Monday, November 19, 2007

Kızarmış Yeşil Domatesler Kars’ta

9 Kasım Cuma, geceyarısını biraz geçe, Yeşilköy havaalanına doğru yoldayım. 2 yıldır görmediğim kuzenim, alt üst olan hayatını sorgulayıp kendini bulmak üzere yine Türkiye’ye geliyor Bush’un ülkesinden. Her dibe vuruşunda annanesinin evinde buluyor kendini, sıcacık aile ortamındaki nostaljik konuşmalar ve otantik yemekler unutturuveriyor acı hataları. Geldiğinde yorgun, inanılmaz ama tam 45 kilo vermiş. 2’de evdeyiz. Türkiye’nin durumundan kızının ilk kelimelerine, kapitalizmden sufizme, Afrika’nın bölgesel farklılıklarından akademik hayata binlerce konuyu hallediyoruz ekmek köftesi eşliğinde. Sabah 6:30’da 24 saatlik uykusuzluğun verdiği enerjiyle yine yoldayız. İstikamet Sabiha Gökçen Havaalanı. Uluslar arası Gezici Film Festivali’ne katılmak üzere Kars’a gidiyorum. 3 gün önce, aslında organizasyona dahil olmadığımız halde bir anlık dört yollu gaz sonucu, Aslıhan, Beril, Dilek ve ben düşüyoruz yola. Oteller dolu olunca Beril’in babası giriyor devreye ve ortağının arkadaşı olan hatrı sayılır bir ağanın şehir merkezindeki muhteşem konağını tahsis ediyor bize.

08:30, havaalanındayız, 6 milyonluk çaylarımızı yudumlarken neşeliyiz. Neler yapacağımızdan, aman da bu seyahatin pek iyi denk geldiğinden bahsediyoruz. Nisan’da katıldığımız Nisi Masa projesinden arkadaşların da geldiğini öğrenince iyice neşeleniyoruz.

10:00, yavaş yavaş uçağa doğru gidiyoruz. Ortalıkta haberler dolaşıyor, Kars’ta havanın kötü olduğuna dair ama önemsemiyoruz.

10:45, 15 dakika önce havalanması gereken uçak hala yerde. Önce kaptan biraz beklememiz gerektiğini söylüyor. Sona kabin görevlileri bu beklemenin uzun süreceğini söyleyip transit salona alıyorlar bizi. Kötü haberi alıştıra alıştıra veriyorlar. Saat 11.10’da kötü hava koşulları nedeniyle uçuş iptal ediliyor. Alternatif? Bir sonraki uçuş? Açıklama? Yok! Trenle giden arkadaşlarımızla dalga geçerken, kendi başımıza geleceklerden habersiziz. Her defasında eleştirince başımıza geleceğini biliyoruz ama yine de devam ediyoruz yapmaya.

11:30, 6 milyonluk çaylardan birer tane daha söylüyoruz. Aslıhan’ın şikayeti yok, çay olduktan sonra strese lüzum yok. Ben Beylikdüzü’ne nasıl geri döneceğimi düşünürken, Dilek THY’ye çıkışıyor, Beril ‘Trabzon’a ya da Erzurum’a gitsek nerde kalırız’ın peşinde. Bu sırada yan masada iki “ecnebi” oturuyor, Kars’a ağa ziyaretine gitmedikleri çok açık, onlar da festival yolcusu. İki kızkardeşten Stephanie senarist, Celine yönetmen. Onlarla ne yapsak diye konuşurken başka bir yan masadan bir cengaver hatunun sesi geliyor: “Tamam Falan Bey, özel uçak demek ulaştırma bakanı, Kars, festival, Atatürk Havaalanı” diye bir şeyler duyuyoruz. CNN Türk’ten bir basın mensubu bu, en dişlisinden. “Atatürk’ten de kalkmamış Kars uçağı ama orada bekleyen 50 kişi varmış, onların yanına gidelim, Ulaştırma Bakanı özel uçak kaldıracakmış” diyor. Hemen tav olup, İsveçli kızkardeşleri de alarak atlıoruz taksilere, 30 dakika sonra Yeşilköy’deyiz. Ankara Film Derneği Müdürü Ahmet Bey sevgiyle karşılıyor bizi. “Siz oturun ben size haber vereceğim” diyor. İç Hatlar’ın boğucu kafesinde 11 milyonluk sandviçlerimizi yerken umutluyuz. 2 saat sonunda hala haber gelmeyince, İsveçliler’i karşıma alıp başlıyorum anlatmaya, Ermeni meselesinden girip, başörtüsü sorunundan çıkıyorum. Onlar merak ettikçe ben daha çok anlatıyorum. Bilmiyorum ki ertesi gün bu konulardan esinlenip film çekecekler ben de başrolde oynayacağım! Hayat böyle bir şey işte…

