Fark ettim ki ne zamandır yazmıyorum bloguma. Farkındaydım da erteliyordum hep. Sanki çok büyük birşeyler olması gerekiyormuş gibi yazmak için ya da doğru zamanı bekleme... Bahaneler...Ertelemeler... Zaman geçiyor, hem de çok hızlı. En son Şubat'ta yazmışım. O zamandan bu zamana köprünün altından çok sular aktı.
Yüksek lisans tezimi sonunda bitirdim: Resmi Söylemden Kültürel Kimliğe: Türkiye'de Seküler Milliyetçilik.
Çok uğraştım, bir saha araştırması, bazı kısımları çok keyifli ama çoğu zaman özellikle disiplin gerektiren okuma, not alma, referans gösterme kısımları işkenceydi. Çok yoruldum. Ama sonunda güzel bir çalışma oldu bence, içime sindi.
Bu iş bittikten sonra, epeyce hayalini kurduğum kurumsuz, sorumluluksuz zaman dilimine yaklaştım ama ne yapacağımı bilemedim. Biraz gezdim, biraz dinlendim, biraz eğlendim, ne yapmak istediğimi düşündüm. Bir yandan da her okul bitiren sudan çıkmış Türk genci gibi sağa sola CV göndermeye başladım, bazıları beni kabul etse de gitmeyeceğimi bile bile...
Asıl istediğim birkaç ay Asya’ya gitmek, önce kafayı dağıtmak, sadece Türkiye'de değil dünyada da yaşadığımı fark edip tadına varmak, sonra da kafayı toparlayıp uzun vadeli bir hayat planı yapmaktı. Bu kadar uzun süreli ve kapsamlı bir seyahat için yeterince param olmadığından bu planı erteledim. Allah'ın sevgili kuluyum ki karşıma ucuz bir bilet çıktı yine de, Ceren'ciğimle atlayıp Çin'e gittik 10 gün Mayıs'ta, inanılmaz güzel geçti.
Çin beni çok şaşırttı. Döndüm ve yazmadım, zaten İran'ı da yazmamıştım, sonra Suriye'yi şimdi Hırvatistan'ı da yazmadım. Ayıp bana, çok ayıp...
Döndüm, yine İstanbul. Artık doyduğum ve bıktığım İstanbul. 4 güzel sene geçirdim. Amerika'dan döndükten sonra hiç aklımda olmayan bir şekilde harika insanlarla tanıştım, hayatımda yepyeni pencereler açıldı. Aile, arkadaşlar, konferanslar, festivaller, konserler, akademi, müthiş dinamik Türkiye gündemi, dolu dolu geçti, ama yetti. Miyadını doldurdu. En azından bu dönemde artık bu şehirden öğrenecek birşeyim kalmadığını düşünmeye ya da başka yerlerde öğreneceklerimin/ yaşayacaklarımın daha değerli olduğuna inanmaya başladım. Gitmeye karar verdim.
reliefweb.com üzerinden gönüllü ya da maaşlı çok iş aradım. Malesef İngilizce'den başka bir dil bilmediğim için ve insani işlerde uzun süreli deneyimim olmadığı için çoğuna başvuramadım bile. Üzüldüm, çünkü en çok istediğim şeydi bu. Bir şekilde insan ve yardım odaklı bir işte çalışıp, uzaklarda yaşamak...
Umudumu kaybetmedim ama bir yandan Türkiye'de de işlere başvuruyordum. Bir tanesi Bodrum'da çok lüks bir butik sanat otelinde çocuk kulübü müdürlüğüydü, otelde kalacaktım, haftada bir gün iznim olacaktı ve işim günde 3-10 çocuğu eğlendirmekti.
Süratle kabul ettim ve iki gün içinde atlayıp gittim, daha önce tü kaka diyip (günübirlik bir defa hariç) hiç gitmediğim Bodrum'da 2.5 ay geçirdim. Çok ilginç insanlarla tanıştım, turizm işini öğrenmeye başladım, denizin dibinde yaşamanın güzelliğini keşfettim, dolu dolu geçti zaman. Az acı, bol tatlı zamanlar...
