Monday, November 19, 2007

Kızarmış Yeşil Domatesler Kars’ta

9 Kasım Cuma, geceyarısını biraz geçe, Yeşilköy havaalanına doğru yoldayım. 2 yıldır görmediğim kuzenim, alt üst olan hayatını sorgulayıp kendini bulmak üzere yine Türkiye’ye geliyor Bush’un ülkesinden. Her dibe vuruşunda annanesinin evinde buluyor kendini, sıcacık aile ortamındaki nostaljik konuşmalar ve otantik yemekler unutturuveriyor acı hataları. Geldiğinde yorgun, inanılmaz ama tam 45 kilo vermiş. 2’de evdeyiz. Türkiye’nin durumundan kızının ilk kelimelerine, kapitalizmden sufizme, Afrika’nın bölgesel farklılıklarından akademik hayata binlerce konuyu hallediyoruz ekmek köftesi eşliğinde. Sabah 6:30’da 24 saatlik uykusuzluğun verdiği enerjiyle yine yoldayız. İstikamet Sabiha Gökçen Havaalanı. Uluslar arası Gezici Film Festivali’ne katılmak üzere Kars’a gidiyorum. 3 gün önce, aslında organizasyona dahil olmadığımız halde bir anlık dört yollu gaz sonucu, Aslıhan, Beril, Dilek ve ben düşüyoruz yola. Oteller dolu olunca Beril’in babası giriyor devreye ve ortağının arkadaşı olan hatrı sayılır bir ağanın şehir merkezindeki muhteşem konağını tahsis ediyor bize.

08:30, havaalanındayız, 6 milyonluk çaylarımızı yudumlarken neşeliyiz. Neler yapacağımızdan, aman da bu seyahatin pek iyi denk geldiğinden bahsediyoruz. Nisan’da katıldığımız Nisi Masa projesinden arkadaşların da geldiğini öğrenince iyice neşeleniyoruz.

10:00, yavaş yavaş uçağa doğru gidiyoruz. Ortalıkta haberler dolaşıyor, Kars’ta havanın kötü olduğuna dair ama önemsemiyoruz.

10:45, 15 dakika önce havalanması gereken uçak hala yerde. Önce kaptan biraz beklememiz gerektiğini söylüyor. Sona kabin görevlileri bu beklemenin uzun süreceğini söyleyip transit salona alıyorlar bizi. Kötü haberi alıştıra alıştıra veriyorlar. Saat 11.10’da kötü hava koşulları nedeniyle uçuş iptal ediliyor. Alternatif? Bir sonraki uçuş? Açıklama? Yok! Trenle giden arkadaşlarımızla dalga geçerken, kendi başımıza geleceklerden habersiziz. Her defasında eleştirince başımıza geleceğini biliyoruz ama yine de devam ediyoruz yapmaya.

11:30, 6 milyonluk çaylardan birer tane daha söylüyoruz. Aslıhan’ın şikayeti yok, çay olduktan sonra strese lüzum yok. Ben Beylikdüzü’ne nasıl geri döneceğimi düşünürken, Dilek THY’ye çıkışıyor, Beril ‘Trabzon’a ya da Erzurum’a gitsek nerde kalırız’ın peşinde. Bu sırada yan masada iki “ecnebi” oturuyor, Kars’a ağa ziyaretine gitmedikleri çok açık, onlar da festival yolcusu. İki kızkardeşten Stephanie senarist, Celine yönetmen. Onlarla ne yapsak diye konuşurken başka bir yan masadan bir cengaver hatunun sesi geliyor: “Tamam Falan Bey, özel uçak demek ulaştırma bakanı, Kars, festival, Atatürk Havaalanı” diye bir şeyler duyuyoruz. CNN Türk’ten bir basın mensubu bu, en dişlisinden. “Atatürk’ten de kalkmamış Kars uçağı ama orada bekleyen 50 kişi varmış, onların yanına gidelim, Ulaştırma Bakanı özel uçak kaldıracakmış” diyor. Hemen tav olup, İsveçli kızkardeşleri de alarak atlıoruz taksilere, 30 dakika sonra Yeşilköy’deyiz. Ankara Film Derneği Müdürü Ahmet Bey sevgiyle karşılıyor bizi. “Siz oturun ben size haber vereceğim” diyor. İç Hatlar’ın boğucu kafesinde 11 milyonluk sandviçlerimizi yerken umutluyuz. 2 saat sonunda hala haber gelmeyince, İsveçliler’i karşıma alıp başlıyorum anlatmaya, Ermeni meselesinden girip, başörtüsü sorunundan çıkıyorum. Onlar merak ettikçe ben daha çok anlatıyorum. Bilmiyorum ki ertesi gün bu konulardan esinlenip film çekecekler ben de başrolde oynayacağım! Hayat böyle bir şey işte…

