http://knol.google.com/k/handala-and-the-cartoons-of-naji-al-ali#

Tuesday, July 16, 2013

Namlu Ucunda Toma Önünde İftar ve Bir Kilitli Vicdan Örneği

9 Temmuz 2013 akşamı, Antikapitalist Müslümanlar'ın çağrısıyla her kesimden insanın gelip, dinin AKP'nin tekelinde olmadığını muhteşem bir sadelik ve zenginlikle ortaya koyduğu Yeryüzü İftarı'ndaydım. Meydana yaklaştığımızda toma ve polis İstiklal Caddesi'nin girişini kapattılar. Bir yandan çok alışkındım artık bu görüntüye ama bir yandan da yok artık, Ramazan'ın ilk günü, iftar sofrasına da müdahale etmezler herhalde dedim.

Kilomtrelerce uzunluğundaki sofra, tomanın önüne de cesurca kıvrılarak devam etti. Hem korktum, hem heyecanlandım, ve tomanın önündeki sofraya oturdum. Müdahale olup olmayacağı belli değildi. Polise bari iftar saatinde kapatın tomanın motorunu huzurla iftar edelim dendi, yapmadılar. Aksine namlularını sofraya çevirdiler. O sırada şu fotoğrafı çekip twitterda paylaştım. Fotoğraf epey kişi tarafından orjinal haliyle paylaşıldı. Meryem Aybike Sinan ise fotoğrafın değiştirilmiş halini şu şekilde paylaştı. Durumu Gazze'de Yahudiler'in iftar basması olarak lanse edip yalnızca İsrailli askerlere değil tüm Yahudiler'e lanet okumasını bir kenara bırakalım, ilginç bir detay vardı, arka plandaki Türkçe yazılar silinmişti! Ne yapmaya çalıştığını anlayamadım.

Burası Gazze değil İstanbul diyerek uyandırıldığında verdiği tepki twitter hesabını kapayarak bu kez direnişçilere lanet okumaya başlamak oldu. Yapılan zulmü yalnızca lokasyona göre değerlendiren vicdanı kilitlenivermişti. Açıklamasında fotoğrafı yanlışlıkla paylaştığını geçiştirivererek, (nereden almış, yazılar neden silinmiş, belirtilmemiş) direnişçileri küfür ve hakaretin emzirdiği ayak takımı olarak tanımlayıp harika bir ironiye daha imza attı. Kendisini hakarete uğradığı için mağdurlaştırırken yaratıcılık düzeyi düşük hakaretlerle iftara katılan herkese ağır ithamlarda bulundu. Neden Türkiye'deki zulme tepki vermediği, madem yanlışlıkla bu fotoğrafı paylaştı, asıl fotoğraf nerede gibi asıl soru ve eleştirilere cevap vermedi.

Kendisine iki kez e-posta göndererek, fotoğrafın sahibi olduğumu ve fotoğraftaki yazıların silinişinin akıbetini sordum, cevap vermedi.

Dün televizyonda canlı yayına çıkıp yine aynı şeyleri söyledi, kendisine yöneltilen eleştirilere yine cevap vermedi.

Acaba dedim, fotoğrafımı izinsiz kullandığı, tahrip ettiği ve yalan haber yaptığı için hukuki yollardan hakkımı arasam mı?

O sırada Ali İsmail Korkmaz'ın katil zanlılarından birinin Eskişehir'de yakalandıktan sadece birkaç saat sonra serbest bırakıldığı haberi geldi. Başından gaz bombasıyla vurulup ölmemek için baret takanların, nefes alabilmek için gaz maskesi hatta yalnızca toz maskesi takanların, hakikati kaydetmek için (hukuken de hakkı varken) fotoğraf ve video çekenlerin, gerekçesiz, haksız yere gözaltına alındığı hatta tutuklandığı memleketimizde palalılar, katil zanlıları, hatta katiller hemen serbest bırakılıyor. Bu noktada ve bu sistemde benim hak aramam yersiz ve mantıksız geldi.

Sormak istiyorum, tüm güçlerin (siyaset, ekonomi, medya, polis, asker, hukuk) tek bir odakta toplandığı
bu distopyada biz isyan etmemek için daha ne kadar sabredebileceğiz? Umudumuzu neye bağlayıp, nasıl koruyacağız?