Paramı biriktirdim. Planımı yaptım. Amerika'ya gidecektim. 4 senedir özlediğim herkesi görecektim. Hazırlandım, vizemi almak için Ankara'ya gittim. Tam da o gün daha önce başvurduğum ama Bodrum'daki işi kabul ettiğim için yazın beni aradıklarında gidemediğim bir iş- psikolog olarak mültecilerle çalışma- tekrar karşıma çıktı. Amerikan Elçiliği'nin pek yakınında bulunan Sığınmacılarla ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği'ne gittim. "Antep, hemen şimdi!” dediler. Tam vize randevumdan 1 saat önce! Kafam allak bullak gittim, 10 yıllık vizemi aldım, bir de derin nefes aldım, birkaç gün müsaade istedim düşünmek için, izin de istedim Amerika için ama olmadı.
O birkaç gün aradan geçti, ben Amerika'dan vazgeçtim, onlar da beni kabul etti, valizi toplayıp Antep'e attım kendimi.
Ankara'dan otobüsle gelirken, yanağım cama yapışmış, uyandım. Bir kişiyi bile tanımadığım bu şehirde, kim bilir neler yaşayacaktım. Gaziantep tabelasını gördüğüm ilk an ürperdim: Bu kez gezmeye değil yaşamaya geliyordum! Sevdiklerimin çoğunun bulunduğu İstanbul’dan 1300 kilometre uzakta! Bir derin nefes daha aldım, kocamanlar kocamanı valizimi sürükleye sürükleye işyerime geldim. Sonra tesadüfler birbirini kovaladı, yine güzel insanlar sayesinde birkaç saat içinde geçici kalacak yer ve kalıcı ev buldum.
Yeni bir dönem başlamıştı. Beklenti düzeyim düşüktü. Adanmış bir şekilde mültecilerle çalışmak için gelmiştim. Öğrenecek, yapacak çok şey vardı ve ben hazırdım. Yıllardır ilgilendiğim Ortadoğu ve mülteci konusuyla ilgili yazmak ve fotoğraf çekmek değil de çalışmak ve bir işe yaramak çok anlamlı geliyordu. İnsanlarla ve hikayeleriyle tanışmaya başladım: Afganistan’dan, Irak’tan, Filistin’den ve daha 24 ülkeden insanlar.
Kendi ülkelerinde doktorken, ressamken birden bire ellerinde olmayan sebeplerden, savaşlardan dolayı ülkelerini terk etmek zorunda kalmaları, sevdiklerini kaybetmeleri, üstüne üstlük burada çok uzun süre çeşit türlü sorunla karşı karşıya kalmaları, hayatta kalma mücadeleleri çok iç burkucuydu. Bir yandan moralimi yüksek tutmaya çalışırken bir yandan da arada dayanamayıp açıyordum çeşmeleri kendi kendime kaldığımda.
Evime yerleştim, seyahat için biriktirdiğim bütün paralarımı eve harcadım, ilk defa kendime ait bir evim olduğu için, anlamlı bulduğum bir işi yaptığım için, yeni bir şehirde yaşadığım için çok heyecanlıydım.
Can arkadaşlarım da beni yalnız bırakmadılar. Akın akın gelip ziyaret ettiler beni burada sağolsunlar. Burada da yeni can arkadaşlar edindim. Herşey yavaş yavaş rayına oturmaya başladı. Dolu dolu 10 hafta geride kaldı.
Sonbahar gelemeden kış geldi Antep’e. Islak ve karanlık. Yazacak vakit olacak, umarım ilham da olur ve hem uzun zamandır ertelediğim seyahat yazılarımı hem burada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hem de çoğumuzun pek bilmediği mülteci konusunu derinlemesine anlatabilirim…
Bakalım daha neler göreceğiz bu hayatta...