Saat 2 mi 5 mi öyle bir şey oluyor. Uykusuzluk ve belirsizlik, stres ve umutsuzluğa dönüşmek için fırsat kolluyor. Zaman mefhumu kayıplarda… Sonunda haber geliyor, 19:45’te Erzurum’a gidiyoruz. Oradan da otobüsle Kars’a gideceğiz. Zaman mefhumu geri geliyor. Saat 3.30muş. 11 milyonluk sandviçlerden tekrar yemek istemediğimizden, 10 kişilik bir öğrenci tayfası halinde dış hatlar Burger King’e doğru yol alıyoruz. (Oluyor bazen, yoksunluk, sosyal kabul, mecburen). CNN’ci ablanın pek gönlü yok Burger’da, her yere uzanabilen uzun kollarıyla çakıyor bir telefon, hepimize bir güzellik yapıp, TİKE isimli tiki restoranda yemek ısmarlatıyor. Gün batarken, inip kalkan uçakları seyrederek nezih bir akşam yemeği yiyoruz. Tanıdıklar görüyoruz, daha iyimser konulara geçip Aydın Doğan’ın Romanya’daki televizyonlarından ve Türk Sineması’ndan bahsediyoruz.

19:30, tekrar uçaktayız. Her an iptal olabileceği ihtimaline kendimi hazırlamak için elim kemerimde bekliyorum. Ve 19:45’te kalkıyor uçak. Aslıhan ve Beril eşgüdümlü olarak Orhan Pamuk Kar’ı okuyorlar, ben yine Lombak, Dilek uyku peşinde.

22:00, Erzurum Havaalanınayız. Hava süper soğuk. Dışarıda bizi bekleyen otobüse biner binmez kafayı koltuğa vurup sızıyorum. Bir zaman sonra Aslıhan dürterek uyandırıyor gökyüzünü göstererek. Şimdiye kadar yalnızca bir kere Kelebekler Vadisi’nde gördüğüm güzellikte bir yıldız şöleni var yukarıda. Karlı dağların arasında, üzerinde, işlenmiş gibi ahenk içinde milyonlarca yıldız. Aslıhan heyecan içinde. Yarı baygın bakıyorum yukarı, büyülenip tekrar dalıyorum uykuya, Aslıhan yine dürtüyor, yine bakıyorum, yine düşüyorum. Bir süre sonra otobüs aniden durup U çekiyor ve geri gitmeye başlıyor. Bizim ekibin devamını taşıyan arkamızdaki minibüs yolda kalmış. 20 dakika geri gittikten sonra -18 derecede halay çeken bir güruhla karşılaşıyoruz. Donmamak için hareket etmeye ya da donarken mutlu olmaya falan karar vermişler herhalde, otobüse atlıyorlar, gidiyoruz.

02:15, normalde 2 saat sürmesi gereken yol, 4 saat 15 dakika sürüyor. Herkesle birlikte otelin önünde inip ağamızın adamı Hacı’yı arıyoruz. Vın diye geliyor, Asmalı Konak’aki Kirve’ye benziyor. Bagaj donmuş, açılmıyor, bavullarımızı kucaklayıp konağa gidiyoruz. Ağa uykusundan kalkıp buyur ediyor bizi. Hatırlayamadığım ufak bir sosyalleşme sohbeti sonrası bir daha görmüyoruz kendisini. “Konak sizin, takılın” minvalinde bir şey söyleyip kayıplara karışıyor. 3’te dalıyoruz uykuya. Niyetim 9’da uyanıp, Kars’ta 10 Kasım törenlerini izlemek ama vücudum itiraz ediyor, 10’a kadar uyuyorum.