Not: Bütün Yahudiler İsrail askeri değildir, tıpkı bütün Müslümanların AKP yanlısı olmadığı gibi. Meryem Aybike Sinan'a önerim Filistin'i anlamak için Filistin'e gitmesi, böylece İsrail askerlerinin asla lacivert üniforma giymediği noktasından başlayabilir öğrenmeye. Eğer İsrail askerleri çok korkutucuysa, Taksim'e de teşrif edebilir, önce kendi memleketini anlamaya çalışabilir. Fakat direniş ruhunu ilk kez Filistin'de yaşamış, ilk gaz bombasını İsrail askerinden yemiş, 31 Mayıs'tan beri de Taksim'de epeyce bulunmuş biri olarak diyeceğim Türk polisinin hem de kendi vatandaşına karşı uyguladığı zulmün İsrail askeriyle yarışabilecek düzeyde olduğudur.

Thursday, July 22, 2010

Dünyanın En Zengin 144. Ülkesi Nepal'den

Kathmandu'da tarihi yerlerin, mabedlerin durumu diğer herşey gibi içler acısı. İçinde onlarca mabed bulunan Durbar (Saray) Meydanı bakımsızlıktan bitmiş durumda. Bilgisayar oyunlarında cehennemi andıran distopik sahneler gibi: Her köşebaşında bir zavallı, bir dilenci, ölü sezon olduğundan gördükleri her turiste yapışan rehberler, kokuşmuş balıklar satan satıcılar, resmen alenen ortalığa çömelip kakasını yapan bir çocuk, boylarının 5 katı kartonları çuvallara doldurup günü kurtarmaya çalışan gençler, baliciler, tinerciler, öylesine depresif bir ortam.

Durbar meydanına girmek için buranın standartlarına göre kallavi bir ücret ödeyince insanın beklenti düzeyi yükseliyor. Hadi diyorsun, etrafa takılmayayım, tarihe sanata sepete konsantre olayım ama o da yok! Binaların girişleri kilitlenmiş, önlerinde hiçbir açıklayıcı yazı yok, isimleri yok, elinde lonely planet tahmin etmeye çalışıyorsun, merdivenlerinde uyuyan evsizleri görmemeye çalışarak. Her yerin çöp dolu olması, leş gibi kokması ve maskeyle gezmek zorunda olmayı saymıyorum bile zaten bütün Kathmandu'da durum aynı...

Bu kabustan sonunda pes edip uzaklaşıyoruz ve ilk bulduğumuz lokantaya girip birşeyler yemeye çalışıyoruz. Hijyenin sıfır olduğunu unuttuğumuz sürece sorun yok; gayet lezzetli, genelde bizim mantının büyüğü olan momodan yiyoruz, bir de garip görünümlü tuhaf tatlı sebzeler, ama Antep'te kebaptan gına geldiğinden hiç şikayetçi değiliz.

Her gün mutlaka yağmur yağıyor ve batı işi yağmurluklar musona pek de dayanıklı değil, ben paso ıslanıyorum. Şehrin altyapısı olmadığından her yer her yağmurda çamur ve sel oluyor, birkaç saat içinde de kuruyor. Ben de sandaletlerle mütemadiyen içine çeşit türlü vücut atığı karışan bu sulara dalıyorum motorsikletlerden kaçarken, zira burda kaldırım henüz icat olmamış. Sonra da içme suyumdan gıdım gıdım bir köşede ayaklarımı yıkıyorum.

Menuka ve ekürisiyle her gün buluşuyoruz. Dün utana sıkıla odamızda duş alıp alamayacaklarını sordular. Malum suları yok. Tabii ki zıplayarak kabul ettik, iki kuruş faydamız olabilceği için. Menuka, kızkardeşi İsuri, erkek kardeşi Robin ve babaları Kathmandu'da yaşıyorlar birkaç yıldır. Anneleri ve diğer beş kardeşleri ise 150 kilometre uzakta bir köydeler. Yılda birkaç kez görüşebiliyorlar. Yollar kötü, bu kadarcık yol 5 saat sürüyor ve onlar için pahalı. Onlar gibi çok aile bu şekilde bölünmüş yaşıyor. Bir kısım okumak ve para kazanmak için şehre geliyor, diğerleri memlekette kalıyor. Okuyorlar, uğraşıp didinip bu çileyi çekiyorlar da sonunda iş bulabiliyorlar mı? Çok yüksek ihtimalle hayır! Mesela Montessori tarzı eğitim veren anokullarında öğretmenlik revaçtaymış bu ara, maaşı aylık 80 euro, ama öncesinde 2500 euro verip bir sertifika almak gerekiyor. Normal anaokulu öğretmenliğinin maaşı 40 euro ama cumartesi dahil çok uzun saatler çalışmaları gerekiyor.

