"Gözlerinde her daim umut parlıyor bu küçüklerin. Aslında onlar değil bu acıyı hak eden. Bir çöküş var umutlarında muhakkak. Onların umutlarını objektifle bir damla gülümsemeye dönüştürmek ne büyük mutluluktur kimbilir...
Kadraj ne kadar önemli ki onların gülümsemeleri yansırken aynadan vizöre?
Bu çocukların yüzlerinde oluşturduğunuz her bir tebessüm adına tek tek teşekkür ederim.
Elinize, emeğinize sağlık.
Işığınız bol olsun."
--Mustafa Tutku Şitilci
23- 28 Nisan 2007 tarihlerinde Taksim Metro Sergi Salonu'na gelenlerin çoğu biraz duygulanarak biraz düşünerek ayrıldılar sergiden. Akıllarında oluşan soru işaretlerinin bir kısmını benimle paylaşarak ve duygularını dile getirerek, büyük bir mutluluk yaşattılar bana farkında olmadan.
Bu serginin amacı çocukları, renkleri, mekanları, ideolojileri ve klişeleri kullanarak fotoğraf sanatına katkıda bulunmak değildi. Dünyada bu çocuklar da var diye düşündürmekti. Basmakalıp, tekdüze açlık ve savaş mağduru çocuk profilinde değişiklikler yapmaktı. Acındırarak değil güldürerek duyarlılık sağlamaktı. Duygularla mantığı birleştirmekti. Küçücük basit bir fotoğraf makinesiyle, cüzi bir bütçeyle, gazeteci, fotoğrafçı, pipolu ve fularlı entel olmadan da oralara gidebileceğini, sergi açılabileceğini kanıtlamaktı. İnsanları sahip olduklarını gözden geçirmeye teşvik etmek ve insan olmanın sorumluluğunu ve gücünü hatırlatmaktı. Ve sergi beklediğimin çok üzerinde bir ilgiyle amaçlarına ulaşma yolunda önemli adımlar attı. Anı defterine yazan yüzlerce kişi ileride yapacaklarım için bana azim ve ilham verdiler.
Sergiye gelen bir İngiliz teyze, ülkesinin bu çocukların yaşadığı ülkelerin düştüğü konumda birinci derecede sorumlu olduğunu söylerken ağlamaya başladı ve Londra'da sergi organizasyonları yaptığını, bu serginin Londra'da da açılması için hemen bağlantıları kuracağını ve bizzat ilgileneceğini söyledi.
Emekli İlkokul öğretmeni Yaşar Hanım, "beni bu çiçek bahçesine getirdiğin için sana ne kadar teşekkür etsem az"diyerek beni diyerek öpüp kucakladı.
Sadri Alışık Tiyatro Okulu'ndan 18-20 yaşlarında iki öğrenci, bu yaz Filistin'e giderek çocuklara tiyatro öğretmeye karar verdiler.
60 yaşlarında bir teyze gelerek, "ben de Filistin'e gitmek istiyorum, yaş sınırı var mı gönüllü programlarında" diyerek gözlerimi doldurdu.
Sudan, Mısır, Kongo, Kenya ve Filistin'den gelenler, ülkelerinin sadece acınacak yönlerinin vurgulanmasından rahatsız olduklarını, mücadele eden, başaran ve herşeye rağmen gülebilen çocukları gösterdiğim için teşekkür ettiler.
İspanya'dan gelen iki fotoğrafçı beni ısrarla Valencia'ya davet ettiler, fotoğraf çekeceğimiz yerlerin planlarını bile çıkardılar.
İki ayrı ressam fotoğrafları yağlı boya olarak çalışmak istediklerini söylediler.
60 yaşlarında kendini müthiş aydın zanneden ama son derece cahil bir amca, pembe ve mavi çarşaflı çocukların fotoğraflarını görünce üzerime yürüyerek beni cahilliğe çanaklık etmekle suçladı. Algı kapıları zincire vurulmuş olduğundan kendisine verilecek en mantıklı yanıt "Zıt Erenköy"dü ama yine de örtünmenin İran'a ve AKP'ye özgü bir olgu olmadığını, dünyada bir milyardan fazla Müslüman yaşadığını, ona ters gelse de insanların tercihinin bu yönde olduğunu, bütün dünyaya laikçiliği benimsetmesinin diktatörlük olacağını sabırla anlatmaya çalıştım. Dinlemedi ve hızla uzaklaştı, muhtemelen şu an Çağlayan'da Nur Serter'i dinlerken gözyaşlarına hakim olamıyordur.
Beyoğlu'ndan bir berber amca Aktüel dergisinden keserek, renkli fotokopi yöntemiyle büyüttüğü sergi duyurusunu getirip imzalamamı istedi ve dükkanının duvarına asacağını söyledi. Çok utansam da istediğini yaptım ayrıca kendisine orjinal poster sözü verdim. Takip eden günlerde berber amca, İstanbul Berberler Odası'nın muhtelif kurul üyelerini getirerek sergiyi gezdirdi. Bir tanesi üzerimde son derece metalci bir "Stop Bitching, Start a Revolution" tişörtü olmasına aldırmaksızın elimi öperek beni bir kez daha yerin dibine geçirdi.