Kaymaklı, kaşarlı, ballı bir Kars kahvaltısından sonra konağı geziyoruz. 150 senelik konak, işgal sırasında şehirdeki birçok bina gibi Ruslar tarafından yapılmış. İçinde bi sürü bi sürü odalar var. Özenle döşenmiş. Normalde kalan yokmuş burada, misafirhane olarak kullanılıyormuş. Konaktan çıkınca tam karşıda Rus konsolosluğu var. Yer yön bilmeden, spontane başlıyoruz yürümeye. Yollar taş ve geniş. Seksen bin nüfuslu şehir soğuk ve güçlü bir şekilde hissettiriyor kendini. Bir sokak arasındaki bedesteni fotoğraflamaya çalışırken, gaipten bir amca bitiyor dibimde 1955 basımı bir Kars Zaferi kitabı tutuşturuyor elime. Şüpheyle baktığımı görünce “hediye, para istemiyorum” diyor, sürekli ayar, sürekli ayar!

Cumhuriyet Caddesi üzerinde yürüyoruz. Köşeyi dönünce Atatürk İlkokulu var. Biraz ileride Cumhuriyet Lisesi, onun hemen ilerisinde Fevzi Paşa Lisesi, sonra yine bir Cumhuriyet yine bir Paşa. Yüzyıllardır Ermeni, Rus ve Kürt şehri olmuş böyle kozmopolit bir yer, az biraz daha kültürel çeşitliliğini yansıtsa, az biraz daha az militarist ve siyasi olsa, buram buram kafamıza gözümüze sokmasa unutur muyduk buranın Türkiye olduğunu?

Dolanıp dururken Valiliğin önüne geliyorum. 10 Kasım için çelenkler, yarıya inmiş bir bayrak ve iki asker var. 10 Kasımlara gitmeyip de duygulanmayalı 10 sene oldu herhalde diye geçiriyorum içimden. Liseden sonra bir yolunu bulup devam ettirmeliler aslında işyerlerinde falan bu geleneği, maazallah insan vatan haini falan olabiliyor. İlkokul günlerim geliyor aklıma. İstiklal marşını söylerken, Türk Bayrağı’na bakıp da nasıl da gözlerimin dolduğunu, haftada üç gün andımızı okuduğumu, “Türküm, Doğruyum” diye bağırırken damarlarımdaki asil kanın nasıl da kalbime pompalanıp beni heyecanın doruğuna ulaştırdığını…Asil kanın değil ama Türk Milli Eğitim sisteminin anti analitik düşünce sisteminin iliklerimde dolaştığı o zamanlar geçip de, bugünleri gördüğüm için mutlu oluyorum. Atatürk’e saygılarımı sunarken askere yaklaşıp “fotoğraf çekebilir miyim” manasında bir işaret çakıyorum. “Çaktırmadan” bab’ında sallıyor başını. Yaklaşıp çekiyorum fotoğraflarını. Bir tanesi “Bizim de alma şansımız olur mu bunlardan” diyor. “E-mailınız varsa göndereyim” diyorum. Adresi veriyor: mahkum**16°hotmail.com diyor. Tebesüm ediyorum…

Birkaç saatlik huzurlu şehir turundan sonra Kars Sanat Merkezi’ndeyiz. 3.5 sene Beytepe’de okuyup da YOL’u seyretmemiş olmak nasıl bir duygudur ancak Beytepe’deki tikiler, olmayan İslamcılar ya da benim gibi deprem sonrası travma geçirip her şeye ilgisini kaybetmiş olanlar bilir. Kısmet bugüneymiş diyerek heyecanla seyrediyoruz filmi. Tamam o döneme ve o şartlara göre başarılı bir film ama yarım bırakılan hikayeler, her konudan her öğeden bir şeyler katmaya çalışıp bütünlüğü kaybetme, tam bir duruş belirleyememe ve Kürt kültürünü birilerine göre gerçekçi bana göre olumsuz yanlarını vurgulayıcı bir bakışla anlatan sorunlu bir film bu. Kısacası “overrated”. Ne yasaklanmasını gerektirecek bir durum var, ne de solcuların ölümüne sahiplenmesini gerektirecek bir anlam yükü.