Devlet işlerine girmek nerdeyse imkansız. Menuka'nın arkadaşı Binod, Dış İşleri'nin açtığı personel alım sınavına girmek için yüzlerce euro vermiş. Sınav bu pazar ve tam yüz bin kişi katılıyor. Toplam alınacak personel sayısı 12! Ve merak ederim acaba gerçekten o sınavın sonucuna göre mi belirlenir o kadroya alınacak kişiler, yoksa kodamanların akrabaları şimdiden takım elbise alışverişindeler midir?

Sağlık sistemi de bitik. Sosyal güvence yok. 10 bin kişiye bir doktor düşüyor! Geçenlerde karın ağrısıyla hastaneye giden köylü bir kadına ameliyat olması gerektiği söylenmiş. Kadının böbreğini bir güzel çalmış doktor, birkaç ay sonra kadın kalan böbreğin ağrısıyla başka bir doktora gidince, o doktor da yabancı olup durumu anlayınca olay medyaya yansımış. Fakat kötü doktorun hastanesindeki tüm doktorlar ve uzun kolları sayesinde olay örtbas edilmiş. Olayı bize anlatanlar, yabancı (Hollandalı) doktordan övgüyle bahsederken, ona duydukları minneti batıya genelliyorlar. Kendi devletlerine de insanlarına da güvenleri kalmamış.

Bugün Dış İşleri Bakanlığı'nın önünden geçerken yüzlerce kişiden oluşan uçsuz bucaksız bir kuyruk gördük kapıda. Öğrendik ki pasaport kuyruğuymuş. İnsanların ülkelerinden umutları kalmamış; işçi olarak, mülteci olarak, öğrenci olarak bir şekilde kaçmaya çalışıyorlar. Burada umut tükenmiş...

Diğer taraftan buradaki mültecilerin durumu hiç de fena sayılmaz. Bugün gittiğimiz Patan isimli şehrin merkezinde yine bir Durbar meydanıyla karşılaşınca direk planı değiştirip yakınlardaki Tibet Mülteci Kampı'na gittik ve dünyada iyi şeyler de oluyor diye sevindik. Kampın el sanatları ve halı merkezi müdürü yurtdışında olduğundan, bir muhasebeciden beklenmeyecek sevimlilikteki Karma Bey bizimle ilgilendi. Ailesi 100 sene önce Tibet'ten kaçıp Nepal'e gelmiş olan Karma, Nepal'de doğmuş, büyümüş bir mülteci. 1960'ta Swiss Deveopment Cooperation desteğiye kurulmuş bu kampta 1200 Tibetli mülteci yaşıyor. Nepal'in genelinde ise 20.000 Tibetli var. Ayrıca Afrikalı ve Afgan mülteciler de mevcut ama azınlıktalar.

İsviçre'nin bu örnek projesinde 200 kişi çalışıyor ve seri halde Tibet halıları dokuyup el sanatları üretiyorlar. Bir katta, desenler çizilip boyanırken, diğer tarafta kadınlar el emekleri, göz nurları, duaları ve şarkılarıyla bu halıları dokuyorlar. Böylece hem geçimlerini sağlıyorlar hem de kültürlerini devam ettirebiliyorlar. Merkezde dokunan halılar ve el sanatları internet sitesi aracılığıyla Almanya başta olmak üzere en çok Avrupa'ya satılıyor. (www.jhcnepal.com)

Merkezin hemen yanında kreş, ilkokul, huzur evi ve evler var. Nepallilerle ilişkiler iyi, ayrımcılık yok. Zaten herkes aynı çileyi çekiyor, kimsenin ayrımcılık yapacak takati yok!

Karma ayrıca Birleşmiş Milletler'in kamplarından da bahsetti, önümüzdeki günlerde onları da ziyaret edeceğiz. İnsan içindeyken dışarıdan bakamıyor, işi olunca yazamıyor galiba, Antep'te 9 ay mültecilerle çalıştım ve Türkiye'nin bu alanda ne kadar içler acısı bir halde olduğu gerçeği, bu gerçeğin otaya çıkardığı problemleri bir sistemsizlik / projesizlik / duyarsızlık / kanunsuzluk içinde çözmeye çalıştım. Hayatlarını bu işe adamış insanlardan çok şey öğrendim ve şimdi dünyanın her yerinde bu alanda çalışan insanlardan da çok şey öğrenebileceğimi görüyorum.