Sonradan çocukluğumuzun Tekirdağ'da aynı mahallede ve ortaokulda geçtiğini keşfettiğimiz müzisyen Cihan Türkoğlu ikinci ve altıncı gün çello çalarak sergiye renk, anlam ve ruh kattı.
Fotoğraflara ek olarak Kenya ile ilgili yine aynı dönemde çektiğim kısa belgeselin 3 gün boyunca projeksiyon ile gösterimi yapıldı. Bir panoda Kenya ve Filistin'le ilgili yazdığım yazılar, ek bilgiler ve gitmek isteyenlere tavsiyeler bölümleri yer aldı.
Üç fotoğrafçı yanıma gelecek ya da bu ülkelere gidecek cesaretleri olmamasına rağmen, beni kadraj, enstantene ve diğer matematiksel detaylarda kusurlu bularak, hakaret derecesine varan eleştrilerini anı defterine özenle yazdılar ve laf sokmuş olmanın dayanılmaz ego tatminiyle evlerine döndüler.
Serginin en güzel yanlarından biri de toplumun her kesiminden insanı aynı ortamda buluşturmasıydı. Bunlar içinde çocuklar, liseliler, üniversiteliler, mühendisler, sokak çocukları, dindarlar, dinsizler, radikaller, kemalistler, şeriatçılar, öğretmenler, öğretim üyeleri, avukatlar, psikologlar, fotoğrafçılar, yönetmenler, gazeteciler, ev hanımları, sivil toplumcular, boş gezenler, kamyon şoförleri, tercümanlar, polisler, güvenlik görevlileri, işletmeciler, müzisyenler, doktorlar, Filistinliler, Çinliler, Moğollar, Mısırlılar, İngilizler, Kanadalılar, Kenyalılar, Kongolular, Hintliler, Sudanlılar, Haitililer, İspanyollar, Almanlar ve İsviçreliler bulunuyordu.
Bu çeşitlilik basında da kendini gösterdi ve Sabah, Zaman, Aksiyon, Kanal Türk, Milli Gazete, Aktüel gibi yayın organları sergiyi duyurdular.
Gezenlerin çoğu benim orada oturan bir görevli olduğumu zannettiğinden, (pipom, sakalım, fularım ve karizmam olmadığından olsa gerek) masaya geldiklerinde çok ilginç ve komik diyaloglar yaşadık:
-Pardon Selma Hanım burada mı acaba?
-Benim :)
-Yok, sergi sahibi olanı sormuştuk...
-Benim, ben!
-Gerçekten mi? (Baştan aşağı bir süzüş ve inanamama, tamam o olabilirsin ama oralara gitmemişsindir en azından bakışları) Oralara gidip mi çektiniz bu fotoğrafları?
-(Hayır google'dan indirdim, yok yok uydudan çektim) Evet...Siz de gidebilirsiniz, bakın çok kolay, (pil bölmesinin kapağı kırık emektar fotoğraf makinesini çıkarırken) bir makine, bir sırt çantası, zaten oralarda yemek içmek ucuz, bir yol parası yani fazladan...
-Hmm...(Yok canım, gazetecidir bu kesin) Siz nerede çalışıyorsunuz?
-Şu an çalışmıyorum, öğrenciyim.
-Hangi kuruma bağlı olarak gittiniz?
-(Çattık, kurum yok, iş yok, nasıl anlatıcam ki bunu size?) Bir kurumum yok, bağımsızım, öyle kendi kendime gidiyorum işte, bazen de yardım dernekleriyle, siz gitmek isteyin yeter ki, kapılar açılır...
Gelenlerin bazıları içeride saatlerce kalırken, hatta ertesi gün arkadaşlarını toplayıp getirirken, bazıları kapıdan başını içeri sokup sağa sola hızlı birer bakış fırlatarak "Tamam asayiş berkemal" ya da "çoluk çocukmuş, neyse boşver" ortamı hızla terk etti.
Fotoğrafları satın almak isteyenlerden biri red cevabı alınca "Satmayacaksan ne diye sergiliyorsun" şeklinde fırça attı.
Fotoğrafları çekmenin, sergilemenin ve açıklamanın yanı sıra "Beyaz Masa" görevi de görerek yol soranlara, para bozdurmak isteyenlere, tuvaleti kullanmak isteyenlere ve bir önceki sergide aldığı porseleni kırık çıkan vatandaşlarımıza hizmet vermekten gurur duydum.
Show TV'den bir yapımcı bir sonraki projemde bana destek vermek istediğini belirtti, birtakım kuruluşlar sergiyi onların mekanlarında da açmam için teklif getirdiler. Bunlardan en ilginci, tanıştırıldığımızda "bu küçücük çocuk mu çekti bu fotoğrafları" şeklinde yüzüme karşı görüş bildiren sayın milletvekili bir kişinin, sergiyi gezdikten sonra çok etkilenip TBMM'de de açmak için teklifte bulunmasıydı.
Herşey toplanıp da duvarlar bomboş kalınca, salonun tüm ruhu gitti. Hepimiz hem çok mutluyduk hem de üzgündük bu geçici güzellik bittiği için.
29 Nisan 2007, İstanbul