Saat 2 mi 5 mi öyle bir şey oluyor. Uykusuzluk ve belirsizlik, stres ve umutsuzluğa dönüşmek için fırsat kolluyor. Zaman mefhumu kayıplarda… Sonunda haber geliyor, 19:45’te Erzurum’a gidiyoruz. Oradan da otobüsle Kars’a gideceğiz. Zaman mefhumu geri geliyor. Saat 3.30muş. 11 milyonluk sandviçlerden tekrar yemek istemediğimizden, 10 kişilik bir öğrenci tayfası halinde dış hatlar Burger King’e doğru yol alıyoruz. (Oluyor bazen, yoksunluk, sosyal kabul, mecburen). CNN’ci ablanın pek gönlü yok Burger’da, her yere uzanabilen uzun kollarıyla çakıyor bir telefon, hepimize bir güzellik yapıp, TİKE isimli tiki restoranda yemek ısmarlatıyor. Gün batarken, inip kalkan uçakları seyrederek nezih bir akşam yemeği yiyoruz. Tanıdıklar görüyoruz, daha iyimser konulara geçip Aydın Doğan’ın Romanya’daki televizyonlarından ve Türk Sineması’ndan bahsediyoruz.

19:30, tekrar uçaktayız. Her an iptal olabileceği ihtimaline kendimi hazırlamak için elim kemerimde bekliyorum. Ve 19:45’te kalkıyor uçak. Aslıhan ve Beril eşgüdümlü olarak Orhan Pamuk Kar’ı okuyorlar, ben yine Lombak, Dilek uyku peşinde.

22:00, Erzurum Havaalanınayız. Hava süper soğuk. Dışarıda bizi bekleyen otobüse biner binmez kafayı koltuğa vurup sızıyorum. Bir zaman sonra Aslıhan dürterek uyandırıyor gökyüzünü göstererek. Şimdiye kadar yalnızca bir kere Kelebekler Vadisi’nde gördüğüm güzellikte bir yıldız şöleni var yukarıda. Karlı dağların arasında, üzerinde, işlenmiş gibi ahenk içinde milyonlarca yıldız. Aslıhan heyecan içinde. Yarı baygın bakıyorum yukarı, büyülenip tekrar dalıyorum uykuya, Aslıhan yine dürtüyor, yine bakıyorum, yine düşüyorum. Bir süre sonra otobüs aniden durup U çekiyor ve geri gitmeye başlıyor. Bizim ekibin devamını taşıyan arkamızdaki minibüs yolda kalmış. 20 dakika geri gittikten sonra -18 derecede halay çeken bir güruhla karşılaşıyoruz. Donmamak için hareket etmeye ya da donarken mutlu olmaya falan karar vermişler herhalde, otobüse atlıyorlar, gidiyoruz.