Film sonrası 2.5 saatte bir tecelli eden açlığımızı bastırmak için hemen köşebaşındaki konağımızdayız. Biraz sonrasında ise film üzerine tartışmayı dinlemek üzere Kars Sanat Merkezi’nde tekrar. Oturum başkanının Hasan Bülent Kahraman olması göz doldurucu. Şu kadar işinin ve akademik derdinin arasında zaman ayırıp gelmiş. Oturumun diğer konuşmacıları çeşitli eleştirmenler, Tarık Akan ve filmin montajını yapan Fransız bir teyze. O kadar teknik detay anlatıp, mazeretlere sığınarak filmi övmekle geçiyor ki tartışma, o kadar bir arka plan v bilinmeyen yönler anlaşılmayan noktalara açıklık sağlamıyor ki hayal kırıklığımda haklı olduğumu görüyorum. Bir kişi de Yılmaz Güney’in neden bu hikayeyi anlatmak istediğinden, Şerif Gören’in nelerden beslendiğinden, vurgularından bahsetmiyor. Varsa yoksa Tarık Akan’ın at sahnesinin zorluğu, Cannes’a yetiştirmek için filmin bilmem ne kadarının kesilmiş olduğu konuşuluyor. Tamamlamadan çıkıyoruz.

Salonun dışında EBRU isimli bir Türkiye Kültürel Çeşitliliği Sergisi var. Atilla Durak isimli insan, Türkiye’yi diyar bucak gezip, binbir kültürden kareler getirmiş, New York’ta, İstanbul’da ve Kars’ta sergiliyor. İçlerinde Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, Sünni Türkler var. Her şey tamam da her fotoğrafın altında şöyle tanımlamalar var: Ermeni, Hatay; Süryani, Mardin; Sünni Türk, İstanbul. İyi güzel de bey ağabeycim, sen biz bunları unutmayalım, bunlar da var derken, hayvan türü gibi sınıflamak da neyin nesi? Üstüne üstlük böyle bir sınıflamayla tüm bireysel ayrılıkları yok sayıp, aynı türün tüm üyeleri aynı özelliklere sahipmiş gibi göstererek tektipleştirmek de ne oluyor? Neyin peşindesin, çözemedim…

Her şeyin farkında olmaya çalışıp, gerçekçilikle idealizm arasında sıkışıp kalmak böyle bir şey işte. Memnun olmak çok zor…

İsmini unuttuğum süper bir Ocakbaşı’nda Hollandalı ve Makedonyalı arkadaşlarımızla yemek yiyoruz. İstanbul’da ortalama 25 YTL tutacak adambaşı hesap burada 8 YTL tutuyor. Pek mutluyuz pek…

Zamana takmayı bırakıyoruz. İlerleyen saatlerde diğer grup üyeleriyle buluşuyoruz, muhabbet sohbet güzel zaman geçiriyoruz. Bu arada dördümüz arasında süper bir iletişim var. Konuşacak ne kadar çok şeyimiz olduğunu ve aynı dili konuştuğun insanlarla (hangi kelimeyle ne demek istediğini bilen ve yargılamayan) bir arada olmanın ne kadar rahatlatıcı olduğunu fark ediyoruz. Konular bazen kişisel bazen aktüel oluyor, durmadan çay kahve içip anlatıyoruz.

Pazar sabahı kahvaltı için KAMER’e gidiyoruz. Kadın hakları için Karslı kadınların kurduğu bir dernek bu. Bütün yemekleri de servisi de onlar yapıyorlar. Herşey çok leziz. Laf lafı açarken sohbet bir türlü bitmiyor, dışarıdaki yağmur da bir türlü dinmeyince devam ediyoruz üç saat. Sonunda kaleyi görmeye karar verip yağmura rağmen çıkıyoruz dışarı. Hava gerçekten çok soğuk ve yağmur gayet şiddetli. Kaleye doğru yürürken fotoğraf çekiyoruz, iki sevimli çocuk bulup onlarla uğraşıyoruz. Kaleye uzaktan selam verip merkeze dönüyoruz. Pastanede otururken havaalanında tanıştığımız Celine geliyor yanımıza. Çekmek istediği kısa filmden bahsediyor, “oynar mısınız?” diyor, Dilek ve ben memnuniyetle kabul ediyoruz. Film, aynı şehirde yaşayan iki kızın toplum ve devletten gördüğü baskı üzerine. Biri başörtülü olduğu için üniversiteye alınmıyor, diğeri de başörtüsüz ama kamusal alanda hep bakışlar üzerinde, internet kafeye gitse tek başına içerisi silme erkek ve illaki kafalar çevriliyor ona doğru…