Kararık görünen içime aldanmayın, dünyayı ve gerçeklerini keşfettiğim için iyi hissediyorum aslında kendimi, sadece duygusal ağırlığı biraz yoruyor...

Wednesday, July 21, 2010

Asya'da İlk Durak: Kathmandu

“Namaste, welcome to Nepal” diyerek elimizi sıkan güleryüzlü vize memurlarıyla selamlaşırken nasıl bir yere geldiğimizin pek de farkında değiliz. Kathmandu havaalanı 60'lardan kalma: Görevlilerin kıyafetlerinden, dükkanlara, vantilatörlerden, bagaj arabalarına, tuhaf bir bezginlikle karışmış bir eskilik.

Kapının önüne çıkar çıkmaz turist- satıcı oyunu başlıyor. Otele götürmek isteyenler, bavulunu çekiştirmeye çalışanlar, ille de benim taksiye bin diyenler, how are you ne var you where are you from'lar, gelir gelmez bir basıyor insana. Beyazlığımız Avrupa'da kar etmediği gibi burda da başımıza bela oluyor.

Nepal fakirler fakiri bir ülke. Otuz milyonluk ülkenin yarısı günde bir doların altında yaşıyor. Yolsuzluk almış yürümüş, durmadan hükümet değişiyor, protestolar yalandan işliyormuş gibi yapan demokrasiyi adam etmeye yetmiyor. Sokaklar leş gibi, her yer kokuyor, insanlar maskelerle dolaşıyor hava kirliliğinden. Köşebaşlarında kurulmuş derme çatma kasaplar, inşaat içlerinde hamur kızartıp satanlar, dilenciler, her bir yandan her an fırlayabilen motorsikletler, 24 saat kesintisiz devam eden köpek havlamaları ve korna sesleri Kathmandu'da günlük hayatın vazgeçilmezleri. Bu arada sabah, öğle akşam günde en az 7-8 saat elektrik kesiliyor. Akıllara mistik bir huzur diyarı olarak yerleşen Kathmandu, aslında klasik bir üçüncü dünya getto metropolcüğü.


Kathmandu'ya gelen turistler genelde bu hengameyle çok muhattap olmuyorlar zira çok cüzzi miktarlara çok konforlu bir tatil yapmak mümkün. 8 dolara bile merkezde banyolu iki kişilik bir oda alınabiliyor, 3 liraya harika bir yemek yenebiliyor. Gelenlerin çoğu da hemen bir tur ayarlayarak şehirden uzaklaşıyor zaten; trekkinge, raftinge, kayakinge, parasailinge gidiyor.


Biz öyle şeyler yapmıyoruz. Milli parklara, dağlara, göllere gitmek istiyoruz ama önce burada ne olup bittiğini bir anlamak istiyoruz. Hem acelemiz yok. Uzun bir seyahate çıkmanın en güzel tarafı, herşeyi dakika dakika planlamak zorunda olmamak. Zor tarafı ise bir şey beğendiğinde hem paran az olduğundan hem de taşıyamayacağından alamamak, devamlı ne kadar harcadığına dikkat etmeye çalışmak, çünkü daha az harcadığın her kuruşla bir memleket daha görebileceğini hesaplamak.

Seyahat ederken yapmayı en çok sevdiğim şeyin en hardcore versiyonunu burda yapma şansımız oluyor, Nepalli bir ailenin evinde iki gün misafir oluyoruz. Kathmandu'nun merkezinde bir gecekondu mahallesinde (ya da normal, çünkü burada bütün evler böyle gibi) 3 katlı bir ev. Her katında odalar var, her odada bir aile kalıyor. Tuvalet, banyo ortak. Tuvalet, bir delikten ibaret, yıllardır temizlenmemiş, su yok. Banyoda bir lavabo bir de karşısında bel boyunda tek bir musluk var, duş falan yok. Mutfak sıva, ev sahibinin insafa gelince birkaç saat akmasına izin verdiği kuyu suyuna hasret tencereler, üzerlerinde hamam böcekleriyle yerlerde beklemede. Onlara, soyulmuş sebze kabukları ve haşerat eşlik ediyor. Burası aynı zamanda evin hasta babasının ve 9 yaşındaki Robin'in de odası. Demir bir ranza, üstünde yatak niyetine nevresimsiz güveli, pireli bir yorgan, ve yatakta sosyal güvencesi ve parası olmadığı için belki de basit bir enfeksiyondan onu yatalağa çeviren bir hastalıktan müzdarip, işsiz, 8 çocuğunu nasıl geçindireceğini düşünen zavallı bir baba.