02:15, normalde 2 saat sürmesi gereken yol, 4 saat 15 dakika sürüyor. Herkesle birlikte otelin önünde inip ağamızın adamı Hacı’yı arıyoruz. Vın diye geliyor, Asmalı Konak’aki Kirve’ye benziyor. Bagaj donmuş, açılmıyor, bavullarımızı kucaklayıp konağa gidiyoruz. Ağa uykusundan kalkıp buyur ediyor bizi. Hatırlayamadığım ufak bir sosyalleşme sohbeti sonrası bir daha görmüyoruz kendisini. “Konak sizin, takılın” minvalinde bir şey söyleyip kayıplara karışıyor. 3’te dalıyoruz uykuya. Niyetim 9’da uyanıp, Kars’ta 10 Kasım törenlerini izlemek ama vücudum itiraz ediyor, 10’a kadar uyuyorum.

Kaymaklı, kaşarlı, ballı bir Kars kahvaltısından sonra konağı geziyoruz. 150 senelik konak, işgal sırasında şehirdeki birçok bina gibi Ruslar tarafından yapılmış. İçinde bi sürü bi sürü odalar var. Özenle döşenmiş. Normalde kalan yokmuş burada, misafirhane olarak kullanılıyormuş. Konaktan çıkınca tam karşıda Rus konsolosluğu var. Yer yön bilmeden, spontane başlıyoruz yürümeye. Yollar taş ve geniş. Seksen bin nüfuslu şehir soğuk ve güçlü bir şekilde hissettiriyor kendini. Bir sokak arasındaki bedesteni fotoğraflamaya çalışırken, gaipten bir amca bitiyor dibimde 1955 basımı bir Kars Zaferi kitabı tutuşturuyor elime. Şüpheyle baktığımı görünce “hediye, para istemiyorum” diyor, sürekli ayar, sürekli ayar!

Cumhuriyet Caddesi üzerinde yürüyoruz. Köşeyi dönünce Atatürk İlkokulu var. Biraz ileride Cumhuriyet Lisesi, onun hemen ilerisinde Fevzi Paşa Lisesi, sonra yine bir Cumhuriyet yine bir Paşa. Yüzyıllardır Ermeni, Rus ve Kürt şehri olmuş böyle kozmopolit bir yer, az biraz daha kültürel çeşitliliğini yansıtsa, az biraz daha az militarist ve siyasi olsa, buram buram kafamıza gözümüze sokmasa unutur muyduk buranın Türkiye olduğunu?

Dolanıp dururken Valiliğin önüne geliyorum. 10 Kasım için çelenkler, yarıya inmiş bir bayrak ve iki asker var. 10 Kasımlara gitmeyip de duygulanmayalı 10 sene oldu herhalde diye geçiriyorum içimden. Liseden sonra bir yolunu bulup devam ettirmeliler aslında işyerlerinde falan bu geleneği, maazallah insan vatan haini falan olabiliyor. İlkokul günlerim geliyor aklıma. İstiklal marşını söylerken, Türk Bayrağı’na bakıp da nasıl da gözlerimin dolduğunu, haftada üç gün andımızı okuduğumu, “Türküm, Doğruyum” diye bağırırken damarlarımdaki asil kanın nasıl da kalbime pompalanıp beni heyecanın doruğuna ulaştırdığını…Asil kanın değil ama Türk Milli Eğitim sisteminin anti analitik düşünce sisteminin iliklerimde dolaştığı o zamanlar geçip de, bugünleri gördüğüm için mutlu oluyorum. Atatürk’e saygılarımı sunarken askere yaklaşıp “fotoğraf çekebilir miyim” manasında bir işaret çakıyorum. “Çaktırmadan” bab’ında sallıyor başını. Yaklaşıp çekiyorum fotoğraflarını. Bir tanesi “Bizim de alma şansımız olur mu bunlardan” diyor. “E-mailınız varsa göndereyim” diyorum. Adresi veriyor: mahkum**16°hotmail.com diyor. Tebesüm ediyorum…