İnternet kafe sahnesini çekmek için kafelerden birindeyiz. Sahibine ne yapmak istediğimizi ve nasıl çekeceğimizi anlatıyorum, kabul ediyor. Toplum baskısı deyince yüzü buruşuyor biraz, “Bizi kötü göstermeyin” diyor. Rolünü anlatıyorum, sadece ben içeri girdiğimde gözleriyle oturacağım yeri işaret edecek. Ama dinlemiyor. Ben içeri giriyorum, ayağa kalkıp hoş geldiniz diyor ve sandalyemi falan çekerek yerleştiriyor beni bilgisayar başına. Celine’e anlatıyorum, adamla tekrar konuşuyorum, bu sefer oluyor. Hakkaten de kafedekiler bakışlarını atıyorlar, muhtemelen kameradan dolayı…

Ertesi sabah Dilek’in okul kapısında başörtüsü sahnesi için belediye başkanının tahsis ettiği özel otomobille Kafkas Üniversitesi’ndeyiz. Sahne şu: Dilek okula girmeye çalışacak, görevli eliyle hayır diyecek ve Dilek çıkacak. Tartışma yok, diyalog yok. Girip, belediye görevlisiyle birlikte güvenlik görevlisine soruyoruz. Ben bilmem amirim bilir diyor, ona gönderiyor, o idare amirine yönlendiriyor o da rektörlüğe. Zamanı yeniden önemsemeye başlıyoruz çünkü saat 10.30 ve bizim 12’de havaalanında olmamız gerekiyor, İstanbul’a dönmek üzere! En son görüştüğümüz rektör özel kalemi direk giriyor lafa: ”Ülkemizi kötü göstermek isteyen yabancıların işleri bunlar, siz de alet mi oluyorsunuz? Bence o sahne yerine şunu çekin, ayrıca bu konuya da eğilin vs. vs.” Onun mantığıyla empati kurmaya çalışarak bir sürü açıklama getiriyorum, biraz ikna oluyor, rektöre sormam lazım diyerek aşağı gönderiyor bizi. Yarım saatlik çaba sonucunda haber geliyor: Red! Bir kurum zaten uyguladığı bir yasağın bir filme 15 saniyeliğine konu olmasından neden bu kadar tırsar ki?

Biz içerideyken Dilek’in başörtüsü taktığını gören belediye görevlileri yanına yaklaşıp, “abla sen örtü mü takıyordun, helal olsun, her zaman takıyor musun” şeklinde yorumlarda bulunuyorlar. Aynı şehirde aynı devletin iki kurumundan biri bu örtüyü düzen bozucu bir sembol olarak algılayıp aşağılarken, diğeri belki kutsal değerleri belki geleneği temsil ettiğinden göklere çıkarıyor. Erkler ve erkekler anlamları yüklüyor, kadınlar da çilesini çekiyor…

Rektörün gerekçesiz red kararı bana “eeeeh” çektiriyor, atlıyoruz arabaya ilerideki Fen Edebiyat Fakültesi önüne gidiyoruz. “Girin ve çekin hemen” diyorum. Belediye görevlisini de güvenlik görevlisi yapıyorum, rolünü anlatıyorum. Binanın kantin girişi kısmında 15 dakikada çekiliyor sahne. Bu sırada gerçek görevliler gelip “ne yapıyorsunuz, bu kamera ne, hele bu örtü ne” diye çıkışınca hep beraber kaçmak suretiyle uzaklaşıyoruz.

Onlar içeride çekim yaparken ben de yine bir belediye görevlisiyle siyaset konuşuyorum. Referandum günlerinde şehit olan askerlerden dördünün Karslı ve Kürt olduklarını anlatıyor ve bu yüzden de Kars’te PKK karşı yapılan büyük mitingi. İşin ironik tarafı ise bu mitinglerde yürüyen kişilerin ailelerinden komşularından birinin mutlaka “dağda” olması. Sanki insanlar bu bağlantıyı kuramıyorlar. Sanki onlar da medyada ne görürlerse, bu devletten kabul görmek için uyguluyorlar. Anlamak çok zor. Sadece şunu görüyorum ki işi olan kimse ayrı bir Kürt devleti istemiyor, biz kardeşiz diyor ve Türklerle kız alıp vermeye devam ediyor.

Konağa dönüp eşyalarımızı topluyoruz. Hacı havaalanına götürüyor bizi. Yolda uçsuz bucaksız dağları seyrediyoruz, huzur dolu. Uçak zamanında kalkıyor, biraz uyuyor biraz konuşuyoruz ve geliyoruz yine İstanbul’a.