Diğer odada dünya tatlısı iki kızkardeş: İsuri ve Menuka, yaşları 21 ve 25. İkisi de sosyoloji okuyorlar üniversitede. Kalan vakitlerinde çamaşır, bulaşık yıkıyorlar dökme sularla, akşam 9 da yatıp sabah 5'te kalkıp yogaya gidiyorlar manastıra, evlerine bir misafir geldiğinde dünyanın uzak köşelerinden, onlarla ilgileniyorlar. (bkz. couchsurfing)


Odada iki adet tahtadan baza bozması, üzerlerinde yatak niyetine birer battaniye, minicik bir dolap ve bir masa. Hayatlarında köylerinden ve Kathmandu'dan başka bir yer görmediklerinden fakir olduklarının farkında değiller. Yerlerde duvarlarda dolaşan böcekler, susuzluk, elektriksizlik, havasızlık, kirlilik, devamlı pirinç- patates yemek, onlara koymuyor. O yokluk içinde gözleri ışıl ışıl. Kendileri bilmediklerinden başka türlüsünü, bizim için de normal sanıyorlar.


Bu yolculuğa çıkarken çeşit türlü zorlukla karşılacağımızı biliyordum ve kendimi hazılıyordum da, daha gelir gelmez 5 metrekarede elektriksiz oturmak, 4 kişi uyumak, ya da tahtalar her yanına battığı için uyuyamak, böcekler içine kaçacak diye kıyafetlerinle hiç susmayan köpekleri dinleyerek bu insanların hayatlarını düşünüp karşılaştırmalar yapmak, çişin gelince fare de vardır, kesin vardır diye korkup sabaha kadar tuvalete de gidememek, ayıp olmasın diye bahsi geçen mutfak koşullarında pişen yemeklerden yemek zorunda kalmak, insanlar elleriyle yerken elinde olmadan tiksinmek ve bakamamak, sonra kendinden de tiksinmek yargıladığın için, dibi görünmeyen bir bidondan bulanık bir tas suyla elini yüzünü yıkamak, dişlerini fırçalamak ve tüm bunlardan yaşadığın şaşkınlığı ev sahiplerine çaktırmamaya çalışmak...


Diğer taraftan hayatlarında hiç zeytin yememiş insanlara zeytin tattırmak, ille de lokum ikram etmek, ev sahibi aksi Sürahi Nine Nepal edition'a sevimlilik yapıp suları açtırmak, babaya kalsiyum sandozu denetip “iyi gelecek” deyip placebo etkisiyle hakkaten adama iyi gelmesi, Aslı'nın adamın raporlarına bakıp sorunun ne olduğunu anlayıp basit antibiyotik tedavisi ile bu işin hallolacağını anlatmasıyla adamcağızın yaşadığı sevinç, komşularla, köyden gelen akrabalarla tanışmak, daha uzaktakilerle 2 kelimecik de olsa telefonda konuşup, karşılıklı gülme krizine girmek, Robin'in okuluna gidip kapısız penceresiz devlet okulu nasıl oluyormuş görmek ve öğretmenlerden birinin katakullisiyle bir sınıfa 20 dakika öğretmenlik yapmak, İngilizce şarkı öğretmek, geç kalanlara şakacıktan fırça atıp çocukları güldürmek, tarif edilmez bir deneyim ve mutluluktu.


Hayatta yoğun deneyimler mutlaka çift taraflı oluyor, benim için de bu 4 gün zorlukları, mutlulukları, şaşkınlıklarıyla öyle oldu. Balici çocuklardan kaçıp, ara sokaklarda kaybolarak, kazıklanarak, rupi- tl hesapları yaparak, bir ishal, bir kabız olarak, bir sonraki günü planlamaya çalışarak bir süre daha Kathmandu'dayız. Sonra dağlara, köylere giderek derinlemesine Nepal'i keşfe devam.


Sana da Namaste Nepal, hoşbulduk!