Birkaç saatlik huzurlu şehir turundan sonra Kars Sanat Merkezi’ndeyiz. 3.5 sene Beytepe’de okuyup da YOL’u seyretmemiş olmak nasıl bir duygudur ancak Beytepe’deki tikiler, olmayan İslamcılar ya da benim gibi deprem sonrası travma geçirip her şeye ilgisini kaybetmiş olanlar bilir. Kısmet bugüneymiş diyerek heyecanla seyrediyoruz filmi. Tamam o döneme ve o şartlara göre başarılı bir film ama yarım bırakılan hikayeler, her konudan her öğeden bir şeyler katmaya çalışıp bütünlüğü kaybetme, tam bir duruş belirleyememe ve Kürt kültürünü birilerine göre gerçekçi bana göre olumsuz yanlarını vurgulayıcı bir bakışla anlatan sorunlu bir film bu. Kısacası “overrated”. Ne yasaklanmasını gerektirecek bir durum var, ne de solcuların ölümüne sahiplenmesini gerektirecek bir anlam yükü.

Film sonrası 2.5 saatte bir tecelli eden açlığımızı bastırmak için hemen köşebaşındaki konağımızdayız. Biraz sonrasında ise film üzerine tartışmayı dinlemek üzere Kars Sanat Merkezi’nde tekrar. Oturum başkanının Hasan Bülent Kahraman olması göz doldurucu. Şu kadar işinin ve akademik derdinin arasında zaman ayırıp gelmiş. Oturumun diğer konuşmacıları çeşitli eleştirmenler, Tarık Akan ve filmin montajını yapan Fransız bir teyze. O kadar teknik detay anlatıp, mazeretlere sığınarak filmi övmekle geçiyor ki tartışma, o kadar bir arka plan v bilinmeyen yönler anlaşılmayan noktalara açıklık sağlamıyor ki hayal kırıklığımda haklı olduğumu görüyorum. Bir kişi de Yılmaz Güney’in neden bu hikayeyi anlatmak istediğinden, Şerif Gören’in nelerden beslendiğinden, vurgularından bahsetmiyor. Varsa yoksa Tarık Akan’ın at sahnesinin zorluğu, Cannes’a yetiştirmek için filmin bilmem ne kadarının kesilmiş olduğu konuşuluyor. Tamamlamadan çıkıyoruz.

Salonun dışında EBRU isimli bir Türkiye Kültürel Çeşitliliği Sergisi var. Atilla Durak isimli insan, Türkiye’yi diyar bucak gezip, binbir kültürden kareler getirmiş, New York’ta, İstanbul’da ve Kars’ta sergiliyor. İçlerinde Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, Sünni Türkler var. Her şey tamam da her fotoğrafın altında şöyle tanımlamalar var: Ermeni, Hatay; Süryani, Mardin; Sünni Türk, İstanbul. İyi güzel de bey ağabeycim, sen biz bunları unutmayalım, bunlar da var derken, hayvan türü gibi sınıflamak da neyin nesi? Üstüne üstlük böyle bir sınıflamayla tüm bireysel ayrılıkları yok sayıp, aynı türün tüm üyeleri aynı özelliklere sahipmiş gibi göstererek tektipleştirmek de ne oluyor? Neyin peşindesin, çözemedim…

Her şeyin farkında olmaya çalışıp, gerçekçilikle idealizm arasında sıkışıp kalmak böyle bir şey işte. Memnun olmak çok zor…

İsmini unuttuğum süper bir Ocakbaşı’nda Hollandalı ve Makedonyalı arkadaşlarımızla yemek yiyoruz. İstanbul’da ortalama 25 YTL tutacak adambaşı hesap burada 8 YTL tutuyor. Pek mutluyuz pek…

Zamana takmayı bırakıyoruz. İlerleyen saatlerde diğer grup üyeleriyle buluşuyoruz, muhabbet sohbet güzel zaman geçiriyoruz. Bu arada dördümüz arasında süper bir iletişim var. Konuşacak ne kadar çok şeyimiz olduğunu ve aynı dili konuştuğun insanlarla (hangi kelimeyle ne demek istediğini bilen ve yargılamayan) bir arada olmanın ne kadar rahatlatıcı olduğunu fark ediyoruz. Konular bazen kişisel bazen aktüel oluyor, durmadan çay kahve içip anlatıyoruz.