Kars, tadı damağında kalmışlık hissi bırakıyor hepimizde. Sadece 3 gün kaldığımız için, çok fazla insanla konuşamadığımız için, çevre ilçelere gidemediğimiz için üzülüyoruz ve hemen başlıyoruz yaz için Doğu Anadolu planları yapmaya. Tüm çelişkilere, anlam karmaşalarına, üzüntülere ve umutsuzluklara rağmen…

Bu maceranın sonu…


Fotoğraflar

5 comments:

Anonymous said...

İlkokulda marş okurken bayrağa bakıp duygulandığımı hatırlamıyorum, çok uzun zaman oldu. Ama sonraları "Bayrağı bayrak yapan üzerindeki kandır, vatan uğrunda ölen varsa vatandır" dizelerini lisemin duvarında okuduğumu ve dünyanın en anlamlı cümlesi olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum; bir de bir seferinde PKK'ya tepki olarak balkona bayrak astığımı ve bu tür küçük şeyleri. Artık bayrak gördüğümde (ki görmemek namümkün zamanımızda) bir tiksintiyle midem bulanır oluyor. Hemen ardından bunun farkına vardığımda hissettiklerim de çok tarife gelmez şeyler: Evet milliyetçi değilim, Türk olduğum için "gurur" filan da duymuyorum --seçtikleri için hesaba çekilir insan ve ancak seçimlerinden gurur duyabilir. Ama bu ülke benim ülkem, insanlarını seviyorum, bir hisle bağlıyım onlara: Peki bu mide bulantısı nedir?

80 yıl ömür harcanmış bir propaganda için ne büyük başarısızlık; ve daha kötüsü, 80 yıl ömür harcamak için ne kötü bir propaganda.

selma şevkli said...

Bence bu mide bulantısı dengesizlikten kaynaklanıyor. İnsanlarını sevmenin, devletini sorgusuz sualsiz kabul etmek anlamına gelmeyeceğini görüp anlatamamaktan kaynaklanıyor.

Ülkeye bağlılığımız "kan"la değil de vatandaşlık bağıyla sağlanabilseydi, romantik ve kurgu tarihle değil de her gün başımıza gelenlerle rasyonel bir ilişki kurabilseydik, bir yandan trafikten, pahalaılıktan, insanların bencilliğinden söz edip, bir yandan bayrak asma fantazileriyle "en süper biziz" şizofrenisine tutulmazdık.

Oldu bir kere...Yavaş yavaş uyanıyoruz işte. Bir gün ola ki anlatabilirsek derdimizi, "kardeşim biz bu ülkenin çökmesini değil daha adil ve mantıklı bir yer olmasını"
cümlesindeki samimiyete inandırabilirsek "karşı taraf"ı, o zaman onlar da sorgulamaya başlayabilir belki seçimlerini...

80 yıl- propoganda denklemi analizi çok başarılı ve çok hüzünlü :)

selma şevkli said...

şimdi aklıma geldi: ilkokul 2deyken bir gün okul bahçesindeki Atatürk büstünün üzerindeki yazıya takılmıştı gözüm: "TÜRK, ÖĞÜN, ÇALIŞ, GÜVEN" ve uzun süre düşündükten sonra sınıfa gidip "Ama örtmenim önce çalışıp sonra öğünmek gerekmez mi, neden neden?" demiştim. O da her zamanki gibi bir açıklama getiremedi, büyüyünce anlarsın demişti. Anladım...

selma şevkli said...

Bi de bu "TÜRK ÖĞÜN ÇALIŞ GÜVEN"de şimdi fark ettim sanki Türk'e hitap etmiyor da insalığa hitap ediyor, Türk de fiil olarak kullanılmış. Sanki önce Türk olucaz, sonra bu yüzden kendimizi sevip, kendi kendimize saygı duyup, özgüven sağlıycaz, sonra da çalışıcaz (bi zahmet) en son da güvenicez ama kime belli değil. Çok ilginç bi denklem, çözemiyorum...

Anonymous said...

"Bir fiil olarak 'Türk' kelimesi" fikrini beğendim. Benim bir arkadaşım maç tezahüratı olarak "Türk! Türk! Türk!" diye bağırılmasını önermişti; önce bir fısıltı, sonlara doğru ise bir gök gürlemesi olacaktı adeta. Yine aynı arkadaşım MHP'lilerin, mitinglerde heyecanın dorukta olduğu anda meydana bir Kürt getirip kesmeyi akıl edemeyişlerine hayret ettiğini anlatmıştı. İşin fenası, buna ben de hayret ediyorum.