Wednesday, June 09, 2010

Son Baskı

Sözümü tutamadım. Antep'te yazamadım, hatta okuyamadım da. Burada çok ilginç bir 9 ay geçirdim ve pek yakında temelli ayrılıyorum. Birkaç hafta İstanbul'da kaldıktan sonra Antep'in bana kazandırdığı en güzel şeylerden Aslı'yla, 8 aydan az olmamak kaydıyla paramızın yettiği kadar sürecek olan Asya kıtasının büyük bir bölümünü içine alan kocaman, heyecan verici, ucu sonu belirsiz bir seyahate çıkıyoruz.

Oralarda yazacak mıyım, bilmiyorum. Bu seyahatte olabildiğince plansız ve rahat olmak istiyorum. Rüzgar nereden eserse oraya gitmek, savrulmak, şaşırmak, yorulmak, zayıflamak, öğrenmek, yeni insanlar tanımak, eğlenmek, sonuna kadar merakımın peşinden gitmek istiyorum. Onun için söz veremiyorum.



Güzel bir haberle ayrılıyorum buralardan. Bu blogda büyük bir kısmını yayınladığım Filistin günlükleri kitaplaştı ve dün KırmızıKedi yayınevi tarafından yayınlandı. Kitabın adı Filistin'e Gitmek. Kitabın baskıya gittiği gece İsrail'in gemi baskınını düzenlemesi garip bir tesadüf oldu. Sanırım kitabın anateması olan Filistin'e gitmek, İsrail'le ilişkilerin şu anki durumu itibariyle pek mümkün olmayacak. Belki de ben de bir daha hiç gidemeyeceğim. Bunları düşününce çok üzülüyorum ama siyaset isimli oyunda dengelerin geceden güne değişebildiğini hatırlayınca yeniden umutlanıyorum.


Kitap, blogu takip eden çoğu kişinin bildiği üzere 2006, 2007 ve 2008 yıllarında Filistin'e yaptığım 3 seyahatte tuttuğum günlüklerden oluşuyor. Kitabın son 16 sayfasında da bu seyahatlerden çeşitli fotoğraflar var.

Keyifli okumalar...

Selma

Friday, December 04, 2009

Yeni Yerlerde ve Yeni Zamanlarda Yeniden Başlamak, Yeniden Yazmak

Fark ettim ki ne zamandır yazmıyorum bloguma. Farkındaydım da erteliyordum hep. Sanki çok büyük birşeyler olması gerekiyormuş gibi yazmak için ya da doğru zamanı bekleme... Bahaneler...Ertelemeler... Zaman geçiyor, hem de çok hızlı. En son Şubat'ta yazmışım. O zamandan bu zamana köprünün altından çok sular aktı.

Yüksek lisans tezimi sonunda bitirdim: Resmi Söylemden Kültürel Kimliğe: Türkiye'de Seküler Milliyetçilik.

Çok uğraştım, bir saha araştırması, bazı kısımları çok keyifli ama çoğu zaman özellikle disiplin gerektiren okuma, not alma, referans gösterme kısımları işkenceydi. Çok yoruldum. Ama sonunda güzel bir çalışma oldu bence, içime sindi.

Bu iş bittikten sonra, epeyce hayalini kurduğum kurumsuz, sorumluluksuz zaman dilimine yaklaştım ama ne yapacağımı bilemedim. Biraz gezdim, biraz dinlendim, biraz eğlendim, ne yapmak istediğimi düşündüm. Bir yandan da her okul bitiren sudan çıkmış Türk genci gibi sağa sola CV göndermeye başladım, bazıları beni kabul etse de gitmeyeceğimi bile bile...

Asıl istediğim birkaç ay Asya’ya gitmek, önce kafayı dağıtmak, sadece Türkiye'de değil dünyada da yaşadığımı fark edip tadına varmak, sonra da kafayı toparlayıp uzun vadeli bir hayat planı yapmaktı. Bu kadar uzun süreli ve kapsamlı bir seyahat için yeterince param olmadığından bu planı erteledim. Allah'ın sevgili kuluyum ki karşıma ucuz bir bilet çıktı yine de, Ceren'ciğimle atlayıp Çin'e gittik 10 gün Mayıs'ta, inanılmaz güzel geçti. Çin beni çok şaşırttı. Döndüm ve yazmadım, zaten İran'ı da yazmamıştım, sonra Suriye'yi şimdi Hırvatistan'ı da yazmadım. Ayıp bana, çok ayıp...