Pazar sabahı kahvaltı için KAMER’e gidiyoruz. Kadın hakları için Karslı kadınların kurduğu bir dernek bu. Bütün yemekleri de servisi de onlar yapıyorlar. Herşey çok leziz. Laf lafı açarken sohbet bir türlü bitmiyor, dışarıdaki yağmur da bir türlü dinmeyince devam ediyoruz üç saat. Sonunda kaleyi görmeye karar verip yağmura rağmen çıkıyoruz dışarı. Hava gerçekten çok soğuk ve yağmur gayet şiddetli. Kaleye doğru yürürken fotoğraf çekiyoruz, iki sevimli çocuk bulup onlarla uğraşıyoruz. Kaleye uzaktan selam verip merkeze dönüyoruz. Pastanede otururken havaalanında tanıştığımız Celine geliyor yanımıza. Çekmek istediği kısa filmden bahsediyor, “oynar mısınız?” diyor, Dilek ve ben memnuniyetle kabul ediyoruz. Film, aynı şehirde yaşayan iki kızın toplum ve devletten gördüğü baskı üzerine. Biri başörtülü olduğu için üniversiteye alınmıyor, diğeri de başörtüsüz ama kamusal alanda hep bakışlar üzerinde, internet kafeye gitse tek başına içerisi silme erkek ve illaki kafalar çevriliyor ona doğru…

İnternet kafe sahnesini çekmek için kafelerden birindeyiz. Sahibine ne yapmak istediğimizi ve nasıl çekeceğimizi anlatıyorum, kabul ediyor. Toplum baskısı deyince yüzü buruşuyor biraz, “Bizi kötü göstermeyin” diyor. Rolünü anlatıyorum, sadece ben içeri girdiğimde gözleriyle oturacağım yeri işaret edecek. Ama dinlemiyor. Ben içeri giriyorum, ayağa kalkıp hoş geldiniz diyor ve sandalyemi falan çekerek yerleştiriyor beni bilgisayar başına. Celine’e anlatıyorum, adamla tekrar konuşuyorum, bu sefer oluyor. Hakkaten de kafedekiler bakışlarını atıyorlar, muhtemelen kameradan dolayı…

Ertesi sabah Dilek’in okul kapısında başörtüsü sahnesi için belediye başkanının tahsis ettiği özel otomobille Kafkas Üniversitesi’ndeyiz. Sahne şu: Dilek okula girmeye çalışacak, görevli eliyle hayır diyecek ve Dilek çıkacak. Tartışma yok, diyalog yok. Girip, belediye görevlisiyle birlikte güvenlik görevlisine soruyoruz. Ben bilmem amirim bilir diyor, ona gönderiyor, o idare amirine yönlendiriyor o da rektörlüğe. Zamanı yeniden önemsemeye başlıyoruz çünkü saat 10.30 ve bizim 12’de havaalanında olmamız gerekiyor, İstanbul’a dönmek üzere! En son görüştüğümüz rektör özel kalemi direk giriyor lafa: ”Ülkemizi kötü göstermek isteyen yabancıların işleri bunlar, siz de alet mi oluyorsunuz? Bence o sahne yerine şunu çekin, ayrıca bu konuya da eğilin vs. vs.” Onun mantığıyla empati kurmaya çalışarak bir sürü açıklama getiriyorum, biraz ikna oluyor, rektöre sormam lazım diyerek aşağı gönderiyor bizi. Yarım saatlik çaba sonucunda haber geliyor: Red! Bir kurum zaten uyguladığı bir yasağın bir filme 15 saniyeliğine konu olmasından neden bu kadar tırsar ki?

