Gazetelerin ölümü yere göğe sığdıramadığı, Taksim meydanında öğlen bir posta vatan millet sakarya, akşam iki posta askere uğurlama seremonilerinin her yanıma nüfuz ettiği, ülkemizin yine yeni yeniden içinden geçtiği bu en zor bu en şovenist bu en birlik ve beraberliğe muhtaç ve nihayet bu en şizofren/histerik günlerinde ben gündemden saptım.
Perihan Mağden’e bağlayacağımı fark ettiğim o kilit noktada, kendi gündemime ağırlık vermeye karar verdim (ya da veremedim kendiliğinden öyle oldu). Bir yandan binbir dinamiğini anlamaya çalışırken bu sistemin, bir yandan zavallı bir muhalif olup, köşe yazarları görüşlerine sırtımı yaslayıp saf tutma tuzağına düşmemek için yaptım bunu. Vatanım için yaptım. İleride vatanıma hizmet edebilecek ruh ve akıl sağlığımı korumak için yaptım. Bilincim ve bilinçaltım el ele, çektiler beni dışarı, ya da içeri. Medyadan gittim. Gitmeden eğlenceli/popüler/komik/shocking haberlere kaptırayım kendimi dedim. Neydiler ne oldular bölümüne tıkladım, ünlülerin “yaşlandılar ve iğrenç ücubelere dönüştüler” temalı fotoğraflarına baktım. Yaşlanmanın deneyim kazandırması, sabrı öğretmesi, olgunlaştırması, nesil sahibi yapması, zenginleştirmesi ve derinleştirmesi gibi düzinelerce olumlu sonucunu bir kenara buruşturup fırlatan ve fiziksel “çirkinleşmesine” vurgu yapan bu fotoğrafların nasıl bir gizli amaçla yayınlandığını anlamak için niyet okuması yaptım. (ben de Türk’üm)
Diyorlardı ki: “Gidin kendinize nemlendirici, kırışık giderici, botoks, oje, kıyafet, spor aleti/salon üyeliği alın. Tabii bunlardan hangisinin size en uygun olduğunu öğrenmek için bizim yan ürünlerimiz olan vıcık vıcık aşk/seks/selülit dergilerini de ihmal etmeyin. Seçimlerinizi doğru yapın. Yoksa aynı onlar gibi çirkinleşeceksiniz, sonra kimse sizi sevmeyecek. İnsanlar ancak güzelse sevilir, insan genç kaldıkça güzeldir,”
Fakat pek dolaylı/dolambaçlı bir mesajdı bu. Yan taraflara krem reklamları, dergi pop up ları yerleştirilse daha fonksiyonel olabilirdi. Allah korusun, mesajı yanlış alanlar olabilir, yanlış tüketim maddelerine yönelenler çıkabilirdi.
Geçtim. Cumartesi günü Murat’ın ders verdiği bir ney kursuna gittim sabah ilk iş. Süper saçlı ney doktoru Yücel Usta’yla tanıştım. Önce ben sordum o anlattı. Laf lafı açtı. Motorsikletlerden paraşütlere, neyden fazla kilolara, burçlardan geometriye, diyaframdan enstanteneye, Konya’dan tezimi yazarken hangi prensipleri uygulayacağıma kadar uzanan geniş bir yelpazede müthiş bir muhabbet ettik. Neyle ses çıkarmayı öğretti bana. Hangi açıyla nasıl tutacağımı, ellerimi nereye koyacağımı, nasıl üfleyeceğimi, sazın sesi nasıl bulacağını, hepsini gösterdi. Çok heyecanlandım. Nazlı olduğunu biliyordum da bu kadar sade görünen bir aletin bu kadar kompleks olabileceğini düşünmemiştim, ses çıkarmanın bu kadar zor olduğuna şaşırdım yine de. Gözümü korkutmamak için, kendini sevdirmek için ya da bende birşeyler hissettiği için ses vermeye razı oldu ney. Bir garip elektrik oldu aramızda, o gitmek istemeyince ben de bırakmadım, tuttum elimde gidene kadar...
Sonra bir ney üstadı, Ercan Irmak, geldi, Yücel Usta neyini tamir etti, biraz üfledi, beni benden aldı. Bir yan flütle klasik müzik çalar gibi kısa ve yumuşak geçişlerle, sözlerle tanımlanması zor bir üslupla müthiş üfledi. Neyi kafamda doğuyla ve tasavvufla ve ramazanla ve TRT’yle (zamanla TGRT’yle) özdeşleştirdiğim için ve bir sentez hastası olduğumdan bu duruma bayıldım. Yücel Usta, Ercan Irmak ve Murat (Kocaağa) sohbet ederken, onları neye benzettim: Sadeliklerinin içinde derinliği, tevazularının altında ustalığı, statülerinin gölgeleyemediği samimiyeti gördüm. Beşiktaş’ta sıradan bir günde, plansız bir buluşmada ne okurken ne gezerken yakalayamadığım bir şeyler buldum, ruhunu sınırlı matematiğimle açıklayamadığım…
Sonra Sinem’e gittim, Dolapdere’de sıradan bir apartmanın bir garip kapılı dairesinde dönen insanların arasında buldum kendimi. Çöktüm. Ziya Azazi’nin adını bilmediğim, bilsem de yetersiz bulacağım bir özgün sufi dans atölyesinde bir kenarda yine gözlemci oldum. Hayatın ve insanların onun içindeki halinin küçük bir sahnesini gördüm: Kimi hızlı, kimi yavaş, kimi yerlerde, kimi elleri havada, kimi basit, kimi karmaşık, kimi kısa, kimi uzun, kimi amatör, kimi profesyonel, bazen durarak bazen düşerek dönüyorlardı. Kendilerinde dönecek isteği ya da cesareti bulamayanlar, ya da yorulanlar, ya da üşenenler, ya da eleştirmeyi tercih edenler ya da uygun zamanı bekleyenler de bir kenarda onları izliyorlardı. Bir yandan kendimi dönenleri izlemenin büyüsüne kaptırmışken bir yandan da anlamaya ve analiz etmeye çalışmaktan alıkoyamadım kendimi. Sanki döndükçe dökülüyordu üstlerindekiler: Meslekleri, yaşları, cinsiyetleri, paraları, renkleri, maskeleri bir bir gidiyordu. Geriye sadece duyguları kalıyordu. En saf, en öz hallerinde, istedikleri gibi aynı müzikte ama bambaşka biçimlerde dönüyorlardı, hem kendilerinin hem de birbirlerinin etraflarında…
Bir an bir şarkı duydum ve ben de dönmeye başladım. İlk an çok başım döndü. Hiç bilmediğim bir duyguya götürüyordu beni bu dönüş. Kendimi bu duyguya bırakmak için baş dönmesinden, fizikten, fiziksellikten kurtarmam gerekiyordu kendimi. Gözümü kapadım, görmeyince daha da arttı, midem bulanmaya başladı. Sanki ruhum başka bir boyuta geçmeye çalışıyor ve bedenim ona engel olmak için direniyordu. Ya duracak ya hızlanacaktım. Hızlandım! Gözlerimi açtım! Korkumu yendim ve fırıldak gibi dönmeye başladım kendi etrafımda, etrafımı göremeden. Bir tur bir saniye sürdüğünden aslında hep aynı anın çok az değişen fotoğraflarını görmeye başladım. Bu duruma da alışınca müziği yeniden duydum. Kollarımı ve bacaklarımı serbest bıraktım, beni değil ritmi dinlemeye başladılar. Hakimiyetimi teslim ettiğimi hissetmeye başladığımı fark ettiğim an baş dönmeme geri döndüm. Tak diye yere çakıldım ve orada öylece kaldım. Büyü bozuldu. Ardından mide bulantısı geldi ve tuvalete gidip içimi boşaltmak zorunda kaldım. Geri gelip izlemeye devam ettim. Dakikalarca hiç durmadan dönenlere baktım, ne hissettiklerini, “normalde” nasıl insanlar olduklarını çözmeye çalıştım. Birkaç zamandır kafamı kurcalayan sorunlar geldi aklıma, onları kurcalarken bir dinginlik bir berraklık geldi. Kısa, net, cesur çözümler buldum, hemen eyleme dökülesi. Sonra Sinem’e sarıldım uzun uzun.
Tıpkı ney gibi sema da aklımda belli öğelerle eşleşerek marjinal kategorizasyonlara mahkum olmuştu. Dönmek sadece Allah’a ulaşmak mıydı? Kendini bilemeyen/bulamayan Allah’a ulaşabilir miydi? Dönerek aşama aşama mı oluyordu bu keşifler, ulaşmalar?
Biraz daha dönsem neler yaşardım? Gerçekten bir boyut değiştirir miydim? O an yaşadıklarımı tarif edebilir miydim? Edemesem ne olurdu?
İçime binbir yeni soru ekleyerek Ziya Azazi’ye bu deneyimle yeni bir kapı açmama vesile olduğu için teşekkür ettim.
Huzur için sabrı öğrenmeye karar vererek yeni bir dönemece geldim.