Döndüm, yine İstanbul. Artık doyduğum ve bıktığım İstanbul. 4 güzel sene geçirdim. Amerika'dan döndükten sonra hiç aklımda olmayan bir şekilde harika insanlarla tanıştım, hayatımda yepyeni pencereler açıldı. Aile, arkadaşlar, konferanslar, festivaller, konserler, akademi, müthiş dinamik Türkiye gündemi, dolu dolu geçti, ama yetti. Miyadını doldurdu. En azından bu dönemde artık bu şehirden öğrenecek birşeyim kalmadığını düşünmeye ya da başka yerlerde öğreneceklerimin/ yaşayacaklarımın daha değerli olduğuna inanmaya başladım. Gitmeye karar verdim.

reliefweb.com üzerinden gönüllü ya da maaşlı çok iş aradım. Malesef İngilizce'den başka bir dil bilmediğim için ve insani işlerde uzun süreli deneyimim olmadığı için çoğuna başvuramadım bile. Üzüldüm, çünkü en çok istediğim şeydi bu. Bir şekilde insan ve yardım odaklı bir işte çalışıp, uzaklarda yaşamak...

Umudumu kaybetmedim ama bir yandan Türkiye'de de işlere başvuruyordum. Bir tanesi Bodrum'da çok lüks bir butik sanat otelinde çocuk kulübü müdürlüğüydü, otelde kalacaktım, haftada bir gün iznim olacaktı ve işim günde 3-10 çocuğu eğlendirmekti. Süratle kabul ettim ve iki gün içinde atlayıp gittim, daha önce tü kaka diyip (günübirlik bir defa hariç) hiç gitmediğim Bodrum'da 2.5 ay geçirdim. Çok ilginç insanlarla tanıştım, turizm işini öğrenmeye başladım, denizin dibinde yaşamanın güzelliğini keşfettim, dolu dolu geçti zaman. Az acı, bol tatlı zamanlar...

Paramı biriktirdim. Planımı yaptım. Amerika'ya gidecektim. 4 senedir özlediğim herkesi görecektim. Hazırlandım, vizemi almak için Ankara'ya gittim. Tam da o gün daha önce başvurduğum ama Bodrum'daki işi kabul ettiğim için yazın beni aradıklarında gidemediğim bir iş- psikolog olarak mültecilerle çalışma- tekrar karşıma çıktı. Amerikan Elçiliği'nin pek yakınında bulunan Sığınmacılarla ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği'ne gittim. "Antep, hemen şimdi!” dediler. Tam vize randevumdan 1 saat önce! Kafam allak bullak gittim, 10 yıllık vizemi aldım, bir de derin nefes aldım, birkaç gün müsaade istedim düşünmek için, izin de istedim Amerika için ama olmadı.

O birkaç gün aradan geçti, ben Amerika'dan vazgeçtim, onlar da beni kabul etti, valizi toplayıp Antep'e attım kendimi.

Ankara'dan otobüsle gelirken, yanağım cama yapışmış, uyandım. Bir kişiyi bile tanımadığım bu şehirde, kim bilir neler yaşayacaktım. Gaziantep tabelasını gördüğüm ilk an ürperdim: Bu kez gezmeye değil yaşamaya geliyordum! Sevdiklerimin çoğunun bulunduğu İstanbul’dan 1300 kilometre uzakta! Bir derin nefes daha aldım, kocamanlar kocamanı valizimi sürükleye sürükleye işyerime geldim. Sonra tesadüfler birbirini kovaladı, yine güzel insanlar sayesinde birkaç saat içinde geçici kalacak yer ve kalıcı ev buldum.

Yeni bir dönem başlamıştı. Beklenti düzeyim düşüktü. Adanmış bir şekilde mültecilerle çalışmak için gelmiştim. Öğrenecek, yapacak çok şey vardı ve ben hazırdım. Yıllardır ilgilendiğim Ortadoğu ve mülteci konusuyla ilgili yazmak ve fotoğraf çekmek değil de çalışmak ve bir işe yaramak çok anlamlı geliyordu. İnsanlarla ve hikayeleriyle tanışmaya başladım: Afganistan’dan, Irak’tan, Filistin’den ve daha 24 ülkeden insanlar.