Biz içerideyken Dilek’in başörtüsü taktığını gören belediye görevlileri yanına yaklaşıp, “abla sen örtü mü takıyordun, helal olsun, her zaman takıyor musun” şeklinde yorumlarda bulunuyorlar. Aynı şehirde aynı devletin iki kurumundan biri bu örtüyü düzen bozucu bir sembol olarak algılayıp aşağılarken, diğeri belki kutsal değerleri belki geleneği temsil ettiğinden göklere çıkarıyor. Erkler ve erkekler anlamları yüklüyor, kadınlar da çilesini çekiyor…

Rektörün gerekçesiz red kararı bana “eeeeh” çektiriyor, atlıyoruz arabaya ilerideki Fen Edebiyat Fakültesi önüne gidiyoruz. “Girin ve çekin hemen” diyorum. Belediye görevlisini de güvenlik görevlisi yapıyorum, rolünü anlatıyorum. Binanın kantin girişi kısmında 15 dakikada çekiliyor sahne. Bu sırada gerçek görevliler gelip “ne yapıyorsunuz, bu kamera ne, hele bu örtü ne” diye çıkışınca hep beraber kaçmak suretiyle uzaklaşıyoruz.

Onlar içeride çekim yaparken ben de yine bir belediye görevlisiyle siyaset konuşuyorum. Referandum günlerinde şehit olan askerlerden dördünün Karslı ve Kürt olduklarını anlatıyor ve bu yüzden de Kars’te PKK karşı yapılan büyük mitingi. İşin ironik tarafı ise bu mitinglerde yürüyen kişilerin ailelerinden komşularından birinin mutlaka “dağda” olması. Sanki insanlar bu bağlantıyı kuramıyorlar. Sanki onlar da medyada ne görürlerse, bu devletten kabul görmek için uyguluyorlar. Anlamak çok zor. Sadece şunu görüyorum ki işi olan kimse ayrı bir Kürt devleti istemiyor, biz kardeşiz diyor ve Türklerle kız alıp vermeye devam ediyor.

Konağa dönüp eşyalarımızı topluyoruz. Hacı havaalanına götürüyor bizi. Yolda uçsuz bucaksız dağları seyrediyoruz, huzur dolu. Uçak zamanında kalkıyor, biraz uyuyor biraz konuşuyoruz ve geliyoruz yine İstanbul’a.

Kars, tadı damağında kalmışlık hissi bırakıyor hepimizde. Sadece 3 gün kaldığımız için, çok fazla insanla konuşamadığımız için, çevre ilçelere gidemediğimiz için üzülüyoruz ve hemen başlıyoruz yaz için Doğu Anadolu planları yapmaya. Tüm çelişkilere, anlam karmaşalarına, üzüntülere ve umutsuzluklara rağmen…

Bu maceranın sonu…


Fotoğraflar

Thursday, November 15, 2007

Reflections on International Summer School on Religion and Public Life

Is it Possible to Change?

For about two months ago, at the end of a mind-spinning India trip, I had to join a group of people whom all come from different countries, identities, boundaries, religions and looks for two weeks. Meeting people at conferences, having casual/ intellectual conversations were probably things we all do frequently. Living semi-together (under the same roof, in different rooms), however, was something new and it changed the concept of the meeting more than I had expected.

First, I saw myself trying to categorize people hastily. Earlier I do it, earlier my mind would be rested. Gender, nationality, religion and profession were my tools. I think I worked unconsciously on that for a few days and then I gave up. I had to come up close to 30 different rooms in my brain. Day by day, I realize everybody was unique. I realized how individual differences can be very significant. There were times when I managed to put two people in the same bubble, but I would see it would easily break when a controversial topic comes up. Everybody being different and having the same opportunities (right to speak, food, room, travel) has been my dream society for a long time. I was at the right place. By the end of the second day, I was physically excited to be part of the summer school.

At the first processing session, I caught myself with so many prejudices. When I was told to find the same and opposite of myself, it was very difficult to find someone filling these positions. What was the same? Not similar but the same, this was heavy. It was not my choice, but I had to find someone. This situation reminded me of other similar experiences in life. We feel not ready to make choices, commitments, but we have to do them anyway. It never feels like the right time, right place. So we go with quick judgments. In such limited time, without knowing people well, I did so. My decision on opposite, depended on my assumption of someone’s political view (which later turned out was not true), and the same looked like a mix of different identities (later turned out very different identities). I realized that I make assumptions on people depending on their groups, religions, countries rather than age, gender and profession. Somebody close to my age, a female, and even the same profession means nothing to me to have a connection. If I think we share some values on intellectual level, or politically, I unfold easily.

More than anything, nationalism and secularism have been bothering my mind. Talking and learning about those two subjects were very helpful for me. Although I was learning for my part, I felt that some of the information we were getting could be too complicated for the ones who did not know much about the subject. Kurdish issue, for example, was something we did not have a lecture on specifically. Many people did not even know why Kurds were not recognized as minorities. Under these circumstances, we watched a movie called “Journey to the Sun” which I did not know about beforehand. I strongly reacted to the movie as I saw it as a learning tool for the group. Many people who do not know about Kurdish issue in Turkey, would automatically believe that Turkish police would treat all Kurds badly, Turkish bosses would yell and take advantage of their employees just because they were Kurds, and many other assumptions that could be set to minds very easily. Moreover, the time that incidents take place were not mentioned so that the audience would think that is usual for Turkey. At this time, I was very part of this group and I really cared about people’s first assumptions on the issue. I would be very comfortable discussing the movie on an intellectual level if I were with people familiar with the subject. Yesim Ustaoglu is a director who is known for her sided political movies, that is why we did not see any reasoning in the movie. As long as Turks keep marrying Turks, I think it is a problem of state and politics. Comparing the Kurdish issue to the Palestinian issue would be totally nonsense. I strongly defend this opinion, and I know many people want to see the two almost identical. That is why I brought up the question of talking about Palestine. If we were to discuss state oppression, many more people were informed about Palestinian issue compare to Kurdish issue. I never intended to offend Adam related to his identity. On the other hand, I was not comfortable an Israeli commenting on Kurdish issue in Turkey, in front of Turks and Kurds almost as an expert. This was the time I changed my mind about my thesis subject. Before, I was planning to do research about the wall separating Israel/ Palestine and its effects on both sides. After this incident and a few others during summer school, I thought I would not be objective or it would be funny on an international level to present something in a few months deeply. I decided to solve my problems with secularism and nationalism first and I decided to understand secular nationalism in Turkey.

Another important thing happened during summer school was constant questioning and thinking. We were listening about ideas and countries first, and then we were commenting back on them by sharing with each other. I tried to see how an idea can reflect itself differently on different people. How a religion can be interrupted differently. How nationality can be an important component of identity for one person and how gender is more important for another one. In this group, if I looked a little carefully, I could see many details that shape identities, relationships, and even new groups.

While meeting, connecting and sharing with so many different people, I learned a lot. Some of the information I had, got updated, some changed. At the end of the 10th day or so, I was very confused with everything I learned. That was the time when people started to ask each other: “So, what do you think is going to happen?” My question was less patient: “What’s happening?” Many values I respected were in danger. Whose truth was more true? How come people believe in different things? How come people believing in different things can be married? Why am I not allowed to marry a non-Muslim? If my religion is not the most important part of my daily life, why should it be of my entire life? Or do I even have the right to question this rule? How about other religions? How much of them can we question? How is it possible to manage believing and thinking at the same time? Jews seem to be doing this very well, what is their secret? And many other questions were wandering in my mind. The most important question that I still couldn’t find answer was at the top though: Is my faith in danger if it reduces itself to equality with other beliefs? Do I have to believe that it is the true and best one in order to keep my devotion to it?

Going to Alevite community was another lifetime experience for me. This was a belief and community that I was not familiar with. I observed the ceremony very carefully, and took notes from the lecture. As much as I respect it as a culture, I do not/ I cannot see it as a religion. There are no written references about the belief, and it rejects some certain requirements of Islam. Not only that, but also the socio economic level of the society caused me some prejudice. I am sure I would be less judgmental if the women in the room were 30-40 year old college graduates. Is that why I felt myself closer at the ceremony in Adam’s room, Bursa? Is it because all these people were clever and open minded to me so the thing they believed in must have been more meaningful? Or is it because it was closer to my faith and the way it is practiced?