Kendi ülkelerinde doktorken, ressamken birden bire ellerinde olmayan sebeplerden, savaşlardan dolayı ülkelerini terk etmek zorunda kalmaları, sevdiklerini kaybetmeleri, üstüne üstlük burada çok uzun süre çeşit türlü sorunla karşı karşıya kalmaları, hayatta kalma mücadeleleri çok iç burkucuydu. Bir yandan moralimi yüksek tutmaya çalışırken bir yandan da arada dayanamayıp açıyordum çeşmeleri kendi kendime kaldığımda.

Evime yerleştim, seyahat için biriktirdiğim bütün paralarımı eve harcadım, ilk defa kendime ait bir evim olduğu için, anlamlı bulduğum bir işi yaptığım için, yeni bir şehirde yaşadığım için çok heyecanlıydım.

Can arkadaşlarım da beni yalnız bırakmadılar. Akın akın gelip ziyaret ettiler beni burada sağolsunlar. Burada da yeni can arkadaşlar edindim. Herşey yavaş yavaş rayına oturmaya başladı. Dolu dolu 10 hafta geride kaldı.

Sonbahar gelemeden kış geldi Antep’e. Islak ve karanlık. Yazacak vakit olacak, umarım ilham da olur ve hem uzun zamandır ertelediğim seyahat yazılarımı hem burada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hem de çoğumuzun pek bilmediği mülteci konusunu derinlemesine anlatabilirim…

Bakalım daha neler göreceğiz bu hayatta...

Thursday, February 26, 2009

The Journey of Resistance Through Music in Palestine: Slingshot Hip Hop


"You want me to go to the law? What for? You're the Witness, the Lawyer, and the Judge!" says the Arab-Israeli hip hop band DAM, referring to the injustice Palestinians facing. Like the other hip hop bands in the region, DAM uses its melodies and lyrics as a form non-violent weapon. To get out the anger, to start a new form of resistance or simply to keep the youth away from extremism, hip hop seems to be the right way in the Palestinian journey.



In her film Slingshot Hiphop, Saloum tells us the story of hip hop bands in different regions of Palestine and Arab cities of Israel. All bands seen in the film live close to each other but most of them are not allowed to travel outside their city. Through music, they transcend the borders and get permission to perform concerts in other cities and get a chance to meet other hip hop bands. Even though the occupation leaves too little room for creative expressions of resistance, hip hop invents a new path by combining the history of the conflict, music and the daily life which is always affected by politics.



The documentary has a smooth but multidimensional narrative: One minute it feels like a Palestine- Israel introduction class with illustration of the map with the refugee camps, the other it is an MTV reality show revealing different music bands. Succesful on entertaining and educating at the same time, the film makes you feel what is it like to be there.



Slingshot Hophop is an eye opener to see what is going on behind the scenes and between the lines in Palestine while following the rappers, you will see collapse of stereotypes about Palestinian youth, family life and of course music. And it is going to remind you one more time: There is always hope for justice.



I was lucky to meet director Jackie Reem Saloum in Istanbul and had the privilege of spending one full day together. We toured Istanbul, discussed politics, talked about travelling and I asked her a few questions about the film.

Saloum shows us Palestine from a different angle with Slingshot Hip Hop. We talked about how music became a medium for resistance for the new Palestinian generation, and how to break the stereotypes of Arabs.


In Slingshot Hip Hop we see a portrait of Palestine and Palestinian youth that is different from what we are used to. Why did you choose this way to talk about a country which is usually only discussed in terms of its politics?



The Israeli occupation of Palestine, which has been going on for 60 years, is especially restrictive on the lives of young people, and kills their hopes. The rap groups that I discovered in 2002 are using music as a means of resistance. The way that the occupation and resistance affects the young generation’s life is usually ignored. Slingshot Hip Hop tries to show young people, music and resistance blended with the details of daily life.



One of the interesting points about the movie was the way it changed the perceived image of Arabs, and showed the meaning of women, family and hip hop in Palestinian society. How did you manage to capture these details?



The filming took 5 years, and we shot 700 hours of video. Since my mother is Palestinian, I am familiar with the social structure of Palestine and I wanted to show how different it is from how it is presented in the media. The fact that people of all ages come to the rap concerts, the support that musicians get from their families, the expressive force of the women - these things have usually been kept in the background of Palestine case. I tried to express these details, which actually form the basis of the resistance, together with the new medium of this resistance, the music.


Slingshot Hip Hop will be screened at AFM CEPA in Ankara (Eskişehir Road, across the street from METU) on 1 March, 2009 at 19h00


First photo, the band PR from Gaza (from sundance channel)

The other photos by M. Murat Kocaağa