Identifying myself with my race, nationality and religion would not be something I like to do at the first place. I would mostly prefer to be perceived with my individual qualifications. Despite my will, the first thing people ask when I go abroad is “Where are you from?” “You Muslim?” Nobody cares what I study or what I think about world hunger. Religion and nationality are critically important to identify one another. I do not specifically include or exclude myself from those groups. I simply try to focus on different details. Until we went to Selimiye Mosque with the group, I had no strong feelings of belonging to any group. I thought there were no groups that would accept me as I am, and there were no groups I would accept them the way they were.

When I went to Selimiye, I felt a strong connection with the mosque. Maybe it was because all the mosques I go are very touristy and I do not go very often, but there was something different. After a very long time, and perhaps after heavy conversations about religions and borders, I felt like a “Muslim”. I covered myself properly and I felt like it was my territory inside the mosque. At this time, I was not a female, not a summer school fellow, not a graduate student, I was simply a Muslim. I focused on this spirituality and prayed for a few minutes. Little bit later, I saw some of my group members were coming in, and women members were not covered properly. As a person who does not care about this at all outside, I got strongly offended by this behavior in the mosque. I did not think about it before, I was just feeling that it was wrong. I didn’t want to “warn” anybody, still being respectful; I went upstairs to the women section which was empty. I kept praying by myself in peace until the other female members of the group showed up. I avoided eye contact and just moved to the other side without giving them any explanation. It was about prayer time and I wanted to join the “Muslim group” to pray together. Still upstairs but far away from the other women, I looked down and saw that they were all men. It would be awkward to pray with men, I got confused. I looked back and saw the women, no, I wanted to be with Muslims. I looked down, I saw men, I had to be with women. Stuck in the middle, I looked at myself and my situation was exactly the same what I am dealing in life. I feel close to many groups but I don’t belong to any of them. Either I don’t want them or they would not accept me, at the end, I am alone. I am trying to figure out everything by myself. This state of loneliness seemed very depressing for a few minutes. I realized many things in such short time with a simple experience.

When I got out I felt like sharing this experience with someone. Looking for someone “similar”, I walked to Enver. As he is a “Muslim”, and a “thinker”, I thought he would understand me, maybe he had similar experiences. He listened to me carefully and gave me the comfort of “I feel you, I understand you” My estrangement lasted a few more minutes and then I got back to being a member of the group. Suprisingly, I was ashamed that I moved away from some of them in the mosque rudely. I felt like giving an explanation but I couldn’t. The next morning, Rahel asked me if they offended me in the mosque, she also felt bad that I moved away. I was touched that she sensed something and cared to learn about it. When I shared my experience, I knew she understood and felt it very well. Later on, we talked about many things, and it was very comforting to talk to somebody who can understand what I have been through.

What was more important to me while opening up to people? If you ask me the people’s common characteristics that I had a stronger connection, I cannot do any generalization that I did at the beginning anymore. They were Muslim, American, Jewish, Bosnian, man, woman, young, old, professor, student etc. I thought the most important feature I was looking for was sincerity and analytical thinking capacity. Everything else were spices, the taste was hidden at the deep.

Nationality and religion are very important keys to understand the people, but people are a lot more than that. Although they keep people “safe” and “control” them for their own good, they build strong boundaries that can prevent connection with one another sometimes. I guess it is true then, we cannot love through control. In this summer school, I questioned the limits of this control and left them behind to reach people. I think I am getting closer to build new borders now. I discovered them first, questioned for a long time, removed some and added some. At the end, I do not think it is possible to completely get rid of them, but they are subject to change as everything else. And this potential gives me hope for more improvement.


07.09.2007/